31 Aralık 2012 Pazartesi

Ödünç teke!


İnternet Milliyet’te bugün şöyle bir haber vardı:
“Uzun süren evlilikleri boyunca çocuk sahibi olamayan çiftin sıradışı bir yöntemle çocuk sahibi olmak istemesi evliliklerinin sonunu getirdi. Güvendiği bir arkadaşını sperm donörü olması için eşiyle birlikte Kıbrıs'a gönderen H.M., gebeliğin “embriyo transferi” yöntemiyle değil zina yoluyla gerçekleştiği iddiasıyla 26 yıllık eşi S.M. (51) boşanma davası açtı.
İstanbul’da yaşayan M. çifti uzun süredir çocuk sahibi olmak istiyordu. Ancak yapılan tedaviler sonuç vermedi. Çifte doktorlar 12 yıl önce H.M.’den kaynaklı sağlık problemi nedeniyle çocuk sahibi olamayacakları bilgisini verdi. Umudunu sağlık teknolojisindeki ilerlemeye bağlayan çift, aradan geçen süreye rağmen durumlarında bir değişme olmayınca 2009 yılında başka bir erkekten alınacak spermle çocuk sahibi olmaya karar verdi. Donörü de koca H.M. buldu. İkna ettiği bir arkadaşını eşiyle birlikte embriyo transferi için Kıbrıs’a gönderen H.M., çocuk dünyaya geldikten sonra eşinin donör Y.B. ile ilişkisinin olduğu gerekçesiyle mahkemeye başvurdu. H.M., 26 yıllık eşinin zina yoluyla gebe kaldığını iddia ederek 2010 yılında boşanma davası açtı.”
Haramlar sınır çizgileridir. Sınır aşıldıktan sonra şöyle ya da böyle olmasının arasında aslında fazla önem yoktur.
Bu çizgiler nihâî anlamda, uzak durulması halinde faydası bize dokunacak olan yasak alanların belirleyicileri olan çizgilerdir.
Yüce Allah "Zina etmeyin" değil "Zinaya yaklaşmayın" buyuruyor. Bunun için de bir birine yabancı olan kimselerin kapalı kapılar arkasında bir arada kalmalarını da (halvet) yasaklıyor, çünkü deniyor "Üçüncüleri şeytan olur".
Amacın meşruiyeti yetmiyor. Oraya ulaştıracak yolların, tutulacak yol, yordam ve  yöntemlerin de meşru olması gerekiyor.
Tedavi olmak gerekli olabilir. Çocuk sahibi olmak için tedavi görmek arzu edilebilir. Yollar aramak da kabul edilebilir. Ancak bütün bunların meşru olması gerekir.
İlle de çocuk sahibi olacağız diye insanların gayrimeşru yollara başvurmaları kabul edilemez.
Bir tarlaya tohum ekilmesi halinde, elde edilen ürün o tohuma ait oluyor. Genetik olarak da tamamen onun özelliklerini taşıyor.
İslam evlat  edinmeyi yasaklamış. Yani başkasının nesebine ait olan bir çocuğu kendi nesebinize katmak ve onu kendi sulbünüzdenmiş gibi görmek, hilafı hakikat bir durumdur. Buna kimsenin hakkı yoktur. Çocuk kimden ise nesep de ondandır. Başkasına değil, ona nispet edilmelidir. Nispet ile oynanmamalıdır. Ama bu yapılmaksızın başkasına ait özelliklede kimsesiz bir çocuğa bakmak, onun kendisini değil de ihtiyaçlarını sahiplenmek ve bu yolda çaba harcamak çok sevaplı bir iştir.
Adam kalkıyor ve ancak kendi tohumunu saçmaya yetkili olduğu tarlaya, başkasının tohumunun ekilmesine rıza gösteriyor ve üstelik bizzat kendi eliyle “ödünç teke” buluyor. Malum “et-Teysü’l-müsteâr” tabiri bizzat Hz. Peygamber tarafından Hullecilik rezaletinde devreye sokulan erkek için kullanılmıştı.  Ödünç teke de tekeliğini gösteriyor, tüpe ne hacet deyip bu işi doğrudan halletmeye mübaderette kusur göstermiyor. Karşı tarafın gözünü bürüyen çocuk hırsı ise, zaten başka bir şeyi görmesine imkan vermiyor. Olsun da ha kocadan, ha hocadan. Olsun da ha tüpten ha dipten… Yeter ki çocuk olsun, bunun yolu fark etmiyor. Sonunda da bu türden haberler hiç eksik olmuyor.
Hırslarımıza mağlup olmayalım.
Sınır çizgilerini aşmayalım.
Aksi takdirde önü alınamaz bir sürüklenme içinde kendimizi bulur ve ne yapacağımızı bilemez hallere düşer, huzuru ödünç tekelerde arar, şaşkın ördek misali tersine tersine yüzeriz.
Eskiden insan tarifleri arasında “yüzü kızaran hayvan” da vardı. Öyle haller var ki onu yapanların bu tarife uygunlukları ancak niteliğin yokluğu halinde söz konusu oluyor.
Esfel-i sâfilin denilen güruh, herhalde bu gibi niteliksizlerden oluşuyor olmalı.
Hayvanlara da hakaret olmasın. Onlar içerisinde haremini koruma uğruna ölümüne kavgaları göze alanlar, bu uğurda yaralanıp, ölenler var.
Allah cümlemize acısın ve bizi korusun!
Dua ile!
31.12.2012
GARİBCE

27 Aralık 2012 Perşembe

“De ki: Fazlasını…”


 

Efendim, bizim edebiyat der ki: Bir beldede açlıktan yahut susuzluktan veya  açıkta kalması yüzünden donarak ölecek olsa, o belde halkının tümünden mülkiyet hakkının meşruiyeti kalkar.

Mülkiyet, dokunulmaz bir haktır. Ama onda başkalarının da hakkı vardır.

“Neyi harcayacaklarını soruyorlar: Deki: Fazlasını” diyen bir Rab var.

Rezzâk olan O elbet, ama herkesin rızkını illa ki bir sebebe bağlamış.  Halife olan insan da  o isimlerin tecellilerine mazhariyetle ancak bihakkın halife olabilecektir.

Kifaî farzların aynîye dönüşme özelliği vardır. Bir imdat çığlığına onu duyan kişinin iki eli kanda da olsa yetişmesi lazımdır. Tatilini yapmakta olan izinli bir doktor orada acil müdahaleyi gerektiren bir vakıaya anında vaziyet etmek mecburiyetindedir, izinliyim, tatildeyim gibi bahaneler o görevin üzerine terettübüne engel değildir.

Aç birini doyurmak, susuz birini suya kandırmak, üşüyen birini ısıtmak da öyledir.

Komşusu aç iken tok yatan bizden değildi hani. Fakat gel gör ki insanların ilgisizlikleri, lakayt halleri, umarsızlıkları devam ediyor. Dün de öyleydi. Bugün de öyle. Belki yarın da öyle olacak.

Hesap gününde Allah herkesin hakkını savunacak, zalimlerden, haksızlardan, kadir kıymet bilmezlerden hesap soracak.

Kadına soracak: “Neden kendini astın?” Kadın bir başlayacak… Allah: “Yeter, yeter!...” diyecek ve ardından hemen: “Bu kadını bu hale sürükleyenleri getirin!” diye emir buyuracak. Haydi ver bakalım hesabını. Fazlasını, yediklerinden fazlasını, giydiklerinden fazlasını, yaktıklarından fazlasını, harcadıklarından fazlasını…. her birinin tek tek ver hesabını bakalım.

“Men hûsibe fekad uzzibe” deniyor. Yani “Bir kimse hesaba çekildiyse, daha o yandı” anlamında bir hadis.

İşimiz zor galiba.

Garibce bugün Feys’de bir paylaşım gördü ve düşünceleriyle birlikte sizlere de aktarmak istedi.

Haber şöyle:

Adana’da eşi bir yıla aşkın süre işsiz kalan ve ev kirasını 8 aydır ödeyemeyen 26 yaşındaki Emine Akçay, çocuklarının üşüdüğünü görünce cebindeki son parayla odun almaya gitti. O kadar az parası vardı ki oduncu ‘Bacım bu paraya odun mu olur’ dedi. Ama anne Emine Akçay ısrar etti, bir çuval odunu alıp eve geldi. Odunlar ıslandığı için yanmadı. Lastik parçalarını tutuşturmaya çalıştı; olmadı. Emine Akçay, çocuklarının ısınması için çalıştırdığı saç kurutma makinesini küçük oğluna verdi. Daha sonra diğer odaya gidip, tavandaki salıncak demirine ip bağlayarak, kendini astı.

Yorumlar da şöyle:

-Doyuramadığı çocukları ısınsın diye son parasıyla (6 lira) birkaç odun aldıktan sonra intihar eden bir kadın vardı. geçen sene bu zamanlar..

-Merhamet etmeyene merhamet edilmez---Komşusu açken tok yatan bizden değildir.

- Biz kimiz ya ? Ne hallere geldik ya rabbi !

- Bunu yeni duyuyorum çok üzücü nerde olmuş bu olay

-Nerede olduğunu hatırlamıyorum ama Burcu Bak ablacığım, sahih bir haberdi. Facebook da bol bol yorumu yapıldı, köşelerinde millet yazdı. Ne kadar değişti her şey orası muamma tabi.

- Allah tekrarını göstermesin!

-Genç kadının eşi Hüseyin Akçay’ın 2 ay önce Osmaniye’nin Düziçi ilçesinde bir şantiyede iş bulup, çalışmaya gittiğini belirten komşular, biriken borçlarını ödemeye öncelik verince eve yeterince harçlık gönderemediğini, üç gündür de evde yemek pişiremeyen Emine Akçay’ın çocuklarıyla birlikte sefalet içinde yaşamaya çalıştığını ifade ettiler. ((komşuları her şeyin farkındaymış, tüm yoksulluklarının..))

- Onu unutabilmek ne mümkün... Saç kurutma makinesiyle çocuklarını ısıtmaya çalışan abla... Ahirette hepimizden tek tek hesap soracak. Çevresindeki herkes birer kürdan verseydi, kış boyunca rahatça ısınabilirdi.

- Haklısın ağabey bir kürdan verselerdi, hiç yoktan...

-Özürlünün, öksüzün yetimin ağlatıldığı, hakkının yendiği, rapor bahanesiyle dolandırıldığı bir zamanda; yukarıdaki insanın kanını donduran hadise bile çoğuna göre doğal olarak görülmüyor, önemsenmiyor...:( ALLAH SONUMUZU HAYRETSİN).

Allah bizi merhametli kılsın.

Allah korktuklarımızdan bizi korusun.

27.12.2012

GARİBCE

26 Aralık 2012 Çarşamba

Ne gördüğün biraz da nereden baktığına bağlı



İslam toplumlarında yer eden bazı anlayışlar Garibce’nin penceresinden bakılınca pek kabul edilebilir gibi görünmüyor.
Sözgelimi “Devletin malı deniz yemeyen domuz / keriz”, “Bal tutan parmağını yalar!”, “enayilik etme”, ^köşe dönme”, “namuslu namussuz” gibi sözlerin halk arasında yaygın bir yer etmesi üzerinde durmak gerekir. Acaba bu anlayışı besleyen unsurlar olabilir mi?
Fıkhımız, bizim asırlar boyu hukuk ihtiyacımızı karşılamanın yanında diyanî boyutuyla da insanlarımıza yön vermiştir. Maddî anlamda bir müeyyidesi olmayan nice yasak vardır ki, diyanî alanda günah olarak mahkûm edilir ve ahrette karşılığında azap olacağı söylenir. Söz gelimi taammüden adam öldürme durumunda hüküm belirlendikten maada bir de onun büyük günah olduğu hatta o kadar büyük bir günah ki kefaretinin dahi olmadığı söylenir. 
Bu fıkhımızın, diğer hukuk sistemlerinde asla söz konusu olmayan bir artı değeridir.
Bununla birlikte bazı anlayışlar da vardır ki bize vehle-i ulâda ters gelebilmektedir. Söz gelimi emîn sıfatı olan bir kimsenin hıyaneti sonucu işlemiş olduğu hırsızlık suçu, öyle olmayan birinin işlediği suça nispetle daha hafif kabul edilir. Mesela sizin kasiyer olarak masa başına koyduğunuz bir elemanınız, kendisine emanet edilmiş olan paraları çalsa, yahut evde hizmetçi olarak tutulan bir kadın evdeki mesela gümüş yemek takımını çalsa normalde hırsızlık için uygulanması gereken “el kesme” cezası uygulanmaz, çünkü hırz yani koruma altına alınmış olma şartı ihlal edilmemiş olur denir.
Keza bir kimse devlet hazinesinden bir şey çalsa gene el kesme cezası uygulanmaz, çünkü onda onun da bir hakkı vardır… denir (bk. el-İhtiyâr, IV, 115).
Oysa günümüz hukuk sistemlerinde bu durumlar cezayı ağırlaştıran unsurlar olarak görülmektedir. Çünkü suç işlemenin yanında ayrıca güveni kötüye kullanma da vardır.
Belli ki sonuç nereden bakıldığına göre farklılık arzetmektedir.
Devlet hazinesine çalanın da onda hakkı vardır gözüyle baktığınız zaman görünen şey başka, tüyü bitmemiş yetimin hakkını götürmüş olduğu penceresinden bakınca görünen başka olmaktadır.
Eve dışarıdan gizlice girip, koruma (hırz) altındaki bir malı çalmakla, elinin altında olan ve içinin gittiği bir malı çalmak insan psikolojisini dikkate alma açısındn farklı kabul ediliyor olmalıdır. Tahriki, suçu hafifletici bir unsur olarak görmenin mantığı da aynı olmalıdır.
Köyde bir adamın iti, diğer bir adamın ahırındaki deriyi aşırmış, mahkemeye düşmüşler itin sahibi  mahkemede kendisin savunuyormuş:
“Kapı açık, yaş deri, sen it olsan yemen mi hâkim bâ!” diyormuş. Yani köylü mantığınca bir yerde yaş deri varsa ve kapısı da ardına kadar açıksa, it de gitmiş onu yemişse… bu itin ne kabahati olabilir ki?!
Tabii fıkhımızın her söylediği Tanrı buyruğu değil. Belli ki zaman zaman kendi sosyal ortamlarında, belli bir kültür ikliminde kendi pencerelerinden baktıklarında gördükleri ne ise onu hukuk haline getirmişler.
Hukukun sosyal telakkileri dikkate alması gibi bir zorunluluk vardır. Esasen dine ve dinin özüne, onun evrensel ölçütlerine uymayan birçok şey fıkhımızda hep olagelmiştir. Evlilikte kefaet (erkeğin kadına denk olması şartı) mesela böyle bir anlayın sonucu olmalıdır.
Bunlar normaldir, anlayış egemen oldukça kural da berdevam olur, ama anlayış değişince onun üzerine kurulu olan hükümler de değişir.
Benim burada asıl irdelemek istediğim yazının başında sözünü etttiğimiz türden sözlerin ve anlayışların revaç bulmasında, yaygın bir hal almasında acaba fıkhımızın bu kabilden hükmülerinin etkisi olmuş mudur?
Merakımız sadece bu noktada olmuştur vesselam.
Dua ile!

26.12.2012
GARİBCE

25 Aralık 2012 Salı

Şiddete karşı olmanın anlamsızlığı



Garibce nazarında şiddete karşı olmak anlamsız bir şey. Çünkü şiddet sıradan bir şey değil, bir sonuç.

Asıl karşı olunması gereken hususlar o sonucu intaç eden sebepler olmalı.

Şiddet, birilerinin karşı çıkmasıyla ortadan kalkacak, yok olacak bir şey de değil.

Tüm doğada var.

Hem terbiye aracı olarak, hem tecziye aracı olarak tarih boyunca vardı ve günümüzde de var.

Hanelerde var.

Devletler arasında var.

Hayvanlar aleminde var.

Bitkiler aleminde var.

Var da var.

Bizim evin önünde büyük bir ceviz ağacı vardı. Dibinde olan ne varsa hepsini boğdu, biraz uzakta olanları da altından kovdu.

Sık ağaçlı yerlerdeki fidanlara bakın. Ölçüsüz biçimde boyları uzuyor, enlemesine gelişemiyorlar, verimli olamıyorlar. Öncekiler sonra dikilenlere adeta şiddet uyguluyor.

Hayvanların birbirleriyle oyunlarına bakın. Sürünün liderliğini ele geçirme mücadelelerine bakın! Annenin yavrularını eğitimine bakın, hepsinde şiddet var.

Ama doğada doğal olarak var olan şiddet yerinde ve dozunda.

Önemli olan da işte budur. Şiddetin yerinde ve dozunda kullanılması.

Askerlikte, “Asker, lütfen ayağa kalkar mısın?, Gece nöbetine çıkar mıydınız?  Sizi bulaşığa yazabilir miyiz?” üslubu gitmiyor.

Otoritesiz hayat yürümüyor. Disiplin lazım geliyor. Kaosa son vermek ve düzen kurmak ve sürdürmek uğruna  lazım geldiğinde şiddet kullanmak gerekebiliyor.

Ama ölçülü olarak ve tam yeri geldiğinde!

Allah mü’minlerden bahsederken “Eşiddâu ala’l-küffâr ve ruhamâu beynehum” buyuruyor. “Düşmanlarına karşı sert ama kendi aralarında çok sevecen, şefkatli ve merhametli olurlar”, diyor.  Tabi kastedilen düşman da sizin hayatınıza kasteden, öldürmediğiniz zaman sizi öldürecek olan düşmandır. Yoksa mücerred sizin inancınızı paylaşmıyor diye her inançsız olana şiddet uygulayacaksınız, onlara savaş açacaksınız anlamında da anlaşılmamalı. Zulme uğradıkları, haksız yere yurtlarından çıkarıldıkları için insanlarımıza müşrik Araplara karşı savaş etmeleri izni verilmiştir[1]. (bk. el-Hacc 22/39-40)  Bu itibarla bunu teşmil etmek baştan yanlıştır. Fetihleri de insanları şiddet uygulayarak İslâm’a zoraki de olsa sokma çabası değil, İslâm davetinin önündeki engelleri kaldırma amaçlı yapılan çabalar olarak görmek gerekiyor.

Günümüzde şiddet deyince merkeze hemen kadın ve çocuk oturuveriyor. Zayıf olan, okkanın altına gidiyor. Açlıktan ölenlerin kahir ekseriyetini çocuklar ve kadınlar oluşturuyor.

Tecavüze uğrayanların, şiddete maruz kalanların çoğunluğunu da keza öyle onlar oluşturuyor.

Şiddet olmasın.

Şiddete karşıyız.

İyi, olmasın, ama oluyor.

Neden oluyor?

Çünkü şiddeti üreten sebepler yeterince var da ondan!

Şiddet eskiden de vardı elbette.

Ama şimdilerde hem daha çok, hem de daha çok ortada. Çırılçıplak, o yüzden de utanılacak bir durum oluşturuyor ve çok rahatsız ediyor.

Bir kere doğru tespit etmek lazım: Sadece erkekler kadınlara değil, aslında gücü yeten gücü yettiğine şiddet uyguluyor.

Şiddete maruz kalan kadının bizzat kendisi aynısını kendi çocuklarına ve farklı şekillerde kocasına uygulayabiliyor.

Beni anam rahmetli derede anadan üryan çimdirirken bir eliyle kafama sabun çalardı, bir eliyle de sırtıma sırtıma şaplak çalardı. Ne yapsın kadın, bizimle baş edemezdi. Anneleri kimse dinlemez. Köy yerlerinde o zamanlar on beş günde bilemedin  ayda bir yunak yunuyor, onda da çocuk yıkanmaya yanaşmaz, elinin altından kaçar, zorla tutar oturturlar, o da öfkesini öyle alır. Sen misin çimmek istemeyen ve elinin altından kaçan? Ne yapsın şimdi bu kadın. Sevgisiz desek, değil. Sever. On tane de olsa her biri ciğer paresi, birini diğerinden ayırt etmez. Birinin ayağına taş değse o acısını yüreğinde duyar. Bir ağıt yakar, hepsinin adını bir bir sayar.  Ama çimdirirken bir taraftan da pataklar.

Kadın, evin ekmeğini kendi yapar. On çocuk  iki de kendileri tam on iki horanta, bir de gelip giden eksik olmaz bütün bunların günlük ekmeğini anne olarak sen kendin yapacaksın, hamurun yarısına gelmişsin, pişirdiğin ekmeğin sayısı ise bir türlü artmıyor. Sacın üstünden daha inmeden eller ardı ardına uzanıyor ve sen yetiştiremiyorsun. Artık tükenmişsen, elindeki oklavayı ya da efracı tam o sırada kim elini uzatmışsa onun kafasına indirivermişsen bu sevgisizlikten ve şiddet severlilikten değil, bu başka bir şeyden. Bu artık gücün tükenmesinden ve çaresizlikten…

O yüzden o çocukların çalgı yiyen ve yarılan kafasında, şaplak yiyen tenlerinde güller bitmiş, ne bir acı ne bir ıstırap kalmış yerlerinde. 

Sorun zamanla kapanmayan dil yaraları.

Sorun dil yaralarının kanattığı, müstehzi, saygısız bakışların körüklediği kin ve öfke dolu taşlaşmış kalplerin kustuğu nefret ve şiddet.

Sorun çaresizliğin çaresi olarak görülen kin, nefret ve şiddet.

İnsanları savurdunuz, aileleri un ufak ettiniz ve çekirdek haline getirip dört duvarın arasına tıktınız. Kadının kocadan beklentileri var. İhtiraslar, ihtiyaçların yerini almış, adam karşılayamıyor. Kocanın kadından beklentileri var, sabır ve tahammül istiyor, davranışlarıyla, bakışlarıyla belki yalvarıyor, kadın adamın ellerine bakmaktan sıra bulup da başını kaldırıp yüzüne ve gözüne bir türlü bakmıyor ki… Dolayısıyla adam da bir türlü karşılık bulamıyor.

Bu dört duvar arasında yanlarında hiç kimse yok. Her yerde hâzır ve nâzır olan Allah ise çoğu kez kırsal’da kalmış ve henüz şehre tam anlamıyla getirilememiş (Hâşâ!). Dolayısıyla birbirlerinden beklentilerini karşılayamayan, birbirini bir türlü anlayamayan iki insanın bir hücrede hapsi gibi bir ortam kin, nefret ve şiddet üretmesin de ne üretsin.

Adamcağız, tarım toplumunun dolu ambar gibi yıllık ekonomik güvencelerini terk ederek şehre inmiş, nevalesini şimdi günlük kazanıyor ve poşetle eve taşıyor, artırma şöyle dursun kazancı doğru dürüst yetmiyor. Kadın ve varsa çocuk o adamdan ekstra taleplere başlıyorlar. Çoğu da ihtiyaç değil, ihtiras kabilinden. Çocuğun istediği bir çağdaş oyuncak, adamın belki bir-iki aylık maaşına denk.  Bu şekilde talepler ve bahaneler, ısrarlar ve  savsaklamalar sonucunda  işler gerilme ve kopma noktasına geliyor. Taraflar restleşiyor. Çaresizlik son çare olarak devreye giriyor. Dil yaralarıyla gönlü paramparça olmuş adamın kalkan yumruğu bir balyoz gibi öfke dolu kadını/ çocuğu pestil gibi yassılamak ve pürüzsüz hale getirmek istiyor.  Bir iki derken kadın / çocuk korku eşiğini de bir aştı mı artık hiç kimseyi durdurmak mümkün olmuyor.

Huzur ve sükunun adresi olması, mutluluk devşirilmesi için tasarlanan yuva, kemik kırma, göz morartma, et çürütme, diş geçirme, haya sıkma ve hatta punduna getirip boğaz kesme, parçalama ve dilim dilim dilimleme, kıyma çekme atölyelerine dönüşüyor.

Müdahil olacak hiç kimse yok mu?

Yok!

Baba dede/ anne nine varsa huzur evlerinde. Ya da ben doğduğum yerde ölmek istiyorum diye kaldığı memleketinde.

Konu komşu! Ohooo! Onlar sizlere ömür, komşuluk çoktaaan öldü. Hem dizilerimiz var. Komşunun kahrını kim çeker. Evdeki başköşeye kurulmuş deccal (tv) ve kıyamet alametlerinden olan dâbbetü’l-arz (internet) bize sosyallik olarak yetiyor da artıyor bile.

Geriye ne kaldı.

Geriye karşılıklı kin, nefret ve öfke. Her iki taraf da yorulana kadar bu iş devam edeceğe benziyor. Kin, nefret ve öfke öyle bir şey ki, ateşin odunu yemesi ve yedikçe kuvvetlenmesi gibi, kolay kolay dinmiyor, teskin olmuyor, ateşlendikçe ateşleniyor, harlandıkça harlanıyor.

Allah’ım ne olur, artık şehirlerimize, dört duvar arası mahpushanelerimize de gel!
Sen Rahman’sın ve Rahîmsin. Sen Vedûd’sun. Sevginden, rahmet ve merhametinden bize de ver!

Başka çaremiz yok.

“Çaresizseniz çare sizsiniz!” diye bizi kendi halimize mahkum etme anlayışına son ver. Biz seni analım, sen bizimle ol! Ol ki, kimsesiz ve sahipsiz kalmayalım, sevginle bir olalım, diri olalım, sevelim, sevilelim. Yüzümüze gene renk gelsin; ama mor değil, al olsun! Gözlerimize ışık gelsin. Hayatımız umut dolsun.

Sana muhtacız! Bizi kendi halimize koyma. Medet ya Erhame’r-Râhımîn!

 

25.12.2012

GARİBCE



[1] أُذِنَ لِلَّذِينَ يُقَاتَلُونَ بِأَنَّهُمْ ظُلِمُوا وَإِنَّ اللَّهَ عَلَى نَصْرِهِمْ لَقَدِيرٌ [الحج : 39
 

23 Aralık 2012 Pazar

Şikayetini Allah’a duyuran kadın: Havle bt. Sa’lebe




 “Allah, kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü işitmiştir. Allah, sizin sürdürdüğünüz konuşmayı (zaten) işitmekteydi. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.
İçinizden kadınlarına zıhar yapanlar bilsinler ki, o kadınlar onların anaları değildir. Onların anaları ancak, kendilerini doğuran kadınlardır. Şüphesiz onlar (zıhar yaparlarken) hoş karşılanmayan ve yalan bir söz söylüyorlar. Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.
Kadınlarından zıhar yaparak ayrılıp sonra da söylediklerinden dönecek olanlar, eşleriyle birbirlerine dokunmadan önce, bir köle azat etmelidirler. İşte bu hüküm ile size öğüt veriliyor. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.
Kim (köle azat etme imkânı) bulamazsa, eşine dokunmadan önce ard arda iki ay oruç tutmalıdır. Kimin de buna gücü yetmezse altmış fakiri doyurmalıdır. Bunlar, Allah’a ve Resûlüne hakkıyla iman edesiniz, diyedir. İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kâfirler için elem dolu bir azap vardır.”[1] (Mücadele 58/1-4)

Kur’an’ın hayatın içine indiği ve yaşanan olaylara muvazi olarak geldiği gerçeğine en güzel örneklerden biri de Zıhâr kefareti ile ilgili ayetlerin nüzulüdür.
Surenin adı Mücadele veya Mücadile’dir. Bir kadının ısrarlı hak arayışı sonucunda gelmiştir. Bu kadın Havle bt. Sa’lebe’dir. Olay şöyle gelişmiştir.
Kocası Ensâr’dan Ubâde b. Sâbit’in kardeşi Evs b. Sâbit idi. Havle, güzel vücutlu bir kadın idi. Kocası onu secde halinde gördü;  ona baktı, hoşuna gitti ve arzuladı. Namazı bitirince onunla bir olmak istedi. Havle de yanaşmadı.  Evs kızdı. Evs’in arada bir cinleri tepesine çıkardı. Gene öyle oldu, tepesi attı ve o öfkeyle “Sen bana anamın sırtı gibisin!” deyiverdi.
Gerek îlâ (kişinin karısına yanaşmama yemini) ve gerekse zıhâr cahiliye döneminde boşama sayılmaktaydı.
Havle doğruca Hz. Peygamber’e vardı ve durumu ona anlattı. “Ya Rasûlallah!” dedi. “Gençliğimi yedi tüketti, oysa ben ona her şeyimi vermiştim, ona çocuklar doğurmuş, emzirip büyütmüştüm. Şimdi ise kocadım, ana halinden kesildim. Bana zıhâr yaptı. Şu yaptığı şeye bak!” diye şikayetçi oldu.
Hz. Peygamber: “Sen ona haram olmuşsun!” dedi.
Havle “Allah’a yemin ederim ki  talak’tan söz etmedi, beni boşamadı” dedi.
Hz. Peygamber ona gene “Sen ona haram olmuşsun!” dedi.
Kadın “Ya Rasûlallah! Allah cahiliye dönemi adetlerini ortadan kaldırdı. Bu da öyle değil mi? Dedi.
Hz. Peygamber: “Allah, bu konuda bana bir şey indirmedi?” diye karşılık verdi.
Kadın: “Allah her şeyi indiriyor da benim durumumu mu görmeyecek.” dedi.
Hz. Peygamber: “Durum sana söylediğim gibi” dedi.
Kadın gitti geldi ve şikayetini sürdürmeye devam etti. Sonunda Hz. Peygamber’den umudunu kesen kadın: “Ben bundan kerli sana değil, durumumu, çaresizliğimi, yalnızlığımı ve içinde bulunduğum şu zor durumu, kocam ve amca oğlumdan ayrı düşüşümü bizzat Allah’a şikayet ediyorum.” dedi.

Sonunda Mücadele adıyla bu sure geldi ve baş tarafındaki âyetler zıhârı bir talak olmadan çıkardı ve kefaret hükmüne dönüştürmüş oldu.
Hz. Aişe validemiz, “Kendisine yükselen sesleri duyan Allah’a hamd olsun” diyerek bu kadının mücadelesi sonunda bu surenin indiğini belirtmiştir. (Rivayetler harmanlanarak verilmiştir. bk. Kurtubî, XVII, 270)
Birinde Hz. Ömer halifeliği sırasında ona uğramıştı. İnsanlar beraberinde idi. O merkep üzerinde bulunuyordu. Kadın onu uzun süre bekletti ve ona öğütte bulundu. “Ey Ömer! Sen daha önce Umeyr (Ömercik) idin Ömer oldun. Şimdi ise  sana Mü’minlerin Emiri diyorlar.  Bu itibarla Allah’tan kork ey Ömer. Ölümün hak olduğuna inanan fırsatların elden kaçmasından korkar. Hesaba inanan kimse  azaptan korkar…” diyordu. O ise  bekliyor ve kadının sözlerini dinliyordu.  Kendisine “Ey Mü’minlerin Emiri, maiyetinle birlikte bu kadar bekleyişin şu yaşlı kadın için mi?” dediler. Hz. Ömer: Allah’a yemin ederim ki bu kadın beni günün başından sonuna kadar tutacak olsa  sadece farz olan namazlar için hariç onu dinlerdim. Siz onun kim olduğunu biliyor musunuz. O bizzat Allah’ın yedi kat göklerin ötesinden sözünü dinlediği Havle’dir! Yüceler yücesi Allah onu dinleyecek de Ömer mi dinlemeyecek” dedi.
Havle işte öyle bir kadın.
Adını değilse de sanını Kur’an’a yazdırmış bir kadın.
Mevcut kurallara başkaldırmış bir kadın. Hz. Peygamber’den umudunu kesince şikayetini Allah’a arz etmesini bilmiş bir kadın.
Vicdanının sesine kulak vermiş ve insanlık fıtratının yanılmayacağına, duyduğu sese göre ortada bir haksızlık olduğuna ve bu yanlış hesabın Bağdat’tan, daha olmadı Arş-ı A’lâ’dan döneceğine inanmış bir kadın. Ve vermiş olduğu haklı mücadele sonucunda herkesin azametinden tir tir titrediği Koca Ömer’i maiyetiyle birlikte dakikalarca bekletmiş bir kadın.
İyi, güzel! Bu örnek Kur’an’ın hayata muvazi, hayatın içinden ve problem çözücü bir biçimde dinamik ve etkin olduğunu gösteriyor.
Sorun şu ki artık sorunlarımıza hazır reçete mahiyetinde Kur’an gelmeyecek. Kur’an ise iki kapak arasına alındı ve hayatımıza yeni lafızlarla yeni nüzulleri mümkün değil. Sorunlar ise sonsuz. Üstelik modernite ile özelde de merkezde kadın olmak üzere sorunlar adeta boca edilmiş vaziyette.
Bu durumda Kur’an’ın bizim kendi hayatımıza yeni inzallerini kim ve nasıl yapacak?  İşte asıl mesele bu!
Bizim Kur’an’ın ilk ve esas nüzulünün çağına gitmemizin imkânı yok. O zaman onu bizim hayatımıza getirmekten başka şans ve seçim de yok.  Bu nasıl ve ne şekilde olacak?
Ulema, Hz. Peygamber’in varisleridir. el-Emr’in kıyamete kadar bir süreç halinde açılımını ve sürdürülmesini artık nebiler gelmeyeceğine göre ululemr yani çözüm itibariyle ulema ve  uygulayıcı olarak da ümera sağlayacak.
Peki, ulema nerede?!
Yeni Havleler çıkarsa ve mücadelesini verirse belki ilk defasında duymayabilirler. Ama yılmaz ve mücadelesini sürdürürse er geç duymak zorunda olacaklardır. Hz. Ömer gibi de olsalar karşısında durup dinlemek zorunda olacaklardır.
Kimse oturup da kıyameti beklemesin. Herkes işini yapsın. Ulema ise ulemalığını bilsin, sorumluluk alsın ve çözüm üretsin. Mevcut çözümlerde ısrarcı olmak, yeni durumlara sebep sorunları çözmüyor. Çözülmeyen problemler ise giderek daha da muakkad hale geliyor ve sorunlar, sorunsala, düğümler kördüğüme dönüşüyor.
Havleleri dinlemeyen, problem çözmeyen ulema otoritesini kaybediyor ve onların kıyameti işte o zaman kopuyor.
Havlelere selam olsun!
Onlara kıyam duran Ömerlere de!
Ve selam ile birlikte Rasûlullah’a, hamd olsun yedi kat arşın üzerinden onların sesini duyan Yüce Allah’a.

23.12.2012
GARİBCE


[1] قَدْ سَمِعَ اللَّهُ قَوْلَ الَّتِي تُجَادِلُكَ فِي زَوْجِهَا وَتَشْتَكِي إِلَى اللَّهِ وَاللَّهُ يَسْمَعُ تَحَاوُرَكُمَا إِنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ (1) الَّذِينَ يُظَاهِرُونَ مِنْكُمْ مِنْ نِسَائِهِمْ مَا هُنَّ أُمَّهَاتِهِمْ إِنْ أُمَّهَاتُهُمْ إِلَّا اللَّائِي وَلَدْنَهُمْ وَإِنَّهُمْ لَيَقُولُونَ مُنْكَرًا مِنَ الْقَوْلِ وَزُورًا وَإِنَّ اللَّهَ لَعَفُوٌّ غَفُورٌ (2) وَالَّذِينَ يُظَاهِرُونَ مِنْ نِسَائِهِمْ ثُمَّ يَعُودُونَ لِمَا قَالُوا فَتَحْرِيرُ رَقَبَةٍ مِنْ قَبْلِ أَنْ يَتَمَاسَّا ذَلِكُمْ تُوعَظُونَ بِهِ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ (3) فَمَنْ لَمْ يَجِدْ فَصِيَامُ شَهْرَيْنِ مُتَتَابِعَيْنِ مِنْ قَبْلِ أَنْ يَتَمَاسَّا فَمَنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَإِطْعَامُ سِتِّينَ مِسْكِينًا ذَلِكَ لِتُؤْمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَتِلْكَ حُدُودُ اللَّهِ وَلِلْكَافِرِينَ عَذَابٌ أَلِيمٌ [المجادلة : 1 - 4]

22 Aralık 2012 Cumartesi

Ufku olmayan bilgi mi, uzak dur!



İstanbul’da bir zamanlar vaktiyle Altın Boynuz olarak bilinen bir Haliç vardı. İstanbul’un güzelliğine güzellik katardı. Ama bir zaman geldi İstanbul’un bütün kanalizasyonlarını oraya boşalttılar ve Haliç İstanbul’un adeta bir lağım çukuru haline geldi. Üstündeki köprüden geçenlerin burun direklerini kıracak kadar etrafa ağır kokular saçar hale gelmişti.
Başbakan anlatıyor: Ben diyor, Kasımpaşa’da doğup büyüyen biri olarak burasını temizlemeyi aklıma koymuştum. Üniversite hocalarına gittim. “Mümkünü yok!” dediler. Dahası “Orasını toprakla doldurmak lazım, aksi halde halicin her iki tarafı kayarak birbirine bitişecek” dediler. İnanmadık, yurt dışına açıldık. Sonunda biz yaparız diyenleri bulduk. Bir konsorsiyumla Alibeyköy’deki bir taş ocağına iki buçuk milyar metreküp çamur pompaladık. Dokuz kilometrelik iki hat döşedik birinden oraya sıvılaştırılmış çamur gitti, diğerinden tekrar süzülmüş su döndü. Bununla yetinmedik boğazdan açtığımız bir tünel ile oraya şimdi de deniz suyu pompalıyoruz. Şimdiden orada yaşayan balıkların çeşidi kırkı aştı. Çamur boşalttığımız taş ocağından da çok büyük bir alan elde ettik ve oraya şimdi kocaman bir çocuk oyuncak şehri kuruyoruz…”  Bu mealde şeyler söylüyor, eskiden asla olmaz diyenler, hayal bile edemedikleri şeyleri yaptıklarımıza bakıp artık “delidir ne yapsa yeridir” demeye başladılar diye de latife yapıyor.
Şimdi şöyle bir bakınca gerçekten ibret verici şeyler var. Her şeyden önce Üniversitelerimiz evrensel bilimin adresi olmalı ve   kendisini, imkansızı imkan alanına çıkarmağa odaklanmış görmelidir. Kelam ilmine göre de bir şey vâcib ya da  muhal değilse mümkün demektir. Öyle ise mümkinat aleminde imkansız diye bir şey yoktur. Yok olan azimdir, niyettir, âlî himmettir.
Belli ki bizim üniversitelerimiz ufuktan yoksun herkes kendi ilgi alanında derinleşmeye başlamış ve oradaki mevcut sınırlar kendi potansiyelini de sınırlar hale gelmiştir. Ufuk olmadığı, dünya bilinmediği ve tarihten de bihaber olunduğu için kendi dünyasını kuşatan sınırın bütün evreni kuşattığı inancıyla taassuba dönüşen bir gerçeklik tekelciliği baskın olmuştur.
Hani Mevlana’nın bir hikayesi var ya. Eşek işer, sidiği yerdeki bir çukura dolar ve oradaki bir saman çöpünü kaldırır. Sidik üzerinde yüzmekte olan saman çöpü üzerine bir sinek konar ve kendisini tanımlamaya başlar: Sidik birikintisi sahili olmayan büyük bir umman, yüzen saman çöpü büyük bir gemi ve kendisi de o geminin dahi kaptanı.
Garibce Allah’a şükrediyor. Kılavuzumuz huma kuşu değil de ya bir de karga olsaydı.
Ülkeye yön veren ve yöneten siyasetçiler, üniversiteden akıl almaları ve ülkeyi o akılla şaha kaldırmaları gerekirken üniversiteler havalanmaya çalışan ülkenin önüne takoz olmaya, bütün ağırlıklarıyla aşağıya doğru asılmaya ve onu kendi seviyelerine indirmeye çalışıyor.
Bu durum maalesef bizim İlahiyat ve özelde de Fıkıh alanında da böyle gözüküyor. Ben, bize gelen soru ve sorunlardan halkın bizden çok daha ileride olduğunu görüyorum.
Topluma yön veremiyoruz. Olayların arkasına düşmüş, dökülenleri toplamaya çalışıyoruz. Çünkü topluma yön verebilmek için toplumun önünde olmak gerekiyor. Oysa biz takıldıklarımız ve takıntılarımızla çağların gerisinde kalıyoruz. Geçer akçalarımızın geçersiz hale geldiğinden bile çoğu kez habersiz dünyaya nizamat vermek istiyoruz. Ama bizim dünya, çoğu kez bizimle ve bizim gibi olanlarla sınırlı bir dünya, çoğu hayatın dışında olan bir kitle. O yüzden söylediklerimizin hayatta karşılıkları olmuyor. Aşırı değer atfettiğimiz kitaplar bizi içine çekiyor ve ufkumuzu tümden kaybediyoruz.
Buluşturup takıştırdığımız mevcut çözümler küçük kardeş üzerindeki abisinin elbiseleri gibi; ya eski salkım püslüm, ya da bir iki beden büyük.
Bilgisiz ve ufuksuz bir insan toplumun önüne nasıl düşebilir? Nasıl kılavuzluk yapabilir? Bilfarz yaptı diyelim. Götürdüğü yer çöplük mü olur devlet mi?
Bir daha düşünelim ve eksiğimiz ne ise tanımlamaya ve tamamlamaya çalışalım: Bilgi ise bilgi, ufuksa ufuk.
Unutmayalım: Derinlik bilgiyle, ufuk görgüyle!
Dua ile!
21.12.2012
GARİBCE

21 Aralık 2012 Cuma

Kıyametin suyu çıktı


 

Dün takvimler 20.12.2012’yi gösteriyordu ve İstanbul’a kar yağıyordu.

Kimine göre yağan kâr manzara demek, güzellik demek, oyun ve eğlence demekti. Kimine göre ise bir bankın üstünde, karton kutunun altında ölümü solumak demekti. Kimisi için gökten kar değil tatil yağıyordu. Kimisi için Erciyes’te, Uludağ’da Kartalkaya’da kayak demekti, kimisi için ise  üşüyen el ve  ayak demekti.

Öbür taraftan millet kıyameti bekleduruyordu. Ama ne bekleme. Kıyamet menüleri cennet çorbası, cennet kebap, yasak elma tatlısı, son dem çayı…idi. Allah insanlarımıza akıl versin. Bir şey para etmeye görsün bu insanlar Müslüman bile olurlar.

Maya takvimcileri bu gün için günler bitti artık, sayacak gün kalmadı diyorlarmış. Garibce o zamanlar demişti ki, yahu bu maya takvimcilerinin işi bizim bedevinin durumuna benzemesin. Hani adam saymasını bilmiyor ya, her şeyi parmaklarını göstererek hallediyor. Birinde on bir dirheme aldığı bir koyunun fiyatını söylemek zorunda kalmış. İki elinin parmaklarını göstermiş, bakmış yetmiyor, tamamlayabilmek için dilini de çıkarmış.

Acemi kaptan gemiyi karaya vurmuş ve panikle “Ne oldu?” diyenlere de “Yok bir şey! Deniz bitti de!” demiş.

Onlar bekleyedursun İstanbul’un kıyameti bir gün öncesinden bastırıverdi.

İstanbul’da on beş milyon insan yaşıyor ve milyonlarca araç var. Yolların her iki tarafı sanki park yeri gibi dolu, çoğu yollarda iki araç karşı karşıya geldiği zaman, geçiş yapabilmeleri için  birinin durması bazen de geri geri manevra yapması gerekiyor.

İstanbul üstelik çok bayır, düz yol neredeyse yok gibi.

Hal böyle olunca yağan her yağmur ve hele hele kar trafiği içinden çıkılmaz hale sokuveriyor.

İlgililer önceden uyarıyor, özel araçlarla çıkmayın diye. Ama kimse takmıyor. Sonra da çoğu kabak lastikli bakımsız araçlar daha kulağına kar suyu kaçmadan sersemleşiyor sağa sola yalpalıyor, hızını parkeden araçlarda alıyor kimi yan dönüyor ve kimi de olduğu yerde kalıyor. Sağa sola çekebileceği yer zaten olmuyor. Öyle olunca da o şerit  yan dönmüşse her iki şerit anında kapanmış ve arkaya doğru trafik yığılıveriyor. Bir de açık göz ve aceleci insanlar devreye girip bir iki kaza yapıverdiler mi o da işin tuzu biberi oluyor ve sanki bu durum önceden öngörülemeyen, beklenmedik bir durum gibi herkes yetkilileri suçluyor. Kimse suçu biraz kendisinde bilmiyor, yanlış yapanlara karşı sesini çıkarmıyor.

Garibce dün 19.00’da dersini tamamladı ve fakülteden çıktı. Baktı yollar müsait değil ve trafik kilitli, hiç mi hiç kıpırdamıyor. Başlığını kulağının üzerine indirdi ve yürümeye niyet etti. Normal havalarda denemişti elli iki dakikada evine varıyordu. Duraklarda bekleyenler burunlarından soluyorlardı ve homurdanarak yapılan küfürler duyuluyordu. Belli ki dakikalarca belki saatlerce bekleyenler vardı. Yürüselerdi belki bunların çoğunun evi yürüme mesafesinde bulunuyordu. Ama adam hiç yürümemişti ki. Gövdesini taşıyan kendisini bir yerden bir yere götürebilecek ve hiçbir aracın gidemeyeceği yerlere gidebilecek iki tane ayak sahibi olduğunun farkında bile değildi. Sadece bekliyorlardı. Çünkü sanki beklemeğe kodlanmışlardı.

Garibce durakların önünde yığılı kalabalıkları yararak yol boyunca yürüdü. Hava sepeliyordu, ama çok soğuk değildi, fazla sulu da değildi. Yol ise yer yer kaygan ve sulu idi. Ayakkabı belli ki bir süre sonra su alacağa benziyordu. Ama olsun du beklemekten iyi idi. Yol boyunca Kısıklı Camii’nin orada ışıklar altında oluşan manzara çok hoşuna gitti bir iki fotoğraf da çekti. Çamlıca tepesini aştı. Kendi kendine dağ ne kadar yüksek olursa olsun yol onun üzerinden aşar gider diyordu. Artık yokuş kalmamış yönü inişe dönmüştü. Bayır aşağı inmek frenler iyi olursa daha kolay oluyordu. Kayma riski biraz daha fazlaydı ama olsundu. Üstelik alış verişini de yaptı ve evine sağ salim ulaştı. O saatlerde yol hala açılmamıştı. Elli iki dakikalık yolu bir saat on beş dakikada almıştı ama artık evindeydi. Yürüme yapmıştı. Biraz üşümüştü ama  bekleseydi çok daha fazla üşüyecekti. Yolun çilesi bitmişti. Şimdi buna karşılık sıcacık bir çorbanın keyfi daha bir başka olacaktı. İçeceği çay her gün içtiği çayın aynısı idi ama bugün daha bir lezzetli olacaktı.

Üstelik Arabasını Fakültede güvenli bir yerde bırakmıştı. Yüz otuz beş kuruş da otobüsten kazanmıştı.

Aslında akıl etseydi, otobüse değil de taksiye binmekten vaz geçer böylece on küsur lira da kazanabilirdi. Fakat laf aramızda Garibce biraz saf. Bu tür hinliklere pek aklı ermez. Hem yüz otuz beş kuruş da az değil, böyle kısa ve karlı bir günün kârı olarak.

İşte böyle. Bizim bu insanlar neden evlerine yürüyerek gitmeyi denemezler. Çoğu yolcu duraklarda beklediği zaman kadar yol yürüse en az yarısı evine ulaşabilir durumdadır. Yol boyunca birçok kimsenin de yürümekte olduğunu görmem beni sevindirdi. Demek ki Garibce yalnız da değil. Böyle muhabbetle gidenler bile vardı. Üstelik yarın anlatabilecekleri bir tecrübeleri olacaktı. Birazcık meşakkat çekmişler ne gamdı.

Keşke İstanbul’da yürüme ve bisikletliler içinde yollar da olsa.

Kestane kebap yemesi sevap.

Dua ile!

21.12.2012

GARİBCE

 Kısıklı Camii
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...