30 Eylül 2012 Pazar

Derinlik bilgiyle ufuk görgüyle!



Gelibolu yarımadasını görmeyenlerimiz varsa görmeli. Orada ibretlik pek çok yer ve manzara var görmeyi hak eden. Bunlardan birisi kazılmış bulunan mevziler. Birbirine geçmeli vaziyette yüzlerce metrelik siperler, mevziler var. Dikkat ettiyseniz bu mevzilerin belli bir derinliği var. Hemen hepsi orta boyda bir insanın döşü hizasında bir derinliğe sahiptir. Askerler burada mevzilenirler ve düşman askerini burada beklerler, onların yaklaşmasına izin vermezler. Yürürken de hep eğilerek yürürler. Yahu hep eğilerek yürüyeceklerine biraz daha derin kazsalar da düşman mermisine tümden hedef olmaktan çıksalar olmaz mı?
-Olmaaaz!
-Niye?
-Çünkü biraz daha derin olursa o zaman ufuklarını kaybederler. Düşman gelip tepelerine dikilinceye kadar onları fark edemezler, hepsi siperlerinde avlanırlar.
-Madem ufkun geniş olması iyi, o zaman neden siper kazıp da çukurun içine girerler?
-Çünkü kendilerini siper edecek derinlikte bir çukur kazarak mevzilenmiş olmasalar o zaman her haliyle düşmana açık olacakları için daha oldukları yerlerde birer birer avlanırlar. O yüzden hep kendilerini eğilerek saklayabilecekleri derinlikte bir mevzileri olmalı hem de başlarını kaldırdıkları zaman düşman hatlarını ve mevzilerini görecek kadar bir ufukları bulunmalı.
Derinlik ve ufuk.
Biz ilim adamları için de durum aynı olmalıdır.
Derinlikli ve ufuklu olmamız lazımdır.
Derinlik bilgi ile ufuk ise görgü ile olur.
Derinlik için mutlaka ciddi anlamda gerekli olana ilimleri tahsil etmemiz lazımdır. Aksi takdirde sığ kalırız, hiçbir ağırlığımız olmaz. Açıktaki asker gibi oluruz, sahip olduğumuz sığ bilgiler bizi korumaz, izzet ve şeref sahibi kılmaz, saygın yapmaz, aksine rezil ve rüsva eder.
Ufuk ise görgü ile olur. Ne kadar çok hocanız olursa, fikriyatınız ne kadar farklı ve değişik kanallardan beslenirse, ne kadar çok gezer ve farklı yerler, farklı kültür ve medeniyetler görürseniz ufkunuz da o denli geniş olur.
Size her farklı bakış açısı kazandıran hoca ya da gezi ve benzeri etkinliği kendi zihin dünyanıza açılan birer pencere gibi görmelisiniz. O yüzden çok değişik kesimden insanların bakışlarını, görüşlerini, eserlerini görmeli, okumalı, onlara muttali olmalısınız. Hep aynı kesimden insanları okuyor, onlarla bir arada bulunuyorsanız ister istemez sadece onların bakış açılarından dünyaya bakmaya başlayacaksınız ve bu durum at gözlüğü gibi sizin bakışlarınızı sınırlayacaktır.
Derinlik ve ufuk dengeli olmalıdır. Hangi alanda olursanız olun, belli bir ortak zemin oluşturmadan gereğinden fazla derinleşmeniz, sizi ufuksuz kılabilir. Akademik körlük dedikleri şey budur. Birçok akademisyen, sadece kendi alanıyla uğraştığı için her şeye kendi uzmanlık alanı penceresinden bakar. Elinde çekiçten başka hiçbir alet olmayan kimse nasıl ki gördüğü her şeyi çakılacak bir çivi gibi algılamaya başlarsa akademik körlük içinde olan kimse de öyle görür. Doktor hastasını sadece müdahale edilmesi gerekli bir beden görür, onun duygu ve düşüncelerini hesaba katmaz. Kasap, bir koyunu şu kadar kilo et olarak görür… Onun kuzusu ile meleşerek buluşması sahnesi bile onu etkilemez. Oysa aynı sahne şair ruhlu başka birine ne kadar güzel duygular ilham eder.
Şöyle bir fıkra anlatırlar: Adamın biri burnundan şikâyetçi imiş. Doktora gitmiş. Doktor sormuş, “Burnunun hangi deliği?” Hasta demiş, “Sol taraf!” Doktor: “Kusura bakma ben sağ taraf uzmanıyım!   O taraftan anlamam.”
Şimdi düşünün karın ağrısı diye bir şikâyetiniz var. Bunu doktorunuza iletiyorsunuz. O sadece kendi uzmanlık alanı olan belirtilerden (semptom) hareketle sizinle ilgili tanı koyuyor ve tedaviye başlıyor. Oysa tecrübi olarak da biliyoruz ki karın ağrısının belki yüzlerce farklı sebebi olabilir ve dolayısıyla mümkündür ki çok daha başka bir hastalığın belirtisidir.
Şimdilerde insanlık, bu aşırı uzmanlaşmanın zararlı olduğunu görerek interdisipliner bir anlayışa doğru yeniden dönmeye başladı. Üniversitede öğrencinin alabileceği çift anadallar ve yandallar vb. gibi yeni imkanlar getiriliyor.
Bizim ilimler tarihimizde büyük âlimlerimizin, sadece tek bir ilimde değil, genelde tüm âlet ve İslam ilimlerinde ama özellikle de bunlardan birinde mahir oldukları görülür. Bizim gibi fıkıhla uğraşıp da kelamdan hiçbir kitap okumamış yahut tasavvuf ile uğraşıp da fıkıhtan hiçbir metin okumamış tipler yoktur. Hele şimdi çok yaygın bir illet de İslam ilimleri tahsiline çıkıp ve bunlardan birinde uzmanlaşma isteyip de bunların ortak dili olan Arapça ve belagatı ile hiçbir ilgilerinin olmaması. Bu kabul edilebilir bir durum değildir.
Eskiden Arapça bilmeyen bir talebe, ama bunun bir nakisa olduğunu bilirdi. Şimdilerde Arapça ile uğraşmayı olsa da olur olmasa da olur görenler, hatta onu zaman kaybı gibi değerlendirenler çıkıyor.
Ne diyelim!
Allah izan versin; ilmimizi ve görgümüzü artsın!
Dua ile!
30.09.2012
GARİBCE


29 Eylül 2012 Cumartesi

İlim tahsiline geldim!

أخي لن تنالَ العلمَ إِلا بستةٍ ... سأنبيكَ عن تفصيلِها ببيانِ
ذكاءٌ وحرصٌ واجتهادٌ وبلغةٌ ... وصحبةُ أستاذٍ وطولُ زمانِ

Ben bu beyti ilk kez Ebu’l-Meâlî el-Cüveynî’ye ait diye öğrenmiştim. Sonra İmam Şâfiî’ye de nispeti olduğunu öğrendim.  Bu beyit bize ilmin tahsili için gerekli şartları en güzel ve cami bir biçimde veriyor.

İlim, ilim için değildir, bir yere varabilmek içindir.
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendin bilmezsin
Bu nice okumaktır, diyor Yunus.
Hadiste de “Men arafe nefseh fekad arafe Rabbeh” denir. “Kendini tanıyan Rabbini tanır!”
Bu itibarla ilmin nihaî amacı Mutlak Gerçekliği tanımak, O’na varmak olmalıdır.

Böyle bir ulvî yolculuk için ne lâzımdır? Yukarıdaki beyitte bunlar şöyle sıralanıyor:
1. Zeka: Bu kabiliyeti temsil ediyor. Yetenek olmadan ilim tahsili olmaz. Yola çıkan bir aracın motoru her ne ise, ilim yolculuğuna çıkan talibin yeteneği de odur.

2. Hırs: Azimli olmak. “Her şeyin bir engeli varsa ilmin nice engelleri vardır” denilir. O yüzden bütün bu engelleri aşmak için büyük bir azim ve hırs sahibi olmak lazımdır. “Dağ ne kadar yüce olursa olsun yol onun üzerinden aşar” diyebilmek ve bu uğurda önümüze çıkacak her türlü engeli aşacak bir kararlılıkta bulunmak gerekir.
Aracın motoru ne kadar güçlü olursa olsun, ona hareket verecek olan yakıttır. Yakıtı olmayan araç yola çıkamaz, yakıtı tükenen de yolda kalır. Hırsı (motivasyon) olmayan bir ilim talibi bu yola giremez, kazara girmiş olsa bile yol alamaz. Nice ilim yolculuğuna çıkmış kimse, bu yolda heba olup gitmiştir. Nice imkânları tüketmiş fakat onların yerine olması gerekeni koyamamıştır.
Zeka tavşanın yol kat edebilme becerisi, hırs ise kaplumbağanın tavşana galebesini sağlayan azmi ve iradesi, tükenmez sabrıdır. Masallar bu ikisini yarıştırır, tavşan yatar, kaplumbağa koşar… Oysa bize lazım olan tavşanın yeteneği ile kaplumbağanın azminin aynı ilim yolcusunda bir araya gelmesidir.
Bundan önceki seneler İmam Hatiplilere diğer yolların kapalı olması sebebiyle öğrenciler tek açık kapı olan İlahiyat Fakültelerine gönüllü gönülsüz gelmekte idiler. Zoraki gelenlerin sayısı az değildi ve bizler “nikahtan keramet” bekler, onların fakültemizi benimsemelerini umutla beklerdik. Şimdi diğer kapılar da açıldı. Umarım gelenler artık aynı zamanda azimli öğrencilerdir, yetenekleri yanında tam bir azim (motivasyon) ile de birlikte gelmişlerdir. Beklentimiz odur. Hal böyle ise, başarısızlığın mazereti de artık yoktur.

3. İctihad: Bundan maksat, amaçlı, planlı programlı, düzenli ve sürekli çalışmadır. Mücerret çalışmak, çalışıyor gözükmek yeterli değildir. Döven öküzü akşama kadar yol teper de akşam bıraktığı yer ile sabah başladığı yer aynıdır. Döne döne bina okuyan bizim uşakların vaktiyle bir tür yol alamamalarının sebebi de herhalde bu olmalıdır. Yerinde say komutu gibi durmadan hareket halinde olmak yetmiyor. Belli bir amaca ulaştırıcı, belli bir program ve yöntem dâhilinde ve düzenli bir çalışma gerekiyor.

4. Bulga: Maddî imkân: İlim tahsili için kifayet miktarı bir maişetin de olması gerekiyor. Öğrencinin karnı aç ise, onun derste hocayı takip etmesi ve ilmin semalarında cevelan etmesi düşünülemez. Onun evvel emirde düşüncesi guruldayan karnını doyurmak olur. Vaktiyle kış günleri öğrencilerimizin ayaklarında deve dudağı gibi burnu açılmış, su çeken ıslak ayakkabılar görürdüm. Şimdi o tür manzaralar artık pek gözükmüyor. Ülkemizin genel zenginleşmesi, bir şekilde öğrencilerimize de yansıyor. Vakıflar öğrenci kapma yarışına gidiyorlar. Onlara aş oluyorlar, karınlarını doyuruyorlar, yurt oluyorlar barındırıyorlar (Bir de Allah’ın rızasını tahsilden başka beklentileri olmasa! Karınlarını doyurmakla yetinseler, akıllarını doyurma işini de hocalarına bıraksalar!)
Ben hep sorarım, “Kahvaltı yapmadan gelen öğrenci var mı?” diye. Her sınıfta üç beş öğrenci çıkar. Kahvaltı yapmadan derste olan bir öğrencinin midesi, uzun günlerde oruç tutmakta olan bir kimsenin midesinden daha boş oluyor. Akşam saat altıda yemek yemişse, ertesi gün öğle vaktine kadar tam on sekiz saattir mideye hiçbir şey girmemiş oluyor, mide de öğütecek bir şey bulamayınca kim bilir belki de kendi cidarını öğütmeye başlıyor, duyulan gurultular da herhalde onun sesi oluyor. Öğrencilerimizin bu konuda duyarlı olmasını istiyoruz. Hiç parası yoksa bir tane altın ekmek alsın, otuz kuruşa. Altmış gram ve çok besleyici, içinde fındığı, üzümü her bir şeyi var, özel bir ekmek, lezzeti de güzel.
Eskilerin bir tekerlemesi vardı. Onu talebelerimiz için uyarlayalım:
Ayağını sıcak tut başını serin,
Kendini derse ver, düşünme derin derin!

5. Hoca: İlim tahsili de sanatların öğrenilmesi gibi hoca olmadan olmaz. Ama hoca sıralamada beşinci yerdedir ve bu doğrudur. Hiçbir hoca, hiçbir talebeye bildiği bilgiyi öğretmez, sadece anlatır, talebe kendisi öğrenir.  Bilginin adresini verir, hedefini gösterir, yöntemini belirler… Hocanın işi bununla sınırlıdır. Hoca ile uzun bir beraberlik sayesinde öğrenci onun bakışını, usulünü, değerlendirişini, anlatışını öğrenir. Bunlar ancak bu şekilde elde edilebilir. O yüzden eskiden mülazemet ve icazet usulü önemliydi. Bu gün de Üniversite de bile devam konusu önemlidir. Hocanın kitabını okumak yetmiyor, onunla birlikte olmanın öğrenciye kazandıracağı bazı melekelere de sahip olmak gerekiyor. İlmî derinlik ne kadar önemliyse, öğrencinin geniş bir ufka sahip olması da o kadar önemlidir. Ufkun genişliği hocalarının çokluğu ile doğru orantılıdır. Her hoca, zihin dünyamıza açılan bir pencere demektir. Hep aynı cepheye bakan pencereye değil, aksine her yöne bakan pencerelere ihtiyaç vardır. O yüzden, hocaların farklı usul ve bakışlarının olması bir kazanç görülmelidir.
Bir benzetme ile hocanın katkısını şöyle anlatalım: Eskiden her bir evin önünde bir su tulumbası olurdu. İnsanlar su ihtiyaçlarını onlarla karşılarlardı. Siz tulumbanın başına varsanız ve ne kadar kolunu indirip kaldırsanız su çıkaramazdınız. İllâ ki bir yerden bir maşrapa su alıp, onu tulumbaya döküp ve tam da bu sırada canhıraş tulumbayı çalıştırmak için çabalamanız lazım gelirdi. Eğer o maşrapa suyu boşa tüketmemiş ve o sırada size düşen bütün çabayı da ortaya koşmuşsanız, o bir maşrapa su sizi suyun membaı ile buluşturur ve artık siz oradan istediniz kadar su çekebilirsiniz.
Hoca demek işte o bir maşrapalık su demektir; ne eksik ne fazla. Onsuz olmaz, ama ondan beklenen bütün işlev, sizi gerçek kaynak ile buluşturmaktır. Artık ne yapacaksanız siz kendiniz yapacaksınız. İki üç pompa vurur usanırsınız ve her şey biter… Ya da bütün kabiliyetinizle asılırsınız, Allah da size verdikçe verir.

6. Uzun zaman: Her şey için takdir edilen belli bir zaman vardır. Çocuk dokuz ayda doğar. Yumurta bir günde… Dolayısıyla tahsil edeceğiniz ilim için yeterli bir zaman ayırmanız gerekir. Türkiye olarak hızlandırılmış, sulandırılmış eğitimlerin sonuçlarını gördük. Hormonlu domatesler gibi hiçbir işe yaramadı.  
İlim talebinde acelecilik olmaz. Bir meyvenin olgunlaşması, bir çocuğun büyümesi gibidir, her gün baksanız bir değişiklik fark edemezsiniz. Ama aradan uzunca bir zaman geçince, alınan mesafeyi siz de etrafınızdakiler de fark eder.
Ey Marmara İlahiyat’ın kontenjanında bir yer tutan ve bir puan fazlasıyla kendisinden bir sıra arkada kalanı dışarıda bırakan sevgili öğrencisi ve benzer şartlardaki diğer öğrencilerimiz: Bu altı şartın sende hangisi yok, bir bir sına. Hepsi varsa –ki Garibce öyle olduğuna inanıyor- o zaman sonucun hâsıl olmaması için hiçbir bahanen olmayacak, sana tanınan imkânları tüketmen karşılığı elde etmen gerekli ilmi edemediğin için hesaba çekileceğin zaman hiçbir mazeretin bulunmayacak. Sen girdin diye giremeyenlerin gözleri de ayrıca senin üzerinde olacak. Hakkını vermediğin her imkânın bir ahı da olacak.
Garibce de ben sana dememiş miydim, diyecek.
Haydi, şimdi titre ve kendine gel!
Bu yolda muhtaç olduğun her bir şey, içinde bulunduğun imkânlarda mündemiçtir.
Bak ayrıca başarın için dua eden kimler yok ki?
Sevgiyle, dua ile!

29.09.2012
GARİBCE

28 Eylül 2012 Cuma

Önce fikir vardı



“Aklıma harika bir fikir geldi ama henüz Kur’an’dan ayetini bulamadım.”

Bu söz ilahiyat camiasında Hüseyin Atay hocaya hep nispet edilir. Dorusu söylemiş midir söylememiş midir bilemiyorum. Ama Hocaya uyar bu söz. Onun adına yakıştırmış da olabilirler. O da yakışır hani.
Ne var ki bu söz hep istihza bağlamında kullanılır; takdir amaçlı kullanıldığı pek varit değildir.
Benim gözlemlerim bu tavrın Hoca’ya mahsus olmadığı aksine çok yaygın olduğu hatta asıl olanın belki bu olduğu şeklindedir.
Sevad uygulaması ile ilgili Hz. Ömer’in tavrı çok açık olarak böyledir. Bilal ve emsalleri Ömer’in yakasına yapışıyorlar ve “fethedilen bu toprakları (tümüyle Mezopotamya), Rasullullah’ın Hayber’de dağıttığı gibi sen de bize dağıtacaksın” şeklindeki söylemleriyle yaka silktirecek noktaya varacak kadar ısrarcı oluyorlar. Bu ısrarlar üzerine  Hz. Ömer, vermiş olduğu karardan birkaç gün sonra onlara Haşr suresinin 8-10. âyetlerini okuyor ve “Bu toprakları haydi size verelim, peki arkadan gelecek nesillerin hakkı ne olacak?” diye onları susturuyor. “Delil ise işte size delil!” der gibi bir tavırla onları ancak iskat edebiliyor. Yoksa neredeyse o koca Ömer’in başının etini yiyeceklerdi.
Benzer bir örnek de İmam Şâfî’den:
Müzenî ve Rebî (İmam Şâfiî’nin talebeleri)  anlatıyorlar:
“Biz Şafiî’nin yanındaydık. Bir şeyh (yaşlı bir adam) geldi ve Şafiî’ye:
 “-Soru sorabilir miyim?” dedi. O da: “Sor!” diye karşılık verdi. Aralarında şöyle bir muhavere geçti:
Şeyh: “-Allah’ın dininde hüccet (delil) nedir?”
Şâfiî: “-Allah’ın kitabıdır.”
Şeyh: “-Sonra?”
Şâfiî: “-Hz. Peygamber’in sünnetidir.”
Şeyh: “-Sonra?”
Şâfiî: “-Ümmetin ittifakıdır (icmayı kastediyor).”
Şeyh: “-Ümmetin ittifakını nereden çıkardın? Allah’ın kitabından mı?
Şâfiî (ra) bu soru karşısında bir müddet düşündü, cevap veremedi.
Şeyh: “-Sana üç gün mühlet!” dedi ve çekti gitti.
Bunun üzerine Şâfiî’nin rengi değişti. Sonra eve kapandı ve birkaç gün çıkmadı. Üçüncü gün evden çıktı. Çok geçmeden Şeyh de çıkageldi ve oturdu.
Şeyh: “-İsteğimi karşıladın mı?” dedi.
Şâfiî: “Evet!” dedi ve Eûzü besmele çekti ve Nisâ 4/115 âyetini okudu:
وَمَنْ يُشَاقِقِ الرَّسُولَ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُ الْهُدَى وَيَتَّبِعْ غَيْرَ سَبِيلِ الْمُؤْمِنِينَ نُوَلِّهِ مَا تَوَلَّى وَنُصْلِهِ جَهَنَّمَ وَسَاءَتْ مَصِيرًا 
“Kim, kendisine hidayet (doğru yol) besbelli olduktan sonra peygambere karşı çıkar, mü’minlerin yolundan başkasına uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir.”
Arkasından da “mü’minlerin yolundan başkasına uyanın cehenneme sokulması için o şeyin illâ ki bir farz olması lâzımdır” dedi.
Şeyh:  “-Doğru söyledin!” dedi ve kalktı gitti.
Arkasından Şâfiî: Üç gün boyunca her gün Kur’an’ı baştan sona  üç defa okudum, en sonunda delil olarak aradığımı buldum!” dedi. (İmam Şâfiî, Ahkâmu’l-Kur’an, Beyrut, 1980, I, 39)
Ne dersiniz? Bu işler biraz böyle olmuyor mu?
Ama sap ile saman da birbirine karışmasın.
Hz. Ömer ve İmam Şâfiî gibiler konumları ve yaşamları itibariyle İslam’la özdeşleşmiş kişilerdir. Onların zihinleri, düşünceleri, akılları, fikirleri İslam potasında şekillenmiştir. Dolayısıyla onların baktıklarında gördükleri ile öyle olmayanların gördükleri aynı kefeye konulamaz. Bir Ebu Hanife’nin reyi dendiği zaman kastedilen keyfe keder ortaya atılan bir görüş değil, aksine bir ömür içinde yaşadığı dini hayatın, uzun yıllar hocalarıyla olan beraberliğin sonucunda kendisinde oluşan üstün bir meleke ile Kuran ve sünnet penceresinden baktığı zaman gördüğü şey demektir. Onlara delili sormak, sarrafa altının ayarı ile ilgili delilini sormak gibi bir şeydir.
Cümlesine selam olsun!
Atay Hocamıza gelince, neden onun gördüğü de aynı şekilde dikkate değer olmasın. Hoca koca ömrünü değirmende mi geçirdi ki… Kaygısı İslam’dan başka bir şey mi oldu ki!
Ya Rab! Senin yolunda çaba gösteren herkese rahmetinle, sonsuz lütfünle muamele et!
Amin!

29.09.2012
GARİBCE


Bilgi kirliliğinden de sana sığınırız!


 
 
Cömert insanlar deniz gibidir; yakınlarına inci saçarlar, uzaklardakilere ise yağmur salarlar.

Zekeriya Güler hocamız uğradı, az önce. İnci saçtı gitti. Toplaması da ardından bize düştü.

Bilgi kirliliğinden bahsettik. Hz. Peygamber’in “faydalı ilim” istediğini, “faydasız ilimden de Allah’a sığındığını hatırladık. Bu duaların günümüz bilgi kirliliği ile de ne kadar ilişkili olabileceğini dillendirdik:

İşte Hz. Peygamber’in o duaları:

Ümmü Seleme annemiz anlatıyor: Hz. Peygamber sabah namazını kıldığı zaman şöyle dua ederdi: 

“Allahım senden faydalı ilim, helal rızık ve kabul görmüş hayırlı iş (amel)  isterim”[1]

Câbir’den: Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Allah’tan faydalı ilim isteyin, yararsız ilimden  Allah’a sığının”[2].

O şöyle dua ederdi: “Acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten, yaşlılıktan, kabir azabından sana sığınırım Allah’ım!  Allah’ın nefsime takvasını ver ve onu Sen arındır.  Onu arındıracak olanların en hayırlısı sensin.  Onun sahibi ve yegâne dostu sensin.  Allahım! Faydasız bir ilimden, ürpermeyen bir kalpten, doymayan bir nefisten, kabul görmeyen bir duadan sana sığınırım”[3].

Feys’de dolaşan sevgili dostlar. O kadar çok bilgi yığını ile karşı karşıyayız ki, bunların içinde boğulup kalmak da vardır. Bu bilgilerden bizim için yararlı olanlarını yani hikmeti nasıl bilecek ve nasıl seçeceğiz. Ömrümüz, en değerli sermayemiz bu bilgilerin içinde kaybolmakla mı geçecek. Modern bir kavram olarak “bilgi kirliliği” dedikleri şey bu olsa gerek. Oysa bize, bize lâzım olanı gerek.  Bunu nasıl ayıklayacağız, hikmete nasıl ulaşacağız, bu feraseti nasıl elde edeceğiz. Su hayattır, ama yüzme bilmeyenler için felaketin ta kendisidir. İnsanın hayatı su ile olduğu gibi ölümü de su ile olabilir. Bu itibarla bize hayat verecek su ile bizim helakimiz olacak su arasını tefrik etmemiz lazım.

Ben şahsen, Garibce’ye sebep Feys’e giriyorum. Orada coşkun seller gibi akan bilgileri görüyorum. Hepsi üstüme üstüme geliyor ve korkuyorum. Zamanımdan korkuyorum, beni alıp girdaplarda boğmasından korkuyorum. Gözlemlerim sonucu bilgi seli içinde bir kütük gibi akıntıya kendisini kaptırmadığını gördüğüm dostların okuduklarına, izlediklerine, tavsiyelerine ayrı bir önem veriyorum. Eskiden arkadaşını söyle senin kim olduğunu söyleyeyim derdik. Şimdi neyi okuduğunu, neyi izlediğini, neyi beğendiğini söyle seni bir yere koyalım diyoruz. Araçlar değişiyor ama öz değişmiyor. Her şey yerli yerine oturana kadar, sular durulana kadar zayiat biraz fazla oluyor ama işler sonunda duruluyor.

Sevgili dostlar. Günümüzde bilgiye ulaşmanın yolları hem çok, hem daha bir kolay. Ama istediğiniz bilgiye ulaşmanın önünde müthiş engeller var. Aradığınız yığınlar arasında erişilemez olabiliyor.   Eğer aradığınız bilgiyi tam ve net olarak bilmiyorsanız, internetin sonsuz dalgaları arasında kaybolup gidebiliyorsunuz. Ne aradığımızı ve nasıl arandığını çok iyi bilmek gerekiyor. Söz gelimi Garibce’nin yazarı Mehmet Erdoğan hakkında bilgi aramak istiyorsunuz.

Meded ya Google’e diye yola çıktınız Mehmet yazdınız karşınıza 159 milyon bilgi çıkardı. Erdoğan yazdınız 49.100.000 bilgi, Mehmet Erdoğan yazdınız 404.000 bilgi çıktı. Haydi, çık bakalım bunun içinden nasıl çıkabilirsen. Tırnak işareti içinde  “Prof. Dr. Mehmet Erdoğan” yazdınız 123.000 bin bilgiye indi. Yanına ilahiyat da yazdıysanız 68.500 adet bilgiye düştü, ama karşınıza çıkan ilk bilgi tam da aradığınız kimse ile ilgili. Altında sıralanan bilgiler de keza aynı şahısla ilgili. Bu kayıtlamalar sayesinde siz ancak aradığınız bilgiye ulaşabilmiş oldunuz. Eğer bu kabil kayıtlamalar yapamıyor, bilginin adresini net olarak bilemiyorsanız elinizde navigasyon (yolgöster) cihazının olmasının hiçbir anlamı olmuyor. Çölde bir yüzük aramakla, internette bilgi aramak arasında hiçbir fark yok. İmkansızlığı anlatmak için eskiden “Sarı Çizmeli Mehmet Ağa”mız vardı, adresi belli olmadığından bir türlü bulunamazdı, yahut  “sanki samanlıkta iğne aradık” derdik çaresizliği ifade için. Bundan böyle “internette kayıtsız bilgi aramak” gibi tabirler de dilimize girecek.

Siz siz olun, ne aradığınızı bilmeden internetin azgın dalgalarına kendinizi kaptırmayın.  Sörf yapacağım falan derken gulyabaniler alır götürür sizi de kendinize geldiğiniz de çok şeyinizi kaybetmiş olursunuz. Tabii değerli şeyleriniz varsa! En büyük sermaye olan vakit hâlâ sizin için de çok değerli ise. Ama zaten zamanı öldürmek için çabalıyorsanız, internet bunun için birebir…

Allahım, faydasız bilgiden sana sığınırız. Bizi ecit mecitin şerrinden, gulyabanilerin ayartmasından, deccalin azdırmasından, dabbetü’l-arz fitnelerinin şerrinden muhafaza eyle!

Âmin!

28.09.2012

GARİBCE



[1] سنن ابن ماجة ـ محقق ومشكول - (2 / 85) 925- عَنْ أُمِّ سَلَمَةَ , أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى الله عَليْهِ وسَلَّمَ كَانَ يَقُولُ إِذَا صَلَّى الصُّبْحَ حِينَ يُسَلِّمُ : اللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ عِلْمًا نَافِعًا ، وَرِزْقًا طَيِّبًا ، وَعَمَلاً مُتَقَبَّلاً.
[2] سنن ابن ماجة ـ محقق ومشكول - (5 / 15) عَنْ جَابِرٍ قَالَ : قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى الله عَليْهِ وسَلَّمَ : سَلُوا اللَّهَ عِلْمًا نَافِعًا ، وَتَعَوَّذُوا بِاللَّهِ مِنْ عِلْمٍ لاَ يَنْفَعُ.
[3]صحيح مسلم ـ مشكول وموافق للمطبوع - (8 / 81) 7081 كَانَ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- يَقُولُ « اللَّهُمَّ إِنِّى أَعُوذُ بِكَ مِنَ الْعَجْزِ وَالْكَسَلِ وَالْجُبْنِ وَالْبُخْلِ وَالْهَرَمِ وَعَذَابِ الْقَبْرِ اللَّهُمَّ آتِ نَفْسِى تَقْوَاهَا وَزَكِّهَا أَنْتَ خَيْرُ مَنْ زَكَّاهَا أَنْتَ وَلِيُّهَا وَمَوْلاَهَا اللَّهُمَّ إِنِّى أَعُوذُ بِكَ مِنْ عِلْمٍ لاَ يَنْفَعُ وَمِنْ قَلْبٍ لاَ يَخْشَعُ وَمِنْ نَفْسٍ لاَ تَشْبَعُ وَمِنْ دَعْوَةٍ لاَ يُسْتَجَابُ لَهَا ».
 

27 Eylül 2012 Perşembe

Nafile namazları cemaatle kılınabilir mi?



Uygulamada harem-i şerifte teravih ve teheccüd namazlarının cemaat şeklinde kılındığı biliniyor.
Kaynaklara bakıldığı zaman bunun farz namazların cemaatle kılınması gibi ilke olarak benimsenmediği ancak cevazının söz konusu olduğu anlaşılıyor. 
Teravih namazının cemaat halinde kılınması Hz. Peygamber arkasında muhtemelen üç defa gerçekleşmişti.
İbn Huzeyme’nin şöyle bir rivayeti vardır:  Ebu Hüreyre anlatıyor: Hz. Peygamber birinde (evinden) çıkmıştı.  Bir de baktı ki bir takım insanlar mescidin bir köşesinde namaz kılıyorlar. “Bunlar neci!” diye sordu. “Bunlar bir takım insanlardır. Kendileri Kur’an bilmiyorlar. Übey b.Ka’b onlara kıldırıyor. Böylece hep birlikte namaz kılmış oluyorlar!” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber “isabet etmişler” yahut “Ne güzel şey yapmaktalar!” buyurmuştur[1].
Bu rivayete göre  teravihin cemaatle kılınması Hz. Ömer’in insanları Übey b. Kab’ın imamlığı arkasında toplamasından önce, daha Hz. Peygamber zamanında gerçekleşmiş olmaktadır.
Ayrıca cevazı gösteren ferdî daha başka örnekler de bulunmaktadır:
İbn Abbas, halası Meymune’nin evinde Hz. Peygamber’in namazını gözetlemek için gecelemiş. Hz. Peygamber kalkıp da namaza durduğunda kendisi de kalkıp abdest almış ve sol tarafına gelecek şekilde arkasına durmuş, Hz. Peygamber onu sol tarafından sağ tarafına almış ve birlikte bu şekilde namaz kılmışlar[2].
İmam Şafiî, nafile namazların cemaatle kılınmasında bir beis bulunmadığını belirtmiş ve bunun cevazına Sahih’de rivayet edilen çok sayıda hadisin delil olduğunu söylemiştir[3]. Bunlardan biri de  Buharî’nin rivayet ettiği  Itbân b. Mâlik hadisidir. Hz. Peygamber sıcak kızdıktan sonra onun evine gelmişti. Yanında Hz. Ebu Bekir de vardı. Hz. Peygamber, “Evinin neresinde namaz kılmamı arzu edersin” dedi. Ben de onun namaz kılmasını arzu ettiğim yeri gösterdim. Kendisi kalktı ve bizi de arkasında saf yaptı. Sonra da iki rekat namaz kıldı(rdı).[4]
İmam Şafiî, bundan başka İbn Abbas, İbn Mesûd, Huzeyfe’nin de aynı şekilde Hz. Peygamber ile birlikte nafile olarak namaz kıldıkları sabittir[5] diyor.
Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere nafile namazının cemaat halinde kılınması caizdir, bunda herhangi bir beis bulunmamaktadır. Ama ilke, nafile namazlarının evlerde münferit kılınmasıdır.
Dua ile!

28.09.2012
GARİBCE


[1] صحيح ابن خزيمة -موافق للمطبوع - (3 / 339)  2208 - حدثنا الربيع بن سليمان المرادي حدثنا عبد الله بن وهب أخبرنا مسلم بن خالد عن العلاء بن عبد الرحمن عن أبيه عن أبي هريرة أنه قال : خرج رسول الله صلى الله عليه و سلم و إذا الناس في رمضان يصلون في ناحية المسجد فقال : ما هؤلاء ؟ فقيل : هؤلاء ناس ليس معهم قرآن و أبي بن كعب يصلي بهم و هم يصلون بصلاته فقال رسول الله صلى الله عليه و سلم : أصابوا ـ أو نعم ما صنعوا ـ

[2] صحيح البخاري ـ حسب ترقيم فتح الباري - (1 / 217) 859- حَدَّثَنَا عَلِيُّ بْنُ عَبْدِ اللهِ ، قَالَ : أَخْبَرَنَا سُفْيَانُ ، عَنْ عَمْرٍو قَالَ : أَخْبَرَنِي كُرَيْبٌ ، عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ ، رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمَا ، قَالَ : بِتُّ عِنْدَ خَالَتِي مَيْمُونَةَ لَيْلَةً فَنَامَ النَّبِيُّ صلى الله عليه وسلم فَلَمَّا كَانَ فِي بَعْضِ اللَّيْلِ قَامَ رَسُولُ اللهِ صلى الله عليه وسلم فَتَوَضَّأَ مِنْ شَنٍّ مُعَلَّقٍ وُضُوءًا خَفِيفًا - يُخَفِّفُهُ عَمْرٌو وَيُقَلِّلُهُ جِدًّا ، ثُمَّ قَامَ يُصَلِّي فَقُمْتُ فَتَوَضَّأْتُ نَحْوًا مِمَّا تَوَضَّأَ ثُمَّ جِئْتُ فَقُمْتُ عَنْ يَسَارِهِ فَحَوَّلَنِي فَجَعَلَنِي عَنْ يَمِينِهِ ثُمَّ صَلَّى مَا شَاءَ اللَّهُ ثُمَّ اضْطَجَعَ فَنَامَ حَتَّى نَفَخَ فَأَتَاهُ الْمُنَادِي يُؤْذِنُهُ بِالصَّلاَةِ فَقَام مَعَهُ إِلَى الصَّلاَةِ فَصَلَّى وَلَمْ يَتَوَضَّأْ قُلْنَا لِعَمْرٍو إِنَّ نَاسًا يَقُولُونَ إِنَّ النَّبِيَّ صلى الله عليه وسلم تَنَامُ عَيْنُهُ ، وَلاَ يَنَامُ قَلْبُهُ.

[3] المجموع شرح المهذب - (4 / 55)  وقد نص الشافعي رحمه الله في مختصري البويطي والربيع علي انه لا باس بالجماعة في النافلة ودليل جوازها جماعة احاديث كثيرة في الصحيح منها حديث عتبان ابن مالك رضى الله عنه أن النبي صلي الله عليه وسلم " جاءه في بيته بعد ما اشتد النهار ومعه أبو بكر رضي الله عنه فقال النبي صلي الله عليه وسلم أين تحب أن أصلى من بيتك فاشرت إلى المكان الذى أحب ان يصلى فيه فقام وصفنا خلفه ثم سلم وسلمنا حين سلم " رواه البخاري ومسلم وثبتت الجماعة في النافلة مع رسول الله صلي الله عليه وسلم من رواية ابن عباس وأنس بن مالك وابن مسعود وحذيفة رضى الله عنهم واحاديثهم كلها في الصحيحين الا حديث حذيفة ففى مسلم فقط والله أعلم

[4] صحيح البخاري ـ حسب ترقيم فتح الباري - (1 / 115) 425- حَدَّثَنَا سَعِيدُ بْنُ عُفَيْرٍ ، قَالَ : حَدَّثَنِي اللَّيْثُ ، قَالَ : حَدَّثَنِي عُقَيْلٌ ، عَنِ ابْنِ شِهَابٍ قَالَ : أَخْبَرَنِي مَحْمُودُ بْنُ الرَّبِيعِ الأَنْصَارِيُّ أَنَّ عِتْبَانَ بْنَ مَالِكٍ وَهُوَ مِنْ أَصْحَابِ رَسُولِ اللهِ صلى الله عليه وسلم مِمَّنْ شَهِدَ بَدْرًا مِنَ الأَنْصَارِ - أَنَّهُ أَتَى رَسُولَ اللهِ صلى الله عليه وسلم فَقَالَ يَا رَسُولَ اللهِ قَدْ أَنْكَرْتُ بَصَرِي وَأَنَا أُصَلِّي لِقَوْمِي فَإِذَا كَانَتِ الأَمْطَارُ سَالَ الْوَادِي الَّذِي بَيْنِي وَبَيْنَهُمْ لَمْ أَسْتَطِعْ أَنْ آتِيَ مَسْجِدَهُمْ فَأُصَلِّيَ بِهِمْ وَوَدِدْتُ يَا رَسُولَ اللهِ أَنَّكَ تَأْتِينِي فَتُصَلِّيَ فِي بَيْتِي فَأَتَّخِذَهُ مُصَلًّى  قَالَ فَقَالَ لَهُ رَسُولُ اللهِ صلى الله عليه وسلم سَأَفْعَلُ إِنْ شَاءَ اللَّهُ قَالَ عِتْبَانُ فَغَدَا رَسُولُ اللهِ : وَأَبُو بَكْرٍ حِينَ ارْتَفَعَ النَّهَارُ فَاسْتَأْذَنَ رَسُولُ اللهِ صلى الله عليه وسلم فَأَذِنْتُ لَهُ فَلَمْ يَجْلِسْ حَتَّى دَخَلَ الْبَيْتَ ثُمَّ قَالَ أَيْنَ تُحِبُّ أَنْ أُصَلِّيَ مِنْ بَيْتِكَ قَالَ فَأَشَرْتُ لَهُ إِلَى نَاحِيَةٍ مِنَ الْبَيْتِ فَقَامَ رَسُولُ اللهِ صلى الله عليه وسلم فَكَبَّرَ فَقُمْنَا فَصَفَّنَا فَصَلَّى رَكْعَتَيْنِ ثُمَّ سَلَّمَ

[5] el-Mecmû şerhu’l-Mühezzeb, IV,55.

Geleneği olmayan bir din olur mu?


 

Geleneğe savaş açanlar illaki Kur’an diyorlar. Hiçbir şey okumadan Kur’an okuyun, bir kere, beş kere, on kere… ama Kur’an’dan önce başka bir şey okumayın. Çünkü başka şeyleri okuyarak işe başlarsanız, bu kez bir de o okuduklarınızın etkisini zihninizden kazımak için çaba göstermeniz gerekir… iddiasını dillendiriyorlar.

Bu iddia vehlei ûlâda doğru gözükebilir.

Her şeyden önce bu iddia Kur’an’ın bizim kitaplarımız gibi bir kitap olduğu önkabulüne bağlıdır. Oysa Kur’an, sözdür, k elamullah’tır. Olaylara muvazi olarak Hz. Peygamber’in kalbine indirilmiş, onun ağzı ile de biz insanlık dünyasına mal edilmiş ilahî bir mesajdır.

Kur’an ya bir sorunun cevabıdır, ya zamanı gelmiş bir emrin ifadesidir, ya ibretlik bir kıssanın anlatılmasıdır. Aklı değil, kalbi önceleyen bir hitap şeklini esas alır. Akla yönelik hitaplar gibi görülenler de dikkatlice bakıldığında esasen kalbe yönelik olduğu anlaşılır. “Akletmez misiniz!” derken bile kastedilen “Senin bu yaptıkların delikanlılığa uyar mı” şeklindeki bir hitap tarzıdır. Benzer olayların tekrarıyla, ayetler de tekrar edebilir. Kıssalar gibi. Ancak bunlar her bir defasında vurgulanmak istenen hususa göre farklı anlatılmış olur. Bir yerde zikredilen, öteki yerde zikredilmemiş olabilir.

Kur’an, tedrîcilik içerir. Bunun tabii bir sonucu olarak onda kolaydan zora doğru, eskilerin belli bir süre korunup sonradan ortadan kaldırılması şeklinde ilk bakışta bir kitap için çelişki sayılabilecek türden açıklamalar olur. Dolayısıyla onu bir kitap gibi okuyanlar, her bir ayeti kendi bağlamını dikkate almadan, ilk muhataplarının anlayışlarını kale almadan kendi aklınca ve dil becerisi ölçüsünde anlamaya kalkışınca içinden çıkılamaz durumlar meydana gelir veya çelişkilerden bahsedilir ya da Allah’ın hesap, tarih bilmediğinden dem vurulur…

Dinler, peygamberler eliyle varlık bulur. Peygamberler de kendilerine indirilen kitaplar ile yönlendirilir. Peygamberler, kitapların hem ilk muhatapları, hem tebliğcileri, hem öğretici ve açıklayıcıları, hem de uygulayıcılarıdırlar. Bu itibarla peygamberi kale almadan o peygamberin getirdiği bir kitabı dikkate almak ve o din namına sadece o kitapla yetinmek iddiası, zeminsiz bir bina kurmaya yeltenmek gibi bir anlamsız çabanın içine girmek demektir. Musasız bir Musevilik, İsasız bir İsevîlik ve Muhammedsiz bir Muhammedîlik… Bu olmaz. Hem peygamberler Allah’ın peygamberleridirler. Bunlar arasında bir rekabet mi var ki, Allah’ı peygamberinden ayırmaya kalkışıyoruz.

O itibarla Kitaba nispetle Hz. Peygamber’in konumunu ve ilk muhatapların anlayışını esas almak ve bu anlayışı sürdürmek gerekir. Gelenek denilen şey de esasen budur. Yani Hz. Peygamber kendisine indirilenden hareketle bir çaba içerisine girmiş, insanları Hak yola davet etmiş, kendisine indirileni duyurmanın yanında onun nasıl anlaşılması gerektiğini açıklamış, uygulamaya koymuş, gerekli boşlukları doldurma yoluna gitmiş ve kendisinin yaptığı şeyi kıyamete kadar sürdürme yetki ve sorumluluğunu da ulemaya bırakmıştır. Ulema veresetü’l-enbiyâdır. Bu itibarla da son derece önemli bir zümredir. Ülülemr onlardır. zamanla ümera ve ulema diye ayrılmış olmaları bir tür iş bölümü olarak görülebilir. Ulema dinin nasıl anlaşılması gereğini ortaya koyar, ümera da o doğrultuda insanları yönetir. Her iki zümre de aynı Kitab’a bağlıdır. Kitabın nasıl anlaşılacağı konusunda gelenek (bir kurum olarak sünnet, icma) belirleyici olur.

Geleneği kötü bir şeymiş gibi öcü gösterip, bunca insanî kazanımları yok sayıp sanki Kur’an kendisine iniyormuş gibi Kur’an’ı anlama çabası içinde olma iddiasıyla yola çıkanlar, Kur’an’ın Arabî olarak bir kez nazil olmuş olduğunu, nüzul sürecinin yirmi üç senelik sürenin bitimiyle bittiğini, her bir nüzul için de bir bağlamının olduğu gerçeğini göz ardı ederler. Dolayısıyla bağlamından koparılmış, ne için, hangi amaçla nazil olmuş olduğu kale alınmadan sanki bugün bize iniyormuş gibi okunduğu zaman Kur’an’ın bizim her istediğimizi söylememesi için hiçbir sebep yoktur.

Bir başka ifade ile, bu anlayışla bugün bana inmiş olan Kur’an’ın on beş asır önce Hz. Peygamber’e inmiş olan Kur’an’ın aynısı olduğunu iddia etmek artık imkansız olur.

Yalın bir sözün pek çok anlamı olabilir. Ama bağlam dikkate alındığında kelam içindeki sözün tek bir evet sadece tek bir anlamı olur.

“Kapıyı ört!” sözcüğünün muhtemel anlamlarını tasavvur edelim: Kapıyı ört cereyan yapmasın; Kapıyı ört, bizi kimse duymasın; Kapıyı ört gürültü gelmesin; Kapıyı ört soğuk gelmesin; Kapıyı ört klimanın serinliği kaybolmasın; Kapıyı ört yediğimiz yemeğin kokusu başkalarınca duyulmasın…

Bağlamını dikkate almadığınız zaman aynı söz bu yalın haliyle pek çok anlamı içermiş olabilir. Ama gizli bir şeyler konuşuyorsunuz ve yanınızdaki kişiye “Kapıyı ört!” demişseniz bunun artık tek bir anlamı vardır. Bunu belirleyen bağlam olmaktadır.

Kur’an’ı sahabe daha iyi anlıyordu, çünkü olayların bizzat içindeydiler, hangi ayet hangi olay üzerine inmişti, hangisi önce hangisi sonraydı, hangisi, hangisini tahsis etmekteydi… bunları bildikleri için tümüyle İslam ümmeti onların anlayışını önemsedi, diğerleri için asla söz konusu olmayan bir mevkii onlara tanımış oldu. Bu ayrıcalık sadece onların daha sonrakiler için söz konusu olmayan özellikleri sebebiyle idi.

Salt Kur’an her yana çekilebilecek, kendisine her anlam yüklenebilecek bir metin olabilirdi. Ama Sünnetin içkin olduğu bir Kur’an anlayışı, sünnetin Kur’an’ın ete kemiğe bürünüp görünür olduğu gerçekliğin adı olduğu kabulü, her şey yerli yerine oturtacak, hiç kimse sözleri –belli bir bağlamı olduğu ve o bağlamı içinde de anlamı tek olduğu için- istediği şekilde sündüremeyecek, istediği anlamı ona yüklemeye çalışamayacaktır.

İşte bu gerçeklikten haberdar olan Hz. Ali, haricilerin hakem olayı ile ilgili attıkları sloganlar için “Kelimetü hakkın ürîde bihâ’l-bâtıl= Söyledikleri söz doğru ama onu bâtıla âlet etmektedirler” demişti.

Yine o Haricîler ile müzakereye gönderdiği İbn Abbâs’a “Sakın onlara Kur’an’dan delil getirme. Çünkü Kur’an farklı anlamlar taşır. Buna sebep onlar senin lehinde kullandığın delile kendi lehlerinde anlamlar yüklemeye yeltenebilirler. Sen onlara uygulamadan (sünnetten) delil getir!”[1] demişti.

Peygamberin, sahabenin ve onların açtığı yoldan giden kimselerin anlayışlarını esas alan bir anlayışı sürdürmeye biz gelenek diyoruz. Sünnet ve icma geleneğin en güçlü kurumlarındandır. Devamlılığı sağlamanın yegane teminatı bu geleneği sürdürmektir. Bu aynen bir ırmağın her an taze su ile akması gibi bir şeydir. Bugün bir ırmak kendi öz yatağında binlerce senedir akıyor diye hiçbir tazeliğini kaybetmiş olmuyor. Onun tazeliğini kaybettiren şeyler onun kendi öz mahiyeti değil, yatağa sonradan sokuşturulamaya, katıştırılmaya çalışılan harici şeylerdir. Bunun dindeki adı bidattir: Gelenek korunduğu sürece bidate mahal olmaz. Çünkü mevcut kurumlarıyla din kendi kendisi korur. Ama gelenek yok edildiği zaman herkes din adına kendi anlayışını ikame etmeye yol bulabilir. Bunun sonucunda da bidatler alır yürür. Artık din adına tek bir mahiyetten bahsedilemez, herkesin anlayışının din olarak lanse edildiği kaotik bir ortam ortaya çıkar.

Söz gelimi Kur’an’da “İnne’s-salâte kânet ale’l-mü’minîne kitâben mevkûte” buyrulmaktadır. Bugün ben salt dilden hareketle, “Efendim, salât kelimesi dilde dua, niyaz, yakarış gibi anlamlara gelmektedir. Bu itibarla benim anlayışıma göre İslâm’ın salât emri aslında dua ve niyaz demektir. Biz ise zaten zikr-i daim üzereyiz…” şeklinde kendimce bir çıkış yapabilirim.

Dilden hareketle bunu söyleyebilen ben geleneği dikkate aldığım zaman söyleyemem. Neden? Çünkü: Gelenek diyecek ki: Bu kitap bir kere sana indirilmedi. Belli bir zaman ve mekân içinde belli bir bağlamda Hz. Peygamber’e indirildi. Öyle ise önce Hz. Peygamber bundan ne anlamış, ilk muhataplar ne anlamış ve uygulama nasıl olmuş bunları görmeden, salt dilden hareketle bu tür çıkarsamalar yapamazsın. Ha yaparsın, ama yaptığın Hz. Peygamber’in bize bildirdiği din olmaz, olsa olsa kendi anlayışının dini olur. Zaman içinde senin otoritene inanan çıkar ve arkandan gelenler olur, senin adınla yeni bir din daha çıkar. Her anayoldan çıkanlar gibi onlardan biri de sen ve senin ardından gelenler olur.

Kur’an, herkesin kendi istediğini söyletebileceği bir kitap değildir. Kur’an her şeyi söyleyen bir kitap değildir. Çünkü her şeyi söyleyen aslında hiçbir şey söylememiş olur. Oysa biz biliyoruz ki Kur’an bir şey söylemek için geldi. Onun asıl amacı insanları Hakka hidayet etmektir. Bunun için de bir örneklik gerekti. O örneklik Hz. Peygamber idi. Onun ve ashabının ve ardından onların yolundan gidenlerin tümünün bu kelamı anlayışlarına baktığımızda onlar salatı “belli şart ve rükünleri olan özel bir ibadet” şeklinde anlamışlardır. Gelenek, “madem öyle sen de aynı şekilde anlayacaksın” diyor ve dolayısıyla nassı farklı yorumlara kapamış oluyor. Buna rağmen bir şeyler söylemeye kalkışanlar oluyorsa onları da ehl-i bidat olarak niteliyor ve şaz olduğu için sözlerine itibar etmiyor.

Bu durum, geleneğe aykırı olmayan yeni yorumların yapılmasına ve dinî anlayışın her an için günceleştirilmesine de mani teşkil etmiyor.

Dua ile!

27.09.2012

GARİBCE



[1] شرح نهج البلاغة - (18 / 71) (77) ومن وصى) له (عليه السلام) لعبد الله بن العباس أيضا لما بعثه للاحتجاج على الخوارج : لا تخاصمهم بالقرآن فإن القرآن حمال ذو وجوه ، تقول ويقولون ...ولكن حاججهم بالسنة ، فإنهم لن يجدوا عنها محيصا .