31 Ağustos 2012 Cuma

Kelime, isim ve kavramların kirlenmesi



Bazı kelimeler var, müsemmaları elinde parlar. Bazıları da var aksine kirlenir, itibardan düşer.

Vaktiyle Sabri F. Ülgener’in Darlık Buhranları ve İslâm İktisat Siyaseti adlı kitabında okumuştum ve o kitabın Türkçe olması sebebiyle İslam âlemince bilinmemesine çok hayıflanmıştım. Türkçe yazılmış eserler ne yazık ki ne kadar ilmî değeri yüksek de olsa kuytuda kaldığı için ne Batı dünyası ne de İslam âlemi tarafından bilinemiyor.

Vereceğim örnek “Herif” kelimesi ile ilgili.

Gerçi benim kulaklarımda Herif dendiği zaman evvelemirde annemin babama hitabı gelir ve bundan da babamın hiç gocunmadığını bilirim. O da ona “-Avrat!” diye mukabele ederdi. Bu hitaplarda hiçbir şekilde aşağılayıcı, incitici bir ima bulunmazdı.

Ama geneli itibariyle bakıldığı zaman “Herif”in kabalığı simgelediği de genel kabul görür. Hele bir de “Herif-i nâ şerif” gibi kullanımları iyiden iyiye kabalığı ifade için kullanılır.

Peki, bu kabalık nereden geliyor. Cevap kısaca şu: Bozulan esnafı-ı bî insâf'ın ahlâkından.  Ne alaka? Alaka şu: Esnafa “hırfet” kökünden türetilmiş zanaat sahibi anlamında “harîf” deniyor. Hani buna sıfat-ı müşebbehe diyorlar. Kalıcı özellikleri bildirmek için kullanılan bir kalıp. Harîf geldi harîf gitti, bu şekilde kullanılıyor ve herhangi bir olumsuz ima taşımıyor. Ama zamanla esnafın ahlakı bozulup da kaba saba davranışlar öne çıkınca, insanlar kaba sabalığı ima ve ifade için zanaatkâr anlamındaki harîf’i kullanmaya başlıyorlar. Böylece bizim harîf oluyor herif. Asıl itibariyle anlamı sadece hırfet (meslek) sahibi, zanaatkâr demek iken zaman içinde kirletiliyor ve olumsuz imalar taşımaya başlıyor. Sonra da insanlar onu bu imaları için kullanmaya başlıyorlar. Vesselam.

Aynı durum “Sakat” kelimesi arkasından “Özürlü”, “Engelli” kelimeleri için de söylenebilir. “Sakatlar Haftası” kullanımında olduğu gibi bu kelime sadece fizikî bir durumu ifade ederken, şimdi hepimizin kulağına bu kelimenin ulaşmasıyla birlikte olumsuz bir imanın da hatıra geldiğini biliyoruz. İnsanlar bu imalardan kaçmak için “Özürlü” kelimesine sığındılar. Çok geçmeden bu kelime de insanlar arasında hakaret ve küfür için kullanılmaya başlanınca bu kez “Engelli” denildi. Bakalım ondan sonra hangi dilsel huzur limanına sığınacağız.

Semboller de öyle. Davut yıldızının, Siyonistlerin elinde kirlenmesi bunun en açık örneklerinden biridir. Bu sembol pek çok İslam eserinde birçok vesile ile kullanılmıştır. Ama günümüzde görülmesi, pek çok kesimce nefret duyulması için yetiyor.

Hele Şaban, Recep, Cuma, Bayram gibi isimlerimizin kirletilmesi de apayrı bir konu. (Daha önce Garibce bu konu ile ilgili  “Şaban! Receb’i de alalım da Satılmışgile Gidelim” başlıklı bir yazı yazmıştı.)

Dünya ölçeğinde en fazla kirletilmek istenen isim ise İSLÂM olmuştur. Devamlı surette kötü örneklerle özdeş hale getirilmek istenmiş ve terörle hep yan yana konulmaya çalışılmıştır. Bütün bunlara rağmen İslam daha da çok parlamış ve yayılması daha da hızlanmıştır.

Valluhu yütimmu nûrahû velev kerihe’l-kâfirûn!

Bir insan ölür, gök kubbede hoş bir sada bırakmıştır, arkasından binlerce çocuğun ismi olarak adı yaşamaya başlar.

Bir insan ölür, insanlar bir oh çekerler. Ölüsünü bir çukura atarlar. Ne adı kalır ne de sanı.

Bu işler işte böyle.

Makamlar mevkiler, onları işgal edenlerle yüceldiği ya da alçaldığı gibi, isimler, kelimeler, kavramlar da aynı. Onu taşıyanların yüceliği ile yücelir, alçaklıkları ile alçalırlar.

Siz siz olun arkanızda baki kalan gök kubbede hoş bir sada bırakın.

Dua ile!

31.08.2012

GARİBCE

Dindarlıkta tiplemeler



Garibce dindarlık tezahürlerini dikkate alarak onları kategorize etmek ve bir tipoloji yelpazesi oluşturmak istedi.  Olguları ve kendi gözlemlerini, mevcut nasları dikkate alarak bunu yaptı.  Yazı biraz uzun oldu. O yüzden kısımlara ayırarak yayınlamayı uygun buldu. Sizi bir hamlede yormak istemedi.

Tip: 1) Müslümanlıklarını Allah’a bir kıyak görenler:
Müslüman olmalarını Allah’a, Resûlüne ve müminlere baş kakıncı yapıp, onları minnet altında kılmak isteyenler. Lisan-ı halleriyle  “Müslüman olduk hani bu kıyağımızı  görün, size olan bu iyiliğimizi unutmayın” deyiciler.
Bunlar sureta teslim olmuş, İslam dairesine girmişlerdir, ama iman henüz kalplerinde yer etmemiştir.
يَمُنُّونَ عَلَيْكَ أَنْ أَسْلَمُوا قُلْ لَا تَمُنُّوا عَلَيَّ إِسْلَامَكُمْ بَلِ اللَّهُ يَمُنُّ عَلَيْكُمْ أَنْ هَدَاكُمْ لِلْإِيمَانِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (17) [الحجرات : 17]
"İslam'a girmelerini senin başına kakıyorlar. De ki: "İslamınızı benim başıma kakmayın! Aksine, eğer özü sözü doğru insanlarsanız, sizi imana kılavuzladığı için Allah, hepinizi minnet borcu altına sokar"

Bu tipler kendilerini bir bok zannederler ve üzerlerine köpekler siydikçe de daha bir şişerler.

Tip:2) Mecburiyetten ve Pazarlıkçı müslümanlar
Mekke fethedilmiş, İslâm etraf kabileler arasında da yayılmış. Sadece Sakif (Taif) kabilesi  kalmış, onlar da mecbur kalmışlar bir heyet olarak Medine’ye gelmişler, Hz. Peygamber ile pazarlığa başlamışlar. Hani ne koparırsak kârdır kabilinden. Hz. Peygamber de onların isteklerini bir yere kadar kabul etmiş, ama iş dinin direği mesabesinde olan namaza kadar gelince: “Yoo, demiş,  (o kadarı da fazla) rükusuz bir dinde hayır yoktur!”[1]
Taif halkı zamanla bu tutumlarını bırakmış ve İslâm potası içinde, diğer Müslümanlardan farksız bir şekilde kaynaşmış gitmiş olmalılar.
Siyasette imtiyazlılık olabilir ama, dinde - diyanette  “ihlas ile bağlılık ve dinin gereğini içtenlikle yerine getirmek” esastır.
Sen Ömer olsan, bunlarla Bedir ashabını aynı teraziye koyar mıydın? Koymazdın değil mi? Garibce de koymazdı.

Tip 3) Bedevi, Dağlı, Yörük, Türkmen Müslümanlığı. Bunların en güzel temsilcilerini Bektaşi meşrep kişiler yapıyor olmalılar. 
Biz vaktiyle Arnavutluk’taki Dünya Bektaşileri Merkezindeki Baba’ya “Namaz?” diye sorduğumuzda : “Biz zikr-i dâim üzereyiz” şeklinde müthiş bir cevap vermişti. Ve ben Garibce olarak bu söz karşısındaki acziyetimi ve de şaşkınlığımı hâlâ giderebilmiş değilim. Zikr-i dâim üzere olmak, ne muazzam bir şey.
Ruhi Fığlalı Hoca, yaptığı çalışmasında “Alevîliğin, henüz İslamlaşma sürecini tamamlamamış bir olgu” olduğu sonucuna varır. Bir bakıma doğru sayılabilir.  Fakat Garibce der ki, bu bir meşrep işidir ve aynı meşrep Hz. Peygamber zamanında da vardı ve buna rağmen Hz. Peygamber  onların varlığını yadırgamamıştı. Çünkü bu meşrepte insanlar her zaman  ve her yerde olurlar.  Bunları Ebu Bekir ve Ömerlerle bir tutar ve onlara davrandığın gibi bunlara da davranırsan zaten elinde tutamazsın, yanına bile yaklaşmazlar. Onları işte öylesine hoşnut tutacaksın. “Gel! Gel! Her ne olursan ol gel!”  demeye devam edeceksin.
Geliyor bir dağlı (bedevi) Hz. Peygamber’e: “Senin getirdiğin bu ahkâm (şerâi’ hani namazdır, oruçtur, zekâttır…) bana ağır geliyor. Benim bunları yapmam zor. Sen bana yapabileceğim bir şey söyle, hem de öyle zor olmasın, aklımda kolayca tutabileceğim bir şey olsun” diyor. Hz. Peygamber de bakıyor duruma, adam dağlı, ne desin? “Peki, diyor, o zaman sen de Allah’ın adını dilinden düşürme!”
سنن ابن ماجة ـ محقق ومشكول - (4 / 707)
3793- حَدَّثَنَا أَبُو بَكْرٍ ، حَدَّثَنَا زَيْدُ بْنُ الْحُبَابِ ، أَخْبَرَنِي مُعَاوِيَةُ بْنُ صَالِحٍ ، أَخْبَرَنِي عَمْرُو بْنُ قَيْسٍ الْكِنْدِيُّ ، عَنْ عَبْدِ اللهِ بْنِ بُسْرٍ ، أَنَّ أَعْرَابِيًّا قَالَ لِرَسُولِ اللهِ صَلَّى الله عَليْهِ وسَلَّمَ : إِنَّ شَرَائِعَ الإِسْلاَمِ قَدْ كَثُرَتْ عَلَيَّ ، فَأَنْبِئْنِي مِنْهَا بِشَيْءٍ أَتَشَبَّثُ بِهِ , قَالَ : لاَ يَزَالُ لِسَانُكَ رَطْبًا مِنْ ذِكْرِ اللهِ عَزَّ وَجَلَّ.

Şimdi bakıyorum da “Biz zikr-i dâim üzereyiz” diyen adamların meşrebi, tam da bu bedevînin meşrebi. Demek ki onların da sahabeden (Bu bedevîyi de sahabî sayıyorsak)  bir pirleri var. İşin üzücü tarafı Arnavutluk’ta vaktiyle % doksanların üzerinde olan Müslüman nüfusun şimdilerde yetmişlerde olması. Niye? Çünkü Bektaşiler, kendilerinin Müslüman değil ayrı bir din mensubu olduklarını orada kabul ettirmişler. Buna sebep de Müslüman nüfusu şimdi % yetmişlerdeymiş.
Yahu Garibce’ye sorsalardı. O, onların bu halleriyle de Müslüman olduklarını, hatta sahabeden pirlerinin bile olduğunu onlara söyleyebilirdi ama. Ne yapalım herkes kadir kıymet bilmiyor. Şimdilerde de bizim Alevîler (sadece azınlık bir kısmı)  tutturmuşlar, biz Müslüman değiliz, biz başka bir din mensubuyuz diye ısrara. Hâlbuki hiç lüzum yok. Müslümanlık o kadar dar bir daire değil ki.  Size de yeter bize de. Hem siz kim biz kim. Herkese orada bir yer bulunabilir. Yeter ki niyetler halis olsun. Hem -Ey Aleviler!- Müslümanlık için sizin edebiyatınız yeter. Dört kapı kırk makamınız fazla bile gelir.
Bir topluluk ki cenazesini  “Bismillah ve alâ milleti Rasûlillah” diye kaldırır, hâlâ onları ayrı gayrı görenlerin gözlerinde mutlaka bir körlük, bakışlarında bir şaşılık olmalıdır.
Devam edecek.
Şimdilik hoşça kalın.

31.08.2012
GARİBCE




[1] مسند أحمد بن حنبل - (4 / 218)   عن عثمان بن أبي العاص : ان وفد ثقيف قدموا على رسول الله صلى الله عليه و سلم فأنزلهم المسجد ليكون أرق لقلوبهم فاشترطوا على النبي صلى الله عليه و سلم ان لا يحشروا ولا يعشروا ولا يجبوا ولا يستعمل عليهم غيرهم قال فقال ان لكم ان لا تحشروا ولا تعشروا ولا يستعمل عليكم غيركم وقال النبي صلى الله عليه و سلم لا خير في دين لا ركوع فيه قال وقال عثمان بن أبي العاص يا رسول الله علمني القرآن واجعلني إمام قومي

30 Ağustos 2012 Perşembe

Yeğnilik Okuma

 
İman, güçtür, sığınaktır, korunaktır.
İnançlı olanlar güçlü olurlar. Başarılı olanlar bir şeye inananlardır.
Sanırım neye inanıldığının çok da önemi yoktur. İmanın bizatihi kendisi bir güçtür.
Eğer bakıcı memleketten bahsediyorsa, zararı yok yalan da olsa insanın hoşuna gidiyor ve insanı mutlu kılabiliyor.
Ömer Rıza Doğrul: “İman öyle bir güçtür ki inanılan kimsenin elinde nice mucizeler, nice kerametler yaratır”  diyor.
O imanladır ki nice şeyh uçuyor, nice evliya denizin üstünde yürüyor, nice yatır şifa dağıtıyor.
Ben Garibce, onu bunu bilmem. İçim sıkıntılı olduğu zamanlarda, kabz halinde  hanıma: “-Hanım! Beni bir oku!” derim. O da okur. Ne okur bilmem. Bazen okurken esner esner, gözleri yaşarır. ‘Sen de nazar var’ der. Sanki bendeki sıkıntıları kendi üzerine alıyormuş gibi olur. Sonunda ben bir yeğnilik hissederim. 
İşte bu okumanın adı “yeğnilik”tir. Yeğnilik,  hafiflik  anlamındadır.  Sırtındaki yükün kalkması sonucu insanın hafiflik hissetmesi gibi, sıkıntıların terk edip yerini huzur ve sükunete, dinginliğe  bırakması halini ifade eder.
Biz bu geleneği öncekilerden tevarüs ettik. Okullarda okumadık.  Bu anlamda okullarımız  gereğinden fazla bilimsel /seküler tavırlıydı. 
Genelde bu gelenek “el alma” yoluyla aktarılırdı.
Bu yaşa geldik ne tutacak bir el, ne de tutunacak bir dal bulamadık.  Haydi gel sen ol da yanma!
Sanıyorum bu işe liyakat için “saf” olmak gerekiyor. Ne yapalım demek ki o da biz de yok!
Hem herkes her şey olacak değil ya!
Ayrıca benim bir okuyucum da var. Hem de elini tutacağım, başımı dizine koyacağım, gözünün içine bakabileceğim biri.  Daha ne isterim ki!
Şifa olsun!
Kalın sağlıcakla.

30.08.2012
GARİBCE

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Hiç Muska Yazdınız Ya Da Yazdırdınız mı?



"-Şifa Allah’tan değil mi?"
“-Evet!”
“-Kur’an şifa değil mi?”
“-Evet!”
“-İyi de neden o zaman yazmıyorsun bana bir muska! Yok babam, bunlar hoca değil!”

Bizim İmam-Hatip nesli bu türden muhabbetlere çok muhatap olmuştur. Şifanın Allah’tan olduğuna inanır, Kur’an’ın da şifa olduğunu bilir. Ama bir kimsenin derdine derman olmak için oturup da bir muska yazmasını bilmez. Yahut en azından okuyup, üfürmesini, arada bir tükürmesini… Bunları bize öğretmediler. Millet de hoca diye bunları bizden bulamayınca şifalarını başka adreslerde aramaya başladılar. Bir sürü medyum, cinci hoca, Ali Kalkancı bu boşluğu servete dönüştürdü. Hatta bizim komşu rahmetli okuma yazma bilmez Battal Emmi bile buradan bir ekmek çıkarmak için epey uğraşmıştı.
Bunların faydası var mı?

Rahmetli Garib Ali anlatırdı: Vaktiyle yaylada otururken bizim avrat her köye gidişimizde, “-Herif  Abdurahman Usta’ya bir muska yazdır” der dururdu. Gene birinde böyle sıkı sıkıya tembih etmişti. Biz de köyden yaylaya dönmek üzere yarı yola varmıştık ki aklıma düştü. Gene muskayı yazdırmamıştım. Tâ Yayla Damı’nın orda. Yanımda da bizim yeğen Sarı Bıyık vardı. Dedim ona:
“-Ula yeğen! Görüyor musun, bak gene muska yazdırmayı unuttuk. Şimdi elimiz boş böyle varırsak avrat gene bizim başımızın etini yer. Geri dönüp yazdırsak yol bir hayli uzadı, vakit geç oldu. İyisi mi gel bunu biz kendimiz yazalım!
Neyse cebimden defter- kalem çıkardım.”
Garib Ali kendi akranları içinde ender okur yazarlardandı. Onun yazısını ancak kendisi ve bir de benim gibi aileden olup yazısını yakinen bilenler okuyabilirdi. Harflerinin bacakları uzun uzun olurdu.

“Ondan sonra başladım muskaları yazmaya. Hani bildiğimiz falan yok, kargacık burgacık bir şeyler çiziktiriyordum. Neyse üç tane muska yazdım. Alayçığa  (basit yayla evi) varınca Avrat dedi:
“-Herif muskayı yazdırdın mı? Bu kez de unutmadın inşallah!” Dedim:
“-Yok! Yok! Yazdırdım. Aha işte. Şunu yedi kat muşambaya sarıp boynuna asacaksın. Şunun ıslatıp suyunu içeceksin, şunu da bir ulu ağaç dibine gömeceksin…” “İyi, sağ ol, ellerine sağlık!” dedi ve bizim avrat bu dediklerimi itina ile bir bir yaptı ve iyi oldu. Hiç bitmeyen şikâyetleri kesildi.
Aradan yıllar geçti. Bir gece muhabbet esnasında laf lafı açtı ve ben “Avrat! dedim, hani vaktiyle yaylada sen Abdurahman Usta’dan muska yazdırmamı istemiştin ve ben de muskaları sana getirmiştim ve sen onlardan birini boynuna takmış, diğerlerini şöyle şöyle yapmıştın ya…!”
“-Eee!”
“-Eeesi o ki aslında o muskaları Sarı Bıyık ile ben kendim yazmıştım. Abdurahman Usta’ya yazdırmayı unutmuştum, yolda da aklımıza düşmüştü. Senin korkundan Yayla Damı’nda oturup biz kendimiz yazmıştık…”
“Bizim avrat” diyor Garib Ali “yıllar sonra bunun üzerine gene aynı hastalığa yakalandı ve şikâyetlere başladı.”

Olur mu? Olur!
Ömer Rıza Doğrul der ki: “İman öyle bir güçtür ki inanılan kimsenin elinde nice mucizeler, nice kerametler yaratır”. El-hak doğrudur.

Bugün hastalıkların birçoğunun psikolojik olduğu artık herkesçe müsellem. Tıp da zaten bir bilim olmaktan öteye bir “iyileştirme sanatı” imiş. Hal böyle olunca bir hastayı iyileştirmenin birçok farklı yolu olabiliyor.

Derler ki sıtma muskası için “Sıtma! Bu iti tutma!” diye yazılırmış. Ben şükür ne sıtmaya tutuldum ne de sıtma muskası yazdırdım. Öğrenmiş olmama (!) rağmen şimdiye kadar da kimseye yazmadım.

Ama bütün bu ve benzeri örnekler muska yazmanın, okuyup üfürmenin ve tü tü tü diye tükürür gibi etmenin galiba insanların şifa bulmasında yeri var.
Anadolu’da yeğnilik okuma çok yaygındır ve hemen herkes birbirine okur, üfürür. Okumalar esnasında esnemeler başlar. Bu nazara yorulur.

Biz İmam Hatip nesli bu işi öğrenemedik. Çok bilimselci olduk. Bilimsel verilere uymayan pek çok şeyi hatta nasları bile tevile kalkıştık.  Bilimsel verilerin esasen yanlışlanabilir şeyler olduğunu hesaba katmadık.

Bugün bu boşluğu kimler dolduruyor. Malum. Bunlardan kimi bilimsel çatılar altında yürütüyorlar mesleklerini, çok iyi de para kazanıyorlar. Kimileri ise istismar ediyor insanların zaaflarını. Kimse de hesap sormuyor.

Şu uzun gecenin gecesi olsam
Sılada bir evin bacası olsam
Dediler ki nazlı yarin pek hasta
Başında okuyan hocası olsam


Belli ki insanların manevi desteğe ihtiyacı var.
Sevmeye ve sevilmeye muhtaçlar: İşte size bir siteden bir muhabbet muskası:
41 Adet Fülfüle Birer defa cin suresini 10. Ayetin Sonuna kadar oku birebir ateşe at yakarken falan bin falanda benim aşkımdan böyle yansın de sahihtir eğer inanmazsan bir hayvanın niyetine oku göresin ki yanından ayrılmaz. Daha detaylı bilgi için bizimle iletişime geçiniz. (Yazı aynen kopya edildi)
Bu son cümlenin tercümesi şöyledir: Bu gibi işler parasız olmaz. Tahsili de bize aittir.
Garibce ne etsin, ne desin şimdi?!
Allah cümlemize şifa versin!
İnsanın ölürken başını dizine koyacağı bir sevdiğinin olması, alnındaki boncuk boncuk terleri şefkat ve merhametle silen bir elin serinliğini yüreğinde hissetmesi, iman ettiği bir dine mensup saygıdeğer bir hocanın başında okuyor olmasının verdiği güveni duyması herhalde güzel bir şey olmalı!
Garibce doğrusu böyle bir ölümü çok arzu eder!
Ama ya nasib!
Dua ile!
30.08.2012
GARİBCE


Garibce'nin Eşşek Şakası


 

Hiç eşek şakası yaptınız mı? Yapmadıysanız hiç de denemeyin. Hele size yapılmasını hiç arzu etmeyin.

İşte size klasiklerden bir öykü:

Ayı ile tilki arkadaş olmuşlar. Neden olmasınlar? Aralarında ne ezelî bir rekabet var ne de düşmanlık. Öylesine bir arkadaşlıktır tutturmuşlar, güzel güzel oynuyorlar, eğleniyorlarmış.

Bir gün tilkinin muzipliği tutmuş ve ayı ile eğlenmek istemiş. Bir ağacın arkasına saklanmış ve yaklaşan ayıya ansızın “Öh!” deyince ayı fena korkmuş ve altına etmiş. Ayıların böyle bir huyları varmış, korktuklarında altlarına fena ederlermiş.

Ayının tilkiye canı çok sıkılmış ve onu yakalayıp, güzelce bir hırpalamak istemiş. Eline geçirdiği tilkinin burnunu yere sürtüyor ve öfkesini çıkarmaya çalışıyormuş. Tilki:

“-Niye bu kadar büyütüyorsun, altı üstü bir şaka yaptık. Gösterdiğin tepki reva mı?” diyormuş. Ayı, tilkinin burnunu kaçırdığı dışkılarının üzerine sürüyor ve : “Bak bakalım, bunlar ne? Bunlar hiç öylesine bir şakaya benziyor mu?” diyormuş.

Bu öykü Garibce'ye ot biçim mevsimi Gödelek Ahmet Emmi'nin bir çalı ardında abdest bozarken ardıç ağacının başında varlığını hissettirmesiyle şalvarına kaçırtması olayını hatırlattı. Ama bizim Ahmet Emmi iyi bir adamdı, öyle burnumuzu  ettiği şeye sürtme gibi bir hevesi yoktu. Allah rahmet eylesin!
 
Vaktiyle ben de bir eşek şakası yapmıştım. Çocuk iken eşekleri yayar akşamüzeri de onlara biner dörtnala köye dönerdik. Tabi ben dörtnala binmesini beceremezdim. Çoğu çocuklar eşeğin sağrısı üzerine (arka etli ve yumuşak kısım) binerler, dörtnala sürerlerdi. Ben onlara imrenirdim fakat binemezdim. Hemen düşerdim. O yüzden ön kısmına biner iki ayağımla da iyice kavrar ve likliki öyle giderdim. Tabi bu biniş şekli rahat değildi ve çok da yorucuydu.

İşte öyle bir mevsimde bir akşamüzeri, Uçuk’tan gelen yolun altındaki arkın kenarına oturmuş ve oradaki kındıradan kendime papak örmekteydim. Kındıra, sulak yerlerde biten top top olan ve 40-50 cm uzunluğunda ince uzun yuvarlak içi delik saplı bir bitki. Eşeğe iyi binemezdim ama iyi papak örerdim. Çoğu çocuk benim yaptığımı beceremezdi.

Ben orada papak örmekteyken Abdullah’ın Ahmet, eşeğe binmiş dörtnala geliyordu ve ben onun gelişini görmüştüm. O ve eşeği beni görmüyordu. Tırıs yaklaşıyorlardı. Tam yanıma yaklaştıklarında oturmakta olduğum yerden aniden kalkıverirsem eşek nasıl bir ürktü ama ani bir frenle gerisin geri kaçmaya başladı, üzerindeki Ahmet ise arkın kenarındaki taşların üstüne gelecek şekilde düştü ve başı yassı ve sivri bir taşa gelmiş, kafatası kemiği kırılmış, denildiğine göre beyni görülecek derecede yaralanmıştı.

O zamanlar insanların canı şimdiki kadar tatlı değildi. Doktor, cankurtaran, helikopter ambulans… şu bu hiçbiri yoktu. Kanamalar konursu yakılarak ve külü yaraya basılarak durdurulurdu.  İnsanlar bu gibi kazalardan sonra ölmeyeceklerse kalkarlardı. Öleceklerse zaten demek ki öleceklerdi. Ahmet çok şükür ölmedi. Ama ben çok korktum. Ahmed’in burnunun kanamasını bile istemezdim. Sadece bir muhabbet olacak diye düşünmüştüm. Hem ne bileyim ben “Attan düşen döşeğe, eşekten düşen taşa düşermiş”

Bile bile yapmadığımı, sesi duyunca merak ederek ne olduğunu öğrenmek için başımı kaldırıp baktığımı falan söyledim… Yalanım ne kadar inandırıcıydı bilmiyorum. Üstelik de benim eve gitmek için yolum onların evlerinin önünden geçiyordu.

Abisi Musa benim akranım ve arkadaşımdı. Bizim dükkândan kaçırdığımız Barut’u çok rüzgârlı bir günde yakmaya çalışmıştık. Bir türlü yakamıyorduk. Musa benim gibi değildi, çok becerikli bir çocuktu. Okulun alt tarafında bir çukur buldu ve barutu oraya koydu. Üzerine eğilerek rüzgârdan dulda yaptı ve kibriti çaldı. Ancak böyle yakabileceğimizi düşündü. Ve yaktı da. Tabii barutun ateş almasıyla birlikte Musa’nın yüzünü tamamıyla alev sardı. Yüzünde kaş, kirpik her ne varsa yanmış çok kötü olmuştu. Gözleri yumuk nasıl bir dereye koşuşu vardı! Gene ki Allah korumuştu.

Abisi Cuma büyüktü ve onunla da bir Abdal Kuşu tutma maceramız vardı.

Neyse ki korka korka ben evlerinin önünden geçtim. Bana bir şey demediler. Korkum zaten ceza olarak yetmişti.  Ahmet de Allah’a emanetti. Zaten yetim büyümüşlerdi. Allah’ın himayesindeydiler.  Sonunda o da iyi oldu. Ama ben gerçekten çok korkmuştum. Şimdi bile bu satırları yazarken benzer hisler duydum.

Bir anlık “Öh!” demenin nelere mal olabileceğini, ayı gibi altımıza etmesek de biz de öğrenebilmiştik.

Siz siz olun kimseye öyle “Öh!  Möh!” demeyin.

Herkes Ahmet gibi olmaz. Bakarsınız tilkinin başına gelen sizin de başınıza gelebilir.

Vesselâm!

29.08.2012
GARİBCE

Yolda Büyük


Bu tabiri hiç duydunuz mu bilmiyorum?
Bu, hani trafikte geçiş üstünlüğü var ya, işte öylesine bir anlam taşıyan bir tabir (di).
Eğer trafikte insanlar bu kuralları biliyorlar ve gereğini yapıyorlarsa kaza olmaz, trafik güzelce işler, herkes hakkını bilir, kimsenin itirazı olmaz. Ama öyle olmaz da kural bilinmez ya da kurala uyulmazsa herkes aynı anda burnunu uzatır, sonunda ya trafik kilitlenir, ya da biri diğerine vurur ve kazalar olur.
İnsanlar arası ilişkilerde de benzer kurallar vardı ve buna “âdâb” denirdi. Hikaye dili ile ifadem inşallah çoğu okuyucu tarafından garibce bulunmuştur. Yoksa gerçekten sosyal alanda gerçek bir kayıp içerisindeyiz demektir. Çünkü insanlık hakkında  gerekli olan şey  için illâ edeb illâ edeb! Demişler.
Bu konu nereden aklıma geldi. Dün bir elimde bardaklar, diğer elimde demlik lavaboya doğru giderken, iki kız öğrencinin de çaprazdan bayan tuvaletine doğru gitmekte olduklarını gördüm. Ya onlar ya da ben durup yol vermezsek mutlaka çarpışacak haldeydik. Garibce’nin yaşı yarım asrın üzerinde, saçları ağarmış (sakal olsa saç sakal ağarmış demek durumunda olacaktım) yüzünde yılların izi yer tutmuş… Sırf insan olarak yol üstünlüğü bende olmalı diye durmaz ve ilerleyebilirdim. Üstelik de hocalık vardı. Beni tanıyorlar mıydı, tanımıyorlar mıydı? Onu bilmiyorum. Atar hocamız bizim Marmara İlahiyat’ı Selimiye Kışlası’na benzetir. Vaktiyle baba oğul aynı yerde askerlik yaparlarmış, seneler geçermiş de birbirlerini görmezlermiş. Bu itibarla muhtemelen beni hoca olarak tanımıyor olabilirler. Ya da yeni gelmiş olabilirler veyahut misafir olabilirler. Ama öğrenci oldukları belli.
Sonra kendi kendime ne düşündüysem ani bir duruşla durdum ve kızlar, trafikteki “tamponun tozunu alma” tabiri var ya işte o kabilinden nerdeyse elimdekilere değecek şekilde önümden geçtiler. Belli ki benzer bir tereddüdü onlar da yaşamışlar. Şükür kazasız atlattık.
Buna benzer olaylar çok oluyor. Özellikle Fakültenin kontenjanı iyice arttıktan ve fakülte nüfusu kalabalıklaştıktan sonra daha çok da kapı girişlerinde özellikle de kız öğrenciler tarafından eğer onlara yol vermemişseniz herkes için demek yanlış olur ama bazıları için üzerinize üzerinize geldiklerini görebilirsiniz.
Anadolu’da “yolda büyük” diye bir tabir ve anlayış vardı. Örnek olarak yaşça büyük olan bir gelin, kendinden küçük olan kayın biraderinin önünden gitmez, “Sen yolda büyüksün” diyerek eğer yan yana gidemeyeceklerse onu öne sürerdi. Keza biz henüz İmam Hatip talebesi iken köyde rahmetli Halil Çavuş’un odasına vardığımız zaman meclistekilerin hepsi de yaşlı başlı adamlar olmasına rağmen bizi başköşeye oturtur ve “Sen yolda büyüksün” derdi.
Koca koca kadınlar oturuyorlarken, yaşça kendinden küçük erkekler yanlarından geçiyorlarken, eğer ayağa kalkmamışlarsa, “Kusuruma bakma oğlum, kalkamadım!” diye mazeret beyan ederlerdi.
Diyeceksiniz ki Garibce iyice maziye takılmış. Evet doğru, bu anlattıklarım birer davranış biçimleri olarak mazide kaldı. Ama saygı ve sevgi de herhalde mazide kalmadı ya da kalmamalı.
Erkekler vaktiyle  “kavvam” yani kadınların bütün umurlarını üstlenmiş oldukları için haydi diyelim yolda büyük idiler. Peki, şimdi ne olacak? Yolda büyüklüğü hangi kıstas ile ölçeceğiz. Eski, eskidi ise yeni kalıplar bulmamız gerekiyor.  Erkek erkek olduğu için üstünlüğü hak etmiyorsa, kadın da kadın olduğu için üstünlüğü hak etmemeli. O zaman daha başka ölçütler bulunmalı.
Sağda olmak (el-Eymen fe’l-eymen) bir ölçüt olabilir mi? Yürümek için önce sol ayağını atmaya alıştırılmış bir nesil buna ancak tersinden uyabilir. (Sahi toplu yürüyüşlerde neden önce sol ayak atılır? Hiç düşündünüz mü?)
El-Akdem fe’l-akdem ilkesi bir ölçüt olabilir mi? Yani öncelik önde olanların. Camiye kim erken geldi ise istediği yere oturur, öncelik onundur.  Pek çok yerdeki oluşturulan kuyrukların mantığı budur. Evvel gelen sırasını alır.
Ama otobüsün kapısında önde olanlar arasında  “Siz buyurun efendim!”, “Hayır efendim lütfen siz buyurun!”  “Zinhar olmaz efendim, zatıaliniz siz buyurun!”  türünden muhabbetler olacaksa, zaten aradan sıvışarak biniverenler de haklı olur. Bu mantığa göre önceden binmiş ve otobüs koltuğuna kurulmuş gençlerin, tepelerinde dikilen yaşlıları görmezlikten gelerek özellikle de uyur numarası çekerek pozisyon almalarına da gerek kalmaz. Çünkü oturmak köküne kadar kendi hakları olur.
Peki, kadınların camideki yerleri neresi olacak? Yeter artık bodrum katlarda, izbe ve rutubetli yerlerde, duvarlar ya da kalın perdeler ardında  varlıkları ile yokluklarının fark edilemediği sözde mekanlarda olmaya devam mı edecekler. Yoksa, yoksa ne?
Sosyal yapının kıblesi hâlâ aynı mı, yoksa değişti mi?
Bana garibce de olsa değişmiş gibi geliyor. Safların dizilişi erkekler-erkek çocuklar ve kadınlar şeklindeydi. Kıble değişti herkes gene kendi yerinde kalacak sadece arka ön, ön de arka olacak, o kadar. Bir de Amine Vedud bulduk mu imamet de tamam. Oldu bu iş vesselam! İlahiyatların şu andaki kontenjanlarının %80’i kız olmaktadır. Altyapısı da hazırlanmış gözüküyor.
Görsün ondan sonra erkekler, en arkada olmak neymiş bakalım.
Sahi araya da perde koyarlar mı acep?
Söz döndü dolaştı nereye geldi? Haydii, yeniden mecrasına al bakalım nasıl alırsan?
Garibce bu konunun çok ciddî olduğunun farkında, o yüzden ciddiyetle meseleye eğilmek istedi. Ama imkânlar ancak bu kadara elverdi.
Şimdilik  huzurlarınızdan ayrılıyorum. Ama geri geri mi gidecektim, yandan mı çark edecektim, sol ayağımı mı yoksa sağ ayağımı mı önce atacaktım bilemiyorum. Saygı ve sevginin yeni ölçütlerini bize kim öğretecek?! Garibce ilk kez, bu konuda acziyetini itiraf ediyor ve kalıbını bilmediği saygı ve sevgisini buharlaşmadan sizlere ulaştırabilmenin sancısını çekiyor.
Sancısız huzurlu günler dileğiyle. Hoşça kalın!

29.08.2012
GARİBCE



 
Not: Amine Vedud Amerika’da Cuma namazı kıldıran kadındır.

28 Ağustos 2012 Salı

Takılar nasıl takılıyor?


 

Efendim, cümlenizden Hak razı olsun!

Eş ve dost ile sonunda gelinimizi getirdik ve neyi sembolize ediyor bilmiyorum ama arabadan inince önünde içi tahıl (arpa, buğday…), şeker ve küçük bozuk para dolu bir testiyi (toprak kabı) ayağının dibinde kırdık. Kayın valide otoritesini tesis için mi yapıyor/yaptırıyor bunu bilemiyorum.  Hani itaate yanaşmazsan, şimdi önünde kırıyorum, o zaman kafanda kırarım, demek gibisinden (Şaka şaka! Hiç kayınvalideler gelinlerine kıyabilirler mi?).

Bazı yerlerde testiyi gelinin kendisi kırıyormuş.

Tahıl genelde bereketi sembolize eder. Gelişinle/gelişimle evimize bereket dolsun ve dışarılara taşsın, gibisinden.

Bozukluk paralar çocukları sevindirmek için.

Şekerleri toplama da evlenecek çağdaki genç kızlar için(miş). Kim kaparsa bahtı açılırmış hani.

Sonra gelin ve güveyi kendileri için hazırlanmış olan masaya oturdular. Bir dua yapıldı.

Anadolu’da düğünler hem duasız, hem de davulsuz zurnasız olmuyor. Biri başladı mı öbürü susuyor, birlikte düğüne hem maneviyat hem de neşe katıyorlar. Düğünler, İstanbul’daki pek çoğunun aksine cenaze merasimlerinden çok düğüne benziyor.

Sonra takı merasimi başladı.

Garibce uzun yıllar böyle bir düğünde bulunmamıştı. O yüzden ilgi ile izliyordu.

Sonra cazgır biri damadın anne ve babasından başlayarak takılan takıları yüksek sesle ilan etmeye başladı. Bir eliyle kaldırıyor ve “Damadın annesinden bir bilezik!” diye bağırıyor, herkese gösteriyor. Varsa zarflar açılıp içindeki açıklanıyor. Hiçbir şey gizli saklı kalmıyor.

Aaaa! O da ne? Damadın kız kardeşi eline almış koca bir defter o da ilan edilen takıları yazıyordu. Falanca’dan bir yarımlık, filancadan bir çeyrek…

Meğer usul böyle imiş. Takılar bir anlamda ödünçmüş. Ben ne taktıysam sen de onu takmalıymışsın. Ya da sen ne taktıysan ben de yarın senin oğluna kızına onu takacakmışım.

Şehirde bu yok mu? Var, ama biraz daha rafine galiba. Onlar da kameraya alarak yapıyorlar bunu.

Şöyle ya da böyle bu takı işi önemli bir dayanışma. Bugün sana yarın bana. Ya da bugün sana yarın bana!

Yahu başka türlü olsa olmaz mı? Yani sırf yardım amaçlı ve gönülden ne kopuyorsa. Hayır! Niyet etmede bir sakınca yok, ama sonuç böyle.

Muhtara dedim, “Sen ne takıyorsun?”. Dedi: “Herkese taktığım şeyi!” Dedim “Koca muhtar, ayıp olmuyor mu?”

Dedi: “Ama ben herkes gibi ödünç takmıyorum. Herkes ödünce gidiyor.”

Bu şu anlama geliyor: Eğer sizin everecek oğlunuz kızınız yoksa yahut birkaç sene burada birkaç sene başka bir şehirde yaşamakta olan bir memur vb. iseniz sizin takılarınız gerçekten bağış anlamına geliyor. Çünkü ödünç olarak size geri dönmesi imkânsız oluyor.

Şöyle ya da böyle bu takı işini sevdim. Damadı, muhtemelen altına girmiş olduğu borç yükü açısından rahatlatıcı bir şey.

Ödünç olarak geri ödemesine gelince, yarın ola hayır ola. Ya da kim öle kim kala!

Bugün damat olarak benim yarama merhem oldu ya, gerisini Hak getire!

Bütün yavrularımızın mürüvvetini görmek dileğiyle!

Hoşça kalın, huzurla kalın!

 

28.08.2012

GARİBCE
 
 

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Bayram Güzeldi


 

Allah bize iki bayram vermiş; Ramazan bayramı ve Kurban bayramı.

Bir ay boyunca oruç tutup arkasından bayram etmek güzel bir şey. Ramazan bize farkında olmasak da çok şey kazandırdı. Fakir fukaramız da bu ayı ve bayramı çok sevdi. Çocuklarımız da keza öyle.

Hele elleri öpülen yaşlılarımız, ziyaret edilen gözleri kapıda  hastalarımız… Onların ki daha da bir güzel olmuştur.

Garibce de en güzel bayramlarından birini geçirdi. Uzun yolculuklarla geçse de büyük haz aldı. Sevindi. Yakınları sevindirdi. Ailesi yanındaydı. Ayrı düşmüşlerle de görüşmüştü.  Serin sularda çimemese de huzur ikliminin saadet pınarlarından kana kana içebilmişti. Allah’tan daha ne istesindi.

Bayramın ilk günü yola çıktığımız için ve cumartesi günü de döndüğümüz için yollar güzeldi. Genelde insanlar kurallara uyuyordu. Zaten kural ihlallerinin çoğu, kuralın hayatı zorlaştırması sonucunda oluyor. Çift şeritli gelişli gidişli yollar için 90 kilometre hız sınırı koyarsanız herkes kuralı ihlal eder. Ama 110 sınırına çıkarırsanız o zaman sadece bir yerlerinden zoru olanlar ihlal eder ve de öyle oluyor.

Gelirken ben yanımızdan hızla geçen birinin ardından dedim ki: Bu araçları satın alırken bu adamlardan aracın kıymeti kadar kuralsızlık parası alacaksın ve ondan sonra sizin için hiçbir kural yok diyeceksin. Adam zaten bütün kuralları ihlal ediyor. Çünkü sahip olduğu gücün güdümünde gidiyor, kendisi o gücü kontrol edebilecek güce sahip olamıyor. Ondan sonra o araçları zapt edebilene aşk olsun! Sen azami hız limiti 120 ile hasbelkader sol şeritte giderken bir anda arkanda biten o türden araçlardan korkudan ne yapacağını bilemiyorsun. Hemen sağa kaçabilmek için şerit de müsait değilse, adamın ödü düşüyor, sanki üzerinize çıkacakmış gibi yüksek bir hızla yaklaşıyor ve selektörlerle de senin ne işin var bu şeritte der gibi canınızı acıtıyor.

Eee, hakkı da var adamların, senin gibi bir GARİBCE’nin ne işi var yolun solunda. Nasıl olsa ulaşacaksın menzili maksuda sonunda. Ya oraya ya buraya.. Mahal yok aceleye.

Hz. Peygamber “İnne’l-münbette lâ ardan kata’a velâ zahran ebkâ” buyuruyor. Bu sözün trafik edebiyatındaki tercümesi “Acele eden ecele gider” demektir. Harfi tercümesi is şöyle “Acele eden ne yol kat edebilir ne de binit bırakır!”

Ve sonunda sağ salim döndük evimize.

Bayram gerçekten güzeldi.

Daha nice bayramlar görmek umuduyla!

Sevgi ve saygı ile!

 

27.08.2012

GARİBCE

26 Ağustos 2012 Pazar

Garibce Özne Övdü



Garibce hem bayram ziyareti hem de yeğeninin düğününde bulunmak üzere Toroslar’a kadar uzanan ve bir hafta süren bir seferdeydi.
Hem bayramın hem de düğünün sevincini yaşadık. Yavrularımızın mürüvvetini görmek, biz büyükler için çok güzel bir duygu.
Garibce gelinin evinden çıkarılması sırasında hemen yanında kardeş kuşaklarının bağlanmasını ve gelinin babasıyla ve yakınlarıyla vedalaşmasını gördükten sonra dua ederken kedisini tutamadı ve duasını bitiremedi. Damadın babası agasının boynuna sarıldı. Bütün bu duygular, hüzünden değil, saadettendi.
Benzer duygular yaşamak da herhalde bir nasip meselesi. Allah cümlemize mutluluk nasip etsin. İnsan olarak nihaî amacımız herhalde ünsiyeti, huzur ve sükunu ve bunların bir araya gelmesiyle hâsıl olan saadeti devşirmek olmalı.
Sonunda gelinimizi aldık ve damat evine geldik. Merasimler ve ikramlar, bir düğün evinde olması tabii olan şeyler.
O gece yatsı namazı için camiye vardığımızda biri evli diğeri bekâr iki sağdıcın aralarına aldıkları damadın tam imamın arkasına gelecek şekilde namaza durmuş olduklarını gördük. Demek bazı âdetler devam etmekteydi. İmam, beni tanıyordu ve benden bu münasebetle bir iki kelam etmemi istedi. Bir iki kelam ve duadan sonra damat imamın ve büyüklerin ellerini öpüp dualarını aldı. Eve yaklaşıldığında “özne övme” faslına geçildi.
Sonra evin salonunda dualar edildi, bazı muhabbetler geçildi ve sonra da damadın sırtına vurula vurula özne gerdek odasına koyuldu. Avşarlarda buna “özne koyurulma” denirmiş. Koç katımına “koç koyurulma” denmesi gibi.
Böylece onlar erdi saadetlerine. Yakınlar da kendi evlerine. Bir düğün böylece bitmiş oldu. Geriye sadece ertesi gün sadece kadınların yapacağı “Havala” merasimi kalmış oldu.
Çok ilginç bir şekilde damada (güveyi) sadece bu geceye mahsus olmak üzere “özne” denilmektedir. Yapılan merasime de “özne övme” tabir edilmektedir. Özne övme’nin farklı şekilleri olmaktadır. Bazı yerlerde maniler söylenerek yapılmaktadır. Bizde ise öteden beri sağdıçların kollarına girmiş oldukları damadın ortaya alınarak yüksek sesle tekbirler getirilmesi arkasından da var güçleriyle Âmîn!” denilmesi şeklinde icra edilmektedir.
Daha önceleri bu iş, camiden itibaren başlar ve damat evine varıncaya kadar devam ederdi. Yankılanan “Âmin!” sesleri ta gelinin kulaklarına kadar ulaşır ve zaten ürkek bir halde beklemekte olan gelinin yüreğini hoplatırdı.  (Belki yani!)
Garibce diyor ki artık ne gelinler ürkek
Ne de gümbür gümbür atıyor yürek.
Ama gene de geleneklere uymak gerek.
Sevgi ve saygıyla!

26.08.2012
GARİBCE
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...