31 Ekim 2012 Çarşamba

Modern olduk olmaya da kitabına nasıl uyduracağız


 

Modernite, Avrupa'da yaklaşık olarak 17. yüzyıl civarında ortaya çıkan, zamanla tüm dünyaya yayılan, genel anlamda gelenek ile karşıtlık ve ondan kopuşun; bireysel, toplumsal ve politik yaşam alanlarının tamamındaki dönüşümü ya da değişimi ifade eden toplumsal değerler sistemine ve organizasyonuna verilen isim oluyor.

Aydınlanma felsefesiyle beslenen modernite, aklı ve insanı merkez olarak belirler, toplumsal yaşamı rasyonalize eder, dini toplumsal yaşamda arka plana iter ve laikliği ilke olarak benimser. Öznenin ve özgürlük fikrinin yaygınlaşıp güçlenmesi ve bunların tüm siyasal ve felsefi düşüncenin merkezi durumuna gelmesiyle anlamını bulur.

Biz de modern olmak istiyoruz. Ama müslümanız, Müslüman olarak modern olsak çok şey mi istemiş oluruz.

Eşeğe, ata, katıra ve de deveye biniyorduk, kağnı sürüyorduk; arabaya binmek istiyoruz. Tamponu da altın yaldızlı olsun istiyoruz.

Tarhana çorbası içiyorduk, kahvaltı yapmak istiyoruz. Hafta sonları brunch olsun istiyoruz.

Şalvar giyiyorduk, pantolon olsun istiyoruz. Çarşaf, ehram, burka, şayak… giyiyorduk, pardösü, döpiyes, etek-ceket, tayt… giymek istiyoruz.

Başımızdaki fesi, poşuyu, yağlığı çıkarıp kasket giymek ya da kabak kafa gezmek istiyoruz. Eşarp, fes, tülbent, takıyorduk; turban, şal takınmak istiyoruz…

Hani bu anlamda modern olmak kolay… Ha onu giymişsin ha bunu… Çok da önemi yok.

Ama modern olmak bu değil ki. Modern olmak kafa yapısı ile ilgili, kendi özümüze ve oradan açacağımız yeni pencerelerden hayata bakışımızla ilgili.

Modernite toplumu bu anlamda evirmeyi de başardı. Artık hiçbirimiz kendimizi cesim, asîl, afakı tutmuş görkemli bir ağacın, doğuya batıya, güneye kuzeye uzanan bir kolunda, taze bir sürgün üzerinde açan nadide bir çiçek olmak istemiyor. Çünkü modernite  eğer öyle olursa, kişi kendini öyle hissederse asla özne ve özgür olamayacağını empoze ediyor.

Evet, kişi eğer kendini öyle hissederse, asla özgür bir birey olamayacağını, geleneğin güçlü gövdesi ve uzanan kollarının sarmalında nefes alamayacağını, hiçbir zaman kendi kendinin malik ve sahibi olamayacağını zihinlere kazıyor.

Modern insanın hele hele varlığını, ilahî rahmetle beslenmekte olan, sayısız kökleriyle öteler ötesine bağlanan  bir medeniyet çınarına borçlu olduğunu bilmesi ontolojik bir sorunsala dönüşüyor. Adımını atamıyor, sabiteleri sarsamıyor, tuttuğunu koparamıyor… Bu onu çılgına çeviriyor. Oysa modern olmanın en özgün yönü  Anthony Giddens'a göre  devamsızlık özelliği oluyor. 
Ben vaktiyle evimizdeki su arıtma cihazının suyu nasıl arıttığını merak etmiş ve içini açmış bakmıştım. Ne gördüm biliyor musunuz? Milyonlarca kürecik, başka bir şey yok. Bunları bir arada tutan ve çevreleyen mahfazadan kurtardığımda öyle bir dağılmışlardı ki bir daha onları bir araya toplayıp da yerlerine koyamamıştım ve bizim cihaz da -ellerime sağlık- merakım yüzünden güme gitmişti. Meğer onların tek başlarına değil, birlikte olduklarında bir güçleri varmış ve o güçle o günlerdeki İstanbul’un içilmez haldeki suyunu içilir hale getirirlermiş.

Modernite işte bizi özne ve özgür yapmak isterken bunu yaptı. Koskoca İstanbul’da eskiden Eminönü’ndeydi şimdi her yerinde insanlar omuzları birbirlerine sürtünerek gidip geliyorlar, korkunç kalabalıklar oluşturuyorlar, ancak mahfazasından koparılmış kürecikler gibi hepsi özne hepsi özgür, hepsi birey. Bu kadar kalabalık küçük bir cemaati, basit bir toplumu oluşturmuyor. Milyonlardan oluşan azaların toplamı olarak ortaya bir İstanbul bedeni çıkmıyor. Birinin ayağına diken batınca, tüm İstanbul onun acısını yüreğinde duymuyor. Nasıl duysun ki, yürek yok… Hiç de olmadı ki. On beş milyon hücre bir araya bir beden oluşturmak üzere gelmedi. Sadece fiziki olarak aynı mekana doluştu.

Modernite tam da bunu istiyordu. Kimse kimseye karışmamalıydı. İnsanlar özgür ve özne olmalıydı. Birey olmalıydı. Bana boşuna özendirici masallar anlatma, ben ne kadar muhkem, görkemli ve güzel de olsa, bir ağacın taze dalında açılmış nadide bir çiçek de olsa, ben öylesine  bir  uzantı olmak istemiyorum, ben birey olmak istiyorum. Senin nihayet anlattığın şey benim nazarımda  köklü bir  geleneğin uzantısı olmak, oysa benim bütün derdim bütün bu tutamaklardan kurtulmak.

Ben özneyim.. Ben bireyim. Ben özgürüm…

Beden benim bedenim, ten benim tenim. Köprüden de atarım. İstersem böbreğimi varsa ciğerim onu da satarım.

Bön özneyim, isterim ve istediğimi yaparım. Kimse bana hesap soramaz. Yeterince aydınlanmış biriyim. Hayatta en hakiki mürşit ilimdir. Ne bir kutsala, ne arabın yavesine, ne falanca imamın otoritesine, ne de filanca şeyhin ruhaniyetine  ihtiyacım vardır benim. 

Ben özneyim. Ben özgürüm. Ben bireyim. Ve bu halimle çobanın esaretinden kendini  kurtarmış, özgürlükler ülkesinde, zevk ü sefa çayırlıklarında bir o yana bir bu yana oynaşan kuzucukların neşvesiyle hayatın tadını çıkarıyorum.  Sana kalsa ey bunak, ağzından salyalar akıtarak beni izleyen ve artık nefesini ensemde duymakta olduğum eli silahlı muhafız korkularından asude bir halde tam iştah sıramı beklemede olan kurtlar sofrasında meze olacakmışım! Umurumda değil.

Ben özgürüm ve özgür kalacağım. Zihnime ket vuran prangalardan kurtulacağım. Bütün bağlardan azade olacağım. Bana köstek olacak bütün takıntılardan soyunacağım. Ağaların boğazından kolayca geçebilecek kıvamda, zıypık bir bir lokma olacağım. Hazmedilmişliğin gazını çıkaracağım.

Kapalıdır kulaklarım mavallara.

Neymiş:

Sen dalda yalnız bir çiçek

Ben dalda yalnız bir çiçek

Aşılar elbette bizi de

Gün gelir şaşkın bir böcek.

Ne dalda bir çiçek olurum, ne de umarım bir böcekten medet!

Ben özneyim.. Ben bireyim. Ben özgürüm…

Kendi kaderimi kendim yazarım, olmadı bozarım, bir daha bir daha yazarım.

Ben bu dünyanın…

Var mısınız benle böyle bir hayata.

 

Garibce Lâ havle çekti ve “Len oğlum git!” dedi. Sonra ekledi: “Yahu şu moderinlik de ne menem bi şeymiş böyle. Elini gapdıran golunu gurtaramıyor ellalem! Bir ahtapot gibi yakalıyor, bir garadelik gibi içine çekiyor, değirmen gibi öğütüyor, unumuzu yele savuruyor.

Çoook değiştik çok! Baksana ne hallere geldik.

Yoksa hiç mi değişmedi ki! Baksana her şey aynı gibi.

Kafamız iyice karıştı vesselam!

Kafası karışıklara selam olsun!

Dua ile!

31.10.2012

GARİBCE

29 Ekim 2012 Pazartesi

Seyit M.Şen hocaya ithaf: Bir misvak muhabbeti



Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu:
“Misvak kullanın! Çünkü misvak ağız için temizliktir, Rab için de hoşnutluk. Cibril bana her gelişinde muhakkak misvak kullanımını tavsiye ederdi. O kadar ki bana ve ümmetime farz kılınacak diye endişe duydum. Eğer ümmetime sıkıntı vermiş olmak gibi bir kaygım olmasaydı, bunu onlara gerekli kılardım.  Ben elbette misvak kullanırım. Hatta o kadar fazla ki dişlerime zarar vereceğimden endişe etmekteyim.”[1]
“Sivâk” ya da “misvâk” sözcüğü “istâke” fiilinden bir araç gereç  adıdır. İstâke ise ağız ve diş temizliği yapmak anlamındadır[2].
Bundan on beş asır önce Arabistan gibi bedavetin egemen olduğu  bir coğrafyada Hz. Peygamber’in ağız ve diş temizliğine bu kadar önem vermesi gerçekten insanlık adına da takdire şayan bir durumdur.  Bu önemli vazifeyi fıtratla ilişkilendirip mutlaka yapılması gereken vücut bakımı ve temizliği ile ilgili on şey arasına koyması[3] halk sağlığı ve koruyucu hekimlik açısından bir devrim  olmalıdır.
Hz. Peygamber tarafından vurgulanan ve günün başında sonunda, ortasında hemen her vesileyle yapılması istenilen şey, ağız ve diş temizliğidir. Bu işe uygun en güzel doğal malzeme ise Erâk isimli bir ağacın dallarıdır. Bu ağacın serçe parmak kalınlığında ve bir karış uzunluğunda olan dal parçaları bu iş için sanki özel yaratılmış gibidir. Uç tarafı düzgünce kesilip iki santim kadar kısmın kabuğu soyulup azı dişleri arasında da eziliverdiği zaman kullanıma hazır bir alet halini almakta ve kendine özgü hoş bir tadı ve rayihasıyla da kullanıcıya ayrıca bir zevk de vermektedir.
Kullanımı çok kolay, pratik, doğada kullanıma hazır bir şekilde mevcut bulunan bir nesne olarak bu ağacın dalları Allah’ın bir lütfu  olmalıdır. Her iklimde insanlığın hizmetine sunulmuş buna benzer nice nimetler vardır. Her birinden dolayı insanlık olarak ne kadar şükretsek azdır.
Bütün bunlara eyvallah!
Fakat Garibce olan Hz. Peygamber’in emrinin asıl maksadını ıskalayıp da akıllarımızın bu işin yapıldığı ağacın dalında takılı kalması.
Neymiş sünnet olan misvakmış. Tamam biz de onu söylüyoruz, sünnet olan misvak kullanmaktır diye. Ama adamın anladığı ile bizim anladığımız farklı oluyor. O misvakı, Erak ağacının dalı zannediyor, o yüzden de aklı hep orada asılı kalıyor.
Biz ise sünneti ağız ve diş temizliğinin yapılması olarak anlıyoruz. Bizim  anlayışımızda gördüğümüz fiilin kendisi, onlarınkinde ise fiilin kendisi ile yapıldığı aletin kendisi. Yani amaçla aracın birbirine karıştırılması var. Eğer zihnimizde amaç değerlerle, araç değerlerin birbirinden farklı olduğuna delalet eden bir değerler skalası yoksa tabii olarak bunun sonucunda insanlar amaçlarla araçları birbirinden ayırt edemiyor ve her ikisine de aynı değeri yüklediği için hani hikayede olduğu gibi “illâ odunum” diyor da bir daha bir şey demiyor.
Hal böyle olunca hacılarımızın en büyük hediyesi Erak ağacı dallarından yapılmış misvaklar getirmek oluyor, bizim sofu kardeşlerimiz camide namaza durmadan ceplerinde taşıdıkları misvaklarını çıkarıp itina ile birkaç defa ağızlarını misvaklıyorlar.
Bunun paylaşmacası da varmış.
Hazır ucuzundan sevap elde etmek isteyenler misvak vakfında bulunuyorlar. Ben kendim görmedim ama, şimdi başkan olan Mehmet Görmez vaktiyle anlatmıştı. Pakistan’da abdest alma oturaklarına oturuyorsunuz. Başınızı kaldırdığınız zaman hemen yukarınızda don lastiği ile  bağlanmış sarkmakta olan misvaklar görüyorsunuz. Bunlardan birini tutup, ağzınıza doğru sündürüyorsunuz ve ağzınızı güzelce bir misvakladıktan sonra bırakıyorsunuz. Don lastiği gerginlikten kurtulup çekilme gücüyle misvakı yukarı doğru çekiyor, misvak bir öncekinin ağız kokusundan farklı bir kokuyla mest olmuş gibi sağa sola bir iki sarkaçlama yalpaladıktan sonra, sükuna eriyor ve bir sonraki kullanıcıya hizmet vermek üzere bekliyor. Müthiş bir buluş. Bedavadan biraz pahalı, üstelik çok paylaşmacı… Sevap üstüne sevap!
Ne yani bunu yapmayalım da dişlerimiz sapsarı mı olsun? Yediğimiz yemek artıkları diş etlerimizin dibinde polen toplamadan dönmüş arıların bacakları gibi yediğimiz yiyeceğin rengine göre bir hal mi  alsın? Ağzımız ta uzaktan mı koksun! Üstelik cami cemaatiyiz.  Safları sık tutmalıyız.  Bizi bir sünnetten mahrum bırakıp, insanlara eza verecek bir şekle mi sokmak istiyorsunuz?!
Al işte ya kırk katır ya  da kırk satır! Yahu öyle değil. Aksine biz bu sünneti herkesin işler hale gelmesini istiyoruz. Herkes senin gibi erak ağacının dalını nereden bulsun. Nihayet bu bir araç. Doğal bir fırça. Şimdi ise yapılıyor çeşit çeşit fırça. Bunlar içinde ağzına sığabilecek ölçüde, dişlerini temizleyecek biçimde hiç mi bir fırça bulamadın? Üstelik şimdi bunların macunları da var. Hatta bazı firmalar, insanların nasıl söğüşleneceğini çok iyi bildikleri için erak ağacının özsuyunu da içine kattıkları macunlar icad etmişler. Misvaklı macun diye satıyorlar. Hani sevap olanın o ağaç olduğunu zannedenleri de müşteri listesine katabilmek için adamlar sözde misvaklı macun da yapmışlar, bak ne güzel. Alırsın, sürersin, bir ileri bir geri,bir aşağı bir yukarı… ağzın da dişlerin de tertemiz olur. Dişlerin inci gibi ortaya çıkar, güldün mü gülesin gelir. Seni görenlerin de gördükçe göresi gelir. Ağzın mis gibi aroma kokar.
Sonra bir sağlamasını yaparsın: Ağız ve diş temizliğini en iyi yapan araç hangisidir diye sorarsın. Eğer buna vereceğin cevap  Erak ağacı ise zararı yok senin misvakın o olmaya devam etsin. Yok bu fırçalar galiba bu işi daha iyi görüyor diyorsan, o zaman senin misvakın da bundan böyle diş fırçası ve macun olsun.
Ha bu biraz pahalıya mal oluyormuş, öteki tümden bedavaydı. Doğrudur, artık hayat pahalı. Eskiden doğal ve mebzul olan birçok şey bugün parayladır. Büyük büyük deden suyun hiç paralı olabileceğini düşünebilir miydi: Şimdi en yüksek faturalarımızdan bir i su faturası. Ne yapalım? Yanlış zaman da mı geldik? Hayır, bunca güzellikler var, eskilerin bilmediği, yaşamadığı. Onlara karşılık biraz da maliyetli olsun ne yapalım? Böylece nimet ve nikmet, nimet ve külfet, zahmet ve rahmet dengelenir gider; dün olduğu gibi.
Yeter ki ağzınız mis gibi, dişleriniz inci gibi olsun!
Fırçanız erak ağacından mı yoksa ılgın dalından mı olur hiç de önemi yok.
Söğüt dalını tavsiye etmem, çünkü o biraz acı.
Yumuşak bir kömür dahi bu işi görüyor. Vaktiyle arkadaşımın dişleri tiksinti verecek kadar sapsarıydı. Köyde annesi ardıç ağacının kömürü ile dişlerini güzel bir ovdu. Kömür simsiyahtı ama eseri bembeyaz dişler oldu.  Diş minesini de götürdü mü götürmedi mi onu annesi bilemezdi tabii.  O, eseri sonucu oğlunun ağaran dişleriyle memnuniyet duyuyordu.
Siz gene de isterseniz bu işleri diş hekimlerine danışın. Hem onların da geçinmeye ihtiyacı var. Malum Kur’anî ilke diyor ki “erbabına danışın!”. Ağız ve diş sağlığının erbabı da artık onlar oldu.
Araçlara, amaç değer gözüyle bakmaktan artık vazgeçmek lazım.
Sözü doğru ve maksadına uygun anlayabilmek için ortamı iyi bilmek gerek.
Tabii her zamanlazım olan biraz izan, biraz da irfan.
Sünnetler yaşarsa din de yaşar.
Ama iş neyin sünnet olduğunun tespitinden başlar.
Peygamberimize salât ve selam olsun!
Dua ile!
29.10.2012
GARİBCE


Erak Ağacı



[1] سنن ابن ماجة ـ محقق ومشكول - (1 / 192) 289- عَنْ أَبِي أُمَامَةَ ، أَنَّ رَسُولَ اللهِ صَلَّى الله عَليْهِ وسَلَّمَ قَالَ : تَسَوَّكُوا ؛ فَإِنَّ السِّوَاكَ مَطْهَرَةٌ لِلْفَمِ ، مَرْضَاةٌ لِلرَّبِّ ، وَمَا جَاءَنِي جِبْرِيلُ إِلاَّ أَوْصَانِي بِالسِّوَاكِ ، حَتَّى لَقَدْ خَشِيتُ أَنْ يُفْرَضَ عَلَيَّ وَعَلَى أُمَّتِي ، وَلَوْلاَ أَنِّي أَخَافُ أَنْ أَشُقَّ عَلَى أُمَّتِي ، لَفَرَضْتُهُ لَهُمْ ، وَإِنِّي لأَسْتَاكُ , حَتَّى لَقَدْ خَشِيتُ أَنْ أُحْفِيَ مَقَادِمَ فَمِي.
[2] النهاية في غريب الأثر - (2 / 1037)  السِّواك بالكسر والمِسْواك : ما تُدْلَكُ به الأسْناَن من العِيدانِ . يقال سَاك فَاه يَسُوكه إذا دَلَكه بالسِّواك . فإذا لم تَذْكُر الفمَ قلت اسْتاَك
[3] صحيح مسلم ـ مشكول وموافق للمطبوع - (1 / 153) 627 - عَنْ عَائِشَةَ قَالَتْ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- « عَشْرٌ مِنَ الْفِطْرَةِ قَصُّ الشَّارِبِ وَإِعْفَاءُ اللِّحْيَةِ وَالسِّوَاكُ وَاسْتِنْشَاقُ الْمَاءِ وَقَصُّ الأَظْفَارِ وَغَسْلُ الْبَرَاجِمِ وَنَتْفُ الإِبْطِ وَحَلْقُ الْعَانَةِ وَانْتِقَاصُ الْمَاءِ ». قَالَ زَكَرِيَّاءُ قَالَ مُصْعَبٌ وَنَسِيتُ الْعَاشِرَةَ إِلاَّ أَنْ تَكُونَ الْمَضْمَضَةَ. زَادَ قُتَيْبَةُ قَالَ وَكِيعٌ انْتِقَاصُ الْمَاءِ يَعْنِى الاِسْتِنْجَاءَ.

Bir bayram bereketi: Seyit Mehmet Şen Hoca


Bu bayramın bereketlerinden biri olmak üzere Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen hocamla yeniden buluştuk. Telefon bizi sanal medyaya taşıdı. Önce “Oooo!” diye bir sitemi oldu. Ama benim garibce gülüşlerim karşısında indirdi ve o sevecen tavrıyla hal hatırımız sordu. Ona Garibce’yi tanıttım. Her gün bir bazen biri iki yazı yazdığımı söyledim. Hayretini mucip oldu ve Havuz boşaltması benzetmesini yaptı. Bu Garibce’ye de uyuyordu. Ama şunu da hamd ile belirtmeliyim ki bu boşaltmada birkaç cilt tutacağını sandığım birikmiş eski yazılarımdan şimdiye kadar en fazla üç dört yazı kullandım. Daha çok Mevlânâ’nın döner erleri gibi  avucumuzun birini yukarı Hakk’a açtık, diğeri ile de aşağı doğru geleni halka saçtık. Bunun ötesinde bir şey yapmadık. Her şeyin bir zamanı varmış. Vesile olanlardan ve bize bu ruh ve heyecanı verenler okuyucularımızdan Hak razı olsun.
Seyit Mehmet Hoca en son Van’ın kurucu rektörlüğünü yapmıştı.  Bizim onunla hukukumuz öğrencilik yıllarında idi. Biz İslamî İlimler Fakültesinde öğrenci iken o Ziraat Fakültesinde doçentti. Biri kendisi gibi doçent diğeri asistan iki arkadaşı (Adem ve Özdemir) daha vardı. Hoca her on beş günde bir bizi kendi evinde ve dönüşümlü olarak arkadaşlarının evlerinde ağırlar bize mükellef yemekler yedirir (yengelerimizin ellerine sağlık, evlendikten sonra tecrübî olarak öğrendik ki böylesi ikram sever hane sahiplerinin arkasında onları öne iten hep ev hanımları olurmuş), arkasındanda bize bir tarikat sohbeti yapar, bir de zikir çektirir, havamızı indirirdi.
Ben alıcıları açık fakat sessiz biri olduğum için o halkalardan beni ne kadar hatırladığını bilmiyorum.
O günlerin tadını unutabilmiş değilim. Doğrusu buna sebep yemekler miydi, sohbet miydi yoksa  zikir mi? Galiba üçü bir arada oluşu idi.
Biz ilahiyatçı, pirimiz ziraatçı, o da ayrı bir tuhaflıktı. Bizim ilahiyat hocaları sohbet meclislerinde maalesef ilerleyemediler. İlmin bir kîlu kâl oluşuna ve her ne varsa âlemde aşk oluşuna yapılan vurgulara tepki midir bilinmez o vadide geri kaldılar, ilerleyemediler. Oysa insanların yetişmelerinde unutamadıkları halkalar ilim halkalarından çok sohbet meclisleri oluyor. Ashabı da ashap yapan sohbet değil miydi.
Hoca ile işte böylesine bir hukukumuz vardı. Yıllar sonra kendisine Garibce üslubu ile yazılış Kırk Ambar küçük iki kitabımı göndermiştim. Üslubun biraz da nezih olmasıyla ilgili değerli bir uyarısı olmuştu. İçinde “Bu ne koku/ Yokluğun boku!” gibi halk irfanına ait yazılar da vardı.  İyi de bencileyin köyden gelmiş bir Garibce, beslendiğimiz kaynaklar keza öylesine Bedavetten başlıyor… Dolayısıyla bizim dil ve üslubun biraz kaba olması, yontulmaya muhtaç bulunması normal görülmeli… Rivayet ederler ki bir bedevî halifenin sarayına gelmiş ve ona övgü dolu bir kaside sunmuş: İçinde şöyle ifadeler varmış:
Sen bir eşeksin tahammülde eşin yok
Sen bir köpeksin sadakatte dengin yok..
Adamın kafasını vuracaklarmış. Padişah demiş ki durun, sakın kafasını vurmayın. Adam çok kabiliyetli ama görgüsü, göreneği o kadar. Ona Dicle kenarında bir köşk tahsis edin, hizmetini erkan ve adap bilir cariyeler, nedimeler yapsın ve uzun süre orada ikamet etmesini sağlayın. Öyle de yapmışlar. Her türlü güzellikleri görmüş, inceliklere ermiş, erkan ve adabı öğrenmiş. Altı ay sonra  Arap edebiyatının en güzel örneklerinden olan şiirler söylemeye başlamış.
Derler hani.
Biz yıllardır İstanbul’da yaşıyoruz ama, korkunç bir tehacümle bu kez İstanbul’u köy haline getirmişiz. Bizim İstanbul’dan alacağımızdan çok, İstanbul bizden almış. Öyle olunca da bir türlü incelemedik be hocam.
Bir de tabii bir dil kullandığım zaman kendimi daha iyi ifade ediyorum. Geçenlerde ders anlatıyordum. Tiyatro gibi zevkliydi. Tam o sırada otuz yıl önceki bir sınıf arkadaşım bodoslama sınıfıma girdi ve arkaya oturdu. Neymiş dersimi dinleyecekmiş. Dilime, üslubuma dikkat etmeye başladım haliyle, ama dersin büyüsü bozuldu. Ben bile anlattığımdan keyif alamadım. Öğrenci nasıl alsın.
Neyse lafı uzatmayalım. Bu bayram bereketiyle Hocam bizi lütuf buyurmuş takibe almış şu iki Twiti atmayı da hocalık sorumluluğunda görmüş ve demiş ki:
“Seni takibe aldım. Üç dört yazını okudum. Hepsi de güzel olmuş. Dilin de güzel kutlarım. Aynı "bağlamda" misvağı da yaz. Selamlar!”
Twit ortamına biraz vakit ayır. Gençlerimizin senin gibilere ihtiyacı var. Allah (cc) işini kolay getirsin. Selam ve muhabbetler “
Bu Garibce için bir emir olacak ve beklentiler ona inşallah biraz daha güç ve heyecan katacaktır.
Hocam şimdi Beyaz Gazete’de haftalık yazılar yazıyormuş. Bu günkü yazısının başlığı “Devlet Sistem İlişkileri” idi. Ondan aldığım birkaç satırla sizlere veda ediyor ve sağlıklı huzurlu uzun ömürler dilediğim hocamla sizleri de tanıştırdığım için kendimi mutlu hissediyorum.
Böylesi güzelliklere vesile olan bayramlara gerçekten ihtiyacımız var!
Dua ile!
29.10.2012
GARİBCE

“Devlet Sistem İlişkileri”
…………..
Eğer Cumhurî sistemin çokça söylendiği şekliyle “ilelebet payidar olmasını” istiyorsak, birbirimize yumruk sallamayı, birbirimizden nefret etmeyi bırakıp, eğer birbirimizi sevemiyorsak hiç olmazsa birbirimize hoş görülü davranmayı bilmemiz, bilmiyorsak öğrenmemiz gerekir.
Şunu gayet iyi bilelim ve sakın unutmayalım:
Biz ne kadar tumturaklı nutuklar atarsak atalım, eğer güçlü olamazsak bizi bu topraklarda yaşatmazlar…
Birbirimizi sevmeden, birbirimize hoş görülü davranmadan, birbirimize tahammül etmeden, tahammül etmeyi öğretmeden, birbirimizle kardeş olmadan, kardeşlik bağlarını kavileştirmeden güçlü olmamız mümkün değildir…
Kısacası birbirimize yumruk sallayarak Cumhuriyeti ilelebet koruyamayız…
İsterseniz aynanın karşısına geçin ve fikirlerinden hoşlanmadığınız hemen yanı başınızdaki insanı hayal ederek yumruk sallayın ve boğazını sıkın…
Aynı şeylerin size yapıldığını göreceksiniz…
Bilin ki kimsenin eli armut toplamıyor…
Bunu mu istiyoruz?
29.10.2012
http://www.beyazgazete.com/yazar/prof-dr-seyit-mehmet-sen-238/devlet-sistem-iliskileri-408090.html

28 Ekim 2012 Pazar

Bağlam ve bir sirke muhabbeti



Hz. Aişe’den (ra):  Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu:  
“-Sirke ne güzel katıktır!”[1]
Hadisimizi Müslim rivayet etmiştir. Sıhhatinde en ufak kuşku yoktur.
Tamam, öyleyse sirke bir anda yiyecekler arasında mutena bir yer edinmeli ve sirke yemek artık sünnet olmalı. Öyle de oldu.
Bu nasıl oldu? Önce söz bağlamından koparıldı ve mutlaklaştırıldı. Bunun sonucunda da Hz. Peygamber’in övgüsüne olan mazhariyeti sebebiyle sirke yiyeceklerin efendisi oluverdi ve sirkeye bandırmak sünnet olarak tervic gördü.
Birazcık araştırıcı bir ruhla hareket etseniz artık bir bilginin gerçek haline ulaşmak çok daha kolay hale geldi. Ama sizi harekete geçirecek birazcık eleştirel bir bakış ve her an devrede olan bir akıl lâzım.
Yoksa! Yoksa koroya siz de katılırsınız ve çatlak bir ses çıkarmamanın konforunu yaşarsınız.
Sirke neden böyle bir mevki ihraz etsin? Bu bize düşmez. Mademki peygamberin övgüsüne mazhar olmuştur, öyle ise bize sirkenin faziletlerini sayıp dökmek düşmelidir. Gerisi bizi ilgilendirmemelidir. Haydin o zaman sirkenin faziletlerini sayalım: Sirke şöyle mübarektir, sirke böyle mübarektir, şuna iyi gelir, buna iyi gelir… Kimyasal analizler yapalım, uzmanları devreye sokalım ama illâ da şu mübarek sirkenin fezailini ortaya koyalım. Böyle bir çağda bize düşen vazife bu olmalıdır.
Bir de hadisimizin bağlamına bakalım:
Hz. Peygamber, eşlerinden birinin yanına girdi (diğer rivayetlerden Hz. Aişe olduğu anlaşılıyor).
“-Katık olacak bir şeyleriniz var mı?” diye sordu. Onlar da:
“-Hayır, sadece bir miktar sirke var!”  dediler. Hz. Peygamber:
“-Onu getirin!” dedi ve banarak onu yemeğe başladı ve:
“-Sirke ne güzel katıktır!” buyurdu[2].
Şimdi bu bağlamdan ve bu sözden sirkenin mübarekliği mi anlaşılmalı yoksa Hz. Peygamber’in ahlakının yüceliği mi?
Düşünün, acıkmışsınız, evinize gelmişsiniz…  Başka rivayetlerden de öğrendiğimiz üzere yemek (gadâ) istemişsiniz. Yok demişler. Katık olacak hiçbir şey yok mu sorunuza bir miktar sirke cevabını vermişler. Siz getirin onu demişsiniz ve  önünüze almışsınız, ekmeği bandıra bandıra yemişsiniz ve üstelik de bir dizi methiye  de bulunmuşsunuz. Kimseye bağırıp çağırmamışsınız, nerede benim yemeğim diye çıkışmamışsınız… Mevcut olan ile kifaf-ı nefs edip, üstün bir ahlak anlayışı ile ailenize ve çevrenizdekilere örnek olmuşsunuz.  Bu hadisten bir sünnet çıkacaksa, bu sirke yemenin sünnetliği değil, işte bütün insanlığa sunabileceğimiz bu örnek tavır çıkmalıydı. Yani elde mevcut olanla yetinmek, aile halkına zorluk çıkarmamak, sıkıntı vermemek, Allah’ın nimetlerini sirke bile olsa küçümsememek, ev halkının talebe cevap verememeleri yüzünden duyabilecekleri ezikliği hoş bir latife ile gidermek…
Evet sünnet olacak idiyse onun bu yüce örnekliği olacaktı ve çoğu insanın çıtak, tahammülsüz ve sabırsız olduğu bir mevzuda bu kıymettar sünnetimiz olumlu işlev görecekti.
Neymiş, sirke yemek sünnetmiş!  Gadâ (yemek) istediğinde Hz. Peygamber önüne konulan  mesela kuzu kebabını ya da herhangi bir sıradan yemeği yemedi de  ille de ben sirke isterim mi dedi?  Böyle sünnet anlayışı mı olur? Bu anlayış mı Hz. Peygamber’i bütün insanlığa örnek olacak şekilde sunacaktır.
Peki Sahabe nasıl anlamıştı?
Bunu da Ahmed b. Hanbel’de yer alan bir haberden öğreniyoruz:
Câbir’in yanına bir grup sahabî girmişti. Onlara ekmekle sirke ikram etti ve şöyle dedi:
“-Yiyin! Çünkü ben Hz. Peygamber’den şöyle buyurduğunu işittim:  “-Sirke ne güzel katıktır! Bir kimsenin yanına kardeşleri gelsin de o evinde bulunan yiyecekleri küçümsediği için onlara ikram etmesin, bu onun için bir tür helaktir. Aynı şekilde ikram görenlerin de  kendilerine ikram edilen şeyi hakir görmeleri onlar açısından da bir tür  helaktir[3].
Belli ki bu sözde vurgu elden her ne geliyorsa küçümsenmeden ikram edilmesi, karşı tarafın da ikramı her ne ise hor görmeden kabul etmesi  üzerinedir. Aksi takdirde sirke de olsa küçümsediği için ikramda bulunmayan  hane sahibi,  ikramı hor gördükleri için şükürde bulunmayıp, nimete karşı hamd etmedikleri için de misafirler her iki taraf da küfranı nimette bulunmuş olurlar.
Ah bağlam ah! Seni bilmek ne kadar lüzumlu bir şey.
Bir de mağzâ-yı kelamı anlayabilecek kadar bir kafa!
Hazinesinde yok değil ya! Bakarsın bize de lütuf eyler.
Mevlam neylerse güzel eyler!
Sahi siz hiç ekmek bandıra bandıra sirke yediniz mi?
Bir sünnet işlemeye ne dersiniz!

28.10.2012
GARİBCE


[1] صحيح مسلم ـ مشكول وموافق للمطبوع - (6 / 125) 5471 عَنْ عَائِشَةَ أَنَّ النَّبِىَّ -صلى الله عليه وسلم- قَالَ « نِعْمَ الأُدُمُ - أَوِ الإِدَامُ - الْخَلُّ ».
 [2] 15223 مسند أحمد بن حنبل - (3 / 389)  عن جابر بن عبد الله قال : دخل رسول الله صلى الله عليه و سلم على بعض أهله فقال هل عندكم من أدام فقالوا لا إلا شيء من خل فقال هلموا فجعل يصطبغ به ويقول نعم الإدام الخل
تعليق شعيب الأرنؤوط : حديث صحيح وهذا إسناد رجاله ثقات رجال الصحيح
 [3] مسند أحمد بن حنبل - (3 / 371)  15027 عن عبد الله بن عبيد بن عمير قال دخل على جابر نفر من أصحاب النبي صلى الله عليه و سلم فقدم إليهم خبزا وخلا فقال كلوا فإني سمعت رسول الله صلى الله عليه و سلم يقول : نعم الإدام الخل إنه هلاك بالرجل أن يدخل عليه النفر من إخوانه فيحتقر ما في بيته أن يقدمه إليهم وهلاك بالقوم أن يحتقروا ما قدم إليهم

Ne olacak şu bizim hacıların haccı!



Ne oldu ki?
Ohoo! Daha ne olsun, onlar vakfeye durdu biz kurban kestik!
Ya onlar doğruydu o zaman bizim ilk günkü kurbanlar güme gitti.
Ya da biz doğruyduk o zaman da onların vakfesi boşa gitti. Dolayısıyla da vakfe yok, hac da yok. Bütün emekler anlayacağınız boş.
Böyle bir anlayış var. Allah’tan pek yaygın değil.
Evet! Ne olacak şu bizim hacıların haccı!
Ne olacak? Dünyevî ahkamıyla iczâ’ yani yeterli ve de geçerli olacak. Ahirette makbul olup olmaması ise hacılarımızın niyetlerine, ihlaslarına, hac menasikinin hakkını verip vermemelerine bağlı bir şey. Onu biz bilemeyiz, ancak Allah bilir.
Dünyevî yönüyle geçerli midir, değil midir… gibi tartışmalara bir ekmek arası da Garibce katkıda bulunsun istedik.
Bu amaçla Hidâye’nin (I, 188) bir paragrafını tercüme etmeyi uygun bulduk.
Kimi insanlar, bizlerin mutlak gerçekliğe isabetle yükümlü olduğumuzu zannediyor ve hem kendilerini yoruyorlar hem de başkalarını istemeyerek de olsa sıkıntıya sokuyorlar. Bu anlayış yanlış; bizi takat üstü yükümlülüğe götürür, sonra da kimse altından kalkamaz.  Siz kıble konusunda elinizden gelen araştırmayı yapın ve namazınızı kılın, sonra kıblenin tam aksi istikamette olduğu ortaya çıksın. Namazınız geçerli mi geçerli. İşte o kadar. Daha ne vıcık vıcık ediyorsunuz yahu.
Filler tepişir, olan ayaklar altında ezilen çimenlere olurmuş. Müslümanlara aynı günde bayram yaptıramayan siyasiler utansın. Arafat’a falanca gün çıkılacak denilmiş ve onlar da çıkmışlar vakfelerini yapmışlar… Daha ne yapaydılar. Allah onların vakfelerini, haclarını elbette kabul edecek. Ama gerçekliğin ortaya çıkması sırf işlerine gelmediği için bu konuda çaba göstermeyen, yan çizen, ayrı ayrı baş çeken, hakikatin ancak kendi kıt anlayışlarında temessül edebileceğine inanan ve gerçekliği kendi tekellerinde gören rüesaya gelince Allah onlara soracak ki hem de nasıl soracak, varsa altta ezilenlerin günahı, onları da onların sırtına yükleyecek.
(Bu yazıyı “İslam’ın siyasî birliği ve bayramlar” başlıklı yazımızla birlikte değerlendirin lütfen!)

El-Hidaye müellifi el-Mergînânî şöyle diyor:
“Hacılar, Arafat’ta vakfe yapsalar sonra bir grup insanın tanıklığı sonucu onların arife gününden bir gün sonra Kurban bayramı gününde vakfe yapmış oldukları ortaya çıksa… ne olur? Geçerli olur:
Genel kurala göre (kıyas) bu vakfenin geçerli olmaması lazımdır.  Çünkü nasıl ki terviye gününde vakfe yapmaları halinde caiz değilse, bunun da aynı şekilde yeterli olmaması lazımdır.  Çünkü Arafat’ta vakfe, bir ibadettir, belli bir zaman ve mekan içinde yapılması şartı vardır. Eğer yerinde ve zamanında yapılmamışsa bir ibadet olarak vakfe vakfe olmaz.
Bu konuda hüküm istihsana göre verilmektedir.  Bir kere bu tanıklık nefye yöneliktir ve hüküm altına alınamayacak bir durum hakkındadır. Çünkü böyle bir tanıklığın asıl amacı, hacıların haclarının olmadığını ispata yöneliktir. Hac ise hüküm altına alınamaz, dolayısıyla da böyle bir tanıklık kabul edilmez.
İkinci gerekçe ise belvâ-yı âmmdır (genel bir zorluk ve sıkıntının dikkate alınması ilkesi); böyle bir durumdan sakınma imkânımız yoktur ve de telafi şansı bulunmamaktadır. Haccın olmadığını ve herkesin haccını iade etmesi gerektiğini söylemek ise  çok açık bir zorluktur. Böylesi durumlarda mevcut ile yetinmek bir gereklilik olur.
Bu gibi bir durumda yöneticinin  böylesi bir tanıklığı dinlememesi ve insanlara “Haccınız tamam olmuştur, herkes işine baksın!” demesi uygun olur. Çünkü böylesi bir kapının açılması sadece fitneye sebebiyet verir. [1]
Mergînânî’ye rahmet olsun!
Dua ile!
28.102012
GARİBCE


[1] العناية شرح الهداية - (4 / 303) ( أَهْلُ عَرَفَةَ إذَا وَقَفُوا فِي يَوْمٍ وَشَهِدَ قَوْمٌ أَنَّهُمْ وَقَفُوا يَوْمَ النَّحْرِ أَجْزَأَهُمْ ) وَالْقِيَاسُ أَنْ لَا يَجْزِيَهُمْ اعْتِبَارًا بِمَا إذَا وَقَفُوا يَوْمَ التَّرْوِيَةِ ، وَهَذَا لِأَنَّهُ عِبَادَةٌ تَخْتَصُّ بِزَمَانٍ وَمَكَانٍ فَلَا يَقَعُ عِبَادَةٌ دُونَهُمَا . وَجْهُ الِاسْتِحْسَانِ أَنَّ هَذِهِ شَهَادَةٌ قَامَتْ عَلَى النَّفْيِ وَعَلَى أَمْرٍ لَا يَدْخُلُ تَحْتَ الْحُكْمِ لِأَنَّ الْمَقْصُودَ مِنْهَا نَفْيُ حَجِّهِمْ ، وَالْحَجُّ لَا يَدْخُلُ تَحْتَ الْحُكْمِ فَلَا تُقْبَلُ ، وَلِأَنَّ فِيهِ بَلْوَى عَامًا لِتَعَذُّرِ الِاحْتِرَازِ عَنْهُ وَالتَّدَارُكُ غَيْرُ مُمْكِنٍ ، وَفِي الْأَمْرِ بِالْإِعَادَةِ حَرَجٌ بَيِّنٌ فَوَجَبَ أَنْ يَكْتَفِيَ بِهِ عِنْدَ الِاشْتِبَاهِ ، بِخِلَافِ مَا إذَا وَقَفُوا يَوْمَ التَّرْوِيَةِ لِأَنَّ التَّدَارُكَ مُمْكِنٌ فِي الْجُمْلَةِ بِأَنْ يَزُولَ الِاشْتِبَاهُ يَوْمَ عَرَفَةَ ، وَلِأَنَّ جَوَازَ الْمُؤَخَّرِ لَهُ نَظِيرٌ وَلَا كَذَلِكَ جَوَازُ الْمُقَدَّمِ . قَالُوا : يَنْبَغِي لِلْحَاكِمِ أَنْ لَا يَسْمَعَ هَذِهِ الشَّهَادَةَ وَيَقُولَ قَدْ تَمَّ حَجُّ النَّاسِ فَانْصَرِفُوا لِأَنَّهُ لَيْسَ فِيهَا إلَّا إيقَاعُ الْفِتْنَةِ .

27 Ekim 2012 Cumartesi

Kurbanlarınızı tazim ediniz!


“Ne etleri ulaşır Allah’a ne de kanları, O’na ancak ulaşır varsa takvaları…”[1]
Bu âyette kurbanın etli, kanlı bir şey olduğu anlaşılıyor. Fakat ayetin sevk amacı ayakkabıdan kurban olmayacağına dair bir işaret değildir. “Şeâir”den olan kurban ve benzeri dinî sembollere saygı göstermenin ancak kalplerde yer edebilecek olan takvâ ile irtibatlandırılması[2], ibadetlerin ifasında ortaya çıkacak et, deri, sakatat vb. gibi maddî hasılanın ötesinde asıl maksadın bu ibadetlerin tam bir teslimiyetle ifa edilmesi, hulusi kalp ile işlenmesi, Allah’a yaklaşmanın (kurbet, kurban) amaçlanıyor olması asıl sevk amacıdır.
Bu aslî unsur göz ardı edilmemek kaydı ile, kesilecek kurbanların, zekat ya da sadaka olarak verilecek olan malların öyle sıradan, ancak gözü yumuk olarak alabileceğimiz türden şeyler olmaması da esas olmalıdır. Sonuçta bu gibi malî ibadetler, verenler açısından arınma amaçlı olsa da alanlar açısından dünyevî alanda yararlanabilmeleri için meşru kılınmıştır.
Geçen sene de aynı camide idik. Bayram vaazını yapan hoca efendi gene aynı kişiydi. Geçen sene olduğu gibi bu sene de tok sesiyle
{ عَظِّمُوا ضَحَايَاكُمْ فَإِنَّهَا عَلَى الصِّرَاطِ مَطَايَاكُمْ } .
şeklinde bir hadis okudu ve “Kurbanlarınızı tazim ediniz, çünkü onar sıratta sizin bineklerinizdir” şeklinde de bir anlam verdi ve hadisi kurbanlara karşı saygılı olmak gereğine yordu.
Eve döndüğümde bu hadisi ardım. Fakat hadis kitaplarında bulamadım. Belli ki bu hadis fukaha beyninde yaygındı. Nitekim Mebsut ve benzeri fıkıh kitaplarımızda mevcut bulunuyor.
Diyeceksiniz ki muhaddisîn hazarâtının bilmediği hadis, hadis olur mu? Oluyor işte. Biz muhaddisîn hazaratının bilmediği nice mevzu hadis-i şerifler de biliyoruz. Yaa!
“Azzımû =Tazim edin” kelimesi vaiz efendinin yorumladığı gibi  yüceltin, saygı gösterin anlamına gelebileceği gibi “Büyültün, azametli kılın, ufak tefek olmasın, irice olsun!” anlamına da gelebilir. O yüzden ihtimali ortadan kaldırabilmek için bağlam daha bir önem kazanıyor.
Bedâi’in bu hadisi sevk şekline bakarsanız, cüsse olarak büyük olması konusunda çok açık gözüküyor[3]. Sonuç olarak şöyle denilebilir: Kurban olarak sunulacak olan şey, önce canlı olsun. Ayakkabı falan cinsinden olmasın. Sonra tavuk falan değil, Hac 22/34’de belirtildiği gibi Behîme-i en’âm cinsinden olsun yani deve, sığır ve davar gibi evcil hayvanlardan kesilsin. Ve de irice olsun, henüz yeteri kadar büyümemiş boduk, buzağı, oğlak ve kuzu olmasın. En azından toklu, çebiç, düve (deveninkini bilmiyorum, ilmim oraya henüz yetişemiyor, deve kültürünü bilmek için ulûm-ı bedaveti dahi ikmal etmek gerekiyor) olsun, asgarî düzeyde büyümüş olma şartını tamamlamış olsun. O da olur bu da olur deniyor, sonuçlar dikkate alınmıyor.  Eti lezzetli oluyor… diye küçücük bir oğlağı normal olarak kesmek bile caiz olmamalı. Çünkü onun fizik olarak büyümesini normal olarak tamamlaması halinde yirmi kilo et çıkacaksa, körpecik halinden en fazla iki üç kilo et çıkacak, büyük bir israfa sebebiyet verilmiş olacaktır. İsraf ise haramdır.
Allah insanların ihtiyaçlarını giderebilmesi için her nimeti bizim hizmetimize sunmuştur ama, bunları ihtiraslarımızı tatmine yönelik israf etmek için değil.
Hadise dönecek olursak, keseceğiniz kurbanlıklar yeterince büyük olsun, zira onlar sırat köprüsünde sizin bineğiniz olacak. Tabii burada hakikat anlamında bir bineklik söz konusu değildir. Keseceğiniz kurban, şartlarını tam olarak taşısın ki orada sizi sırattan geçirecek şekilde temessülü de tam olsun. Sizi alsın götürsün, o günün sıkıntılarından kurtarsın.
Hakikat anlamda alınacak olursa bayağı bir şenlikli olacağa benzer.
Kimi tek başına binmiş bir deveye…
Kimi yedi kişiyle…
Kimi tek başına binmiş bir danaya…
Kimi üç, kimi beş kimi yedi kişiyle.
Kimi koçun boynuzlarından tutmuş.
Kimi teke ile şaha kalkmış…
Öteden bir ses, heeeyt! Savulun. Yol açın! Bir de bakmışlar dev bir horoz, hak yolunda büyümüş de büyümüş. Üzerinde bir beyaz şovmen, küçülmüş de küçülmüş. Arkasında bir taifei garibe ki her biri, ucuna bir çift iskarpin geçirilmiş sırıktan atlara binmişler, arkalarında elliye itmam etmek üzere yerde sürünen kırk dokuz çift ayakkabı ile peşine düştükleri beyaz şovmenin riyasetinde tozu dumana katmışlar ki deme gitsin … Görülmedik bambaşka bir manzara… Emsalini hak getire!
 
Allah işimizi rast getire!
Kurbanınız mübarek olsun!
27.10.2012
GARİBCE



[1] لَنْ يَنَالَ اللَّهَ لُحُومُهَا وَلَا دِمَاؤُهَا وَلَكِنْ يَنَالُهُ التَّقْوَى مِنْكُمْ كَذَلِكَ سَخَّرَهَا لَكُمْ لِتُكَبِّرُوا اللَّهَ عَلَى مَا هَدَاكُمْ وَبَشِّرِ الْمُحْسِنِينَ
[2] ذَلِكَ وَمَنْ يُعَظِّمْ شَعَائِرَ اللَّهِ فَإِنَّهَا مِنْ تَقْوَى الْقُلُوبِ [الحج : 32]
[3] بدائع الصنائع في ترتيب الشرائع - (10 / 316) ( وَأَمَّا ) الَّذِي يَرْجِعُ إلَى الْأُضْحِيَّةَ فَالْمُسْتَحَبُّ أَنْ يَكُونَ أَسْمَنَهَا وَأَحْسَنَهَا وَأَعْظَمَهَا لِأَنَّهَا مَطِيَّةُ الْآخِرَةِ قَالَ عَلَيْهِ الصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ { عَظِّمُوا ضَحَايَاكُمْ فَإِنَّهَا عَلَى الصِّرَاطِ مَطَايَاكُمْ } وَمَهْمَا كَانَتْ الْمَطِيَّةُ أَعْظَمَ وَأَسْمَنَ كَانَتْ عَلَى الْجَوَازِ عَلَى الصِّرَاطِ أَقْدَرَ
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...