28 Şubat 2013 Perşembe

Süt Bankası



Araplar, “el-Hîle bintü’l-hâce” derler.  Hile, çare anlamındadır.  “İhtiyaç, kendi çözümünü, gerekli kurumlarını da üretir” anlamında bir sözdür.
Türkler at sırtında yaşadıkları için pantolonu onlar bulmuş. Bu büyük buluşu ben çok geç öğrendim. Çünkü etek ile ata binilmez. Şalvarın dahi peyki at binmeyi zorlaştırır. Bu iş için en iyi çözüm pantolon giymektir.
Tarih boyu kredi ihtiyacı beyu’l-îne, bey bi’l-vefâ, bey bi’l-istiğlâl, para faizsiz tarla icarsız, muamele-i şeriyye gibi bir çok yolu –riba yasağı sebebiyle- uygulamaya sokmuş ve bunlar nazari olarak da ele alınmış ve literatüre girmiştir.
Güvenlik ihtiyacı ve riskin paylaşılması anlayışı akile ve benzeri kurumları ortaya çıkarmış ve çeşitli aşamalardan evrilerek sigorta şirketlerinin vücut bulmasına, emeklilik sistemlerinin oluşmasına sebebiyet vermiştir.
Mübadele ihtiyacı her zaman varlığını dayatmış ve bu ihtiyacın karşılanması için trampa usulü ve altın ve gümüşten başlayarak, mangır (fels), kâime (altın ve gümüş yerine geçmek üzere kullanılan ilk kağıt para sayılabilecek senetler) ve zamanla tamamen itibari bir değerden ibaret olan kağıt paralar ve arkasından kaydî para dönemi, kredi kartları bu ihtiyacı karşılamak için vücut bulmuş, devrini tamamlayan sahneden çekilip, yerini yeni olanlara devretmiştir. Şimdi de yakında akıllı cep telefonları devreye girecek deniyor…
Aile ve üyeleri arasında iş bölümü hep olagelmiş ama roller ve görevler zamanla farklılık arzedebilmiştir.
Üreme hala bir erkek ve dişinin varlığına ihtiyaç göstermektedir.
Annelik, doğurma özelliğini hâlâ tekelinde tutan kadına özgü olmaya devam etmektedir. Yarın fıtratın çığlığının çanına ot basılır da kuluçka makinelerini andıran kurumlar çıkarsa hiç şaşmamak lazımdır.
Yeni doğanı doyuracak süt, annelerin göğüslerine emanet edilmiştir. Çocukla birlikte rızkı da eş zamanlı oluşmaktadır. Anne yoksa ya da sütü yeterli değilse bir sürü şirket mama üretimi için rekabet halindedir.
İsterseniz hep birlikte geçmişe bir yolculuk yapalım. Mekke pazarına gidelim ve seyrü temaşa edelim.  Badiyeden kadınlar gelmiş, geçimlerine medar olabilecek bir müşteri bulabilirler mi ümidiyle yenidoğanlarını getirmiş insanlarla pazarlıklar halindedirler. Sebepleri farklı olabilir ama adet böyledir: Çocuklar kendilerini doğuran kadınlardan alınır ve badiyede yaşayan onu emzirebilecek ve ona bakabilecek evsafta kadınlara emanet edilirdi. Bu arızî bir durum da değildi. Genelde her çocuğun başına gelen bir şeydi. Pazara Halime de gelmişti. Arık eşeği belki de arkada kalmasına sebep olmuştu. Pazara ulaştığında varlıklı ailelerin çocuklarının çoktan alınıp obalara götürüldüğünü anlamış ve sadece kendi şansına bir yetimin kaldığını görmüştü. Hiç yoktan iyi diyerek, görünce akındığı bu sabiyi bağrına basmış ve kendi yurduna götürmüştü.
Halime artık onun emziren annesiydi, doyuran annesiydi, her türlü vücut bakımını yapan annesiydi. Birlikte büyüdükleri Şeyma kızkardeşi olmuştu. Halime’nin her bir yakını onun da yakını halini almıştı.
İmdi böylesine emdiği sütüyle doyan, kucağında, himaye ve gözetiminde büyüyün bir çocuğun o aileden biriyle evlenmesi, kendi öz ailesinin bir üyesi ile evlenmesi gibiydi ve insanî hiçbir erdemle izahı kabil olmayan bir şeydi.
İslam, işte böyle bir kurumu benimsemiş ve Halime gibi körpe bir yavruyu alıp emziren, besleyip büyüten kadını ve onun birinci derecede yakınlarını haram kılmıştı. Bu haramlık, saygıya dayalı bir haramlıktır. Malum olduğu gibi haramların bir kısmı necaseti sebebiyle iken diğer bir kısmı kerameti sebebiyledir. Domuzun eti yenmez necasetinden dolayı. İnsanın eti de yenmez ama kerametinden dolayı.
Bu itibarla bu haramlığın asıl saikının hürmet ve keramet olduğu anlaşılıyor.
Bizim Türkler gibi kendi doğurduğu yavrusunu emzirmeyi kendisi için bir vazife ve aynı zamanda bir şeref bilen kadınların bulunduğu kavimlerde belki bir sütanneliği müessesesi yoktur.  Ama bu gibi toplumlarda da bu kez öksüz kalmış ya da anne sütünden yoksun kalmış yenidoğanların, aileden, oymaktan aynı yaşta başka bir çocuğun annesi tarafından emzirilmesi nadir de olsa bir olgu olarak var olan bir durum olmuştur.
İmdi kentleşme ve göç olgusu kişileri kendi oymaklarından, öz yurtlarından ayırıp koparınca, yan yana dizilmiş evler ve birbiri ile birlikte büyüyen yaşıt çocuklar bu yeni durumla birlikte kaybolunca geleneksel bir kurum olarak süt anneliği ve nadir de olsa kendi yavrusunu emziren bir annenin yaşıt öksüz başka bir çocuğu da emzirmesi gibi durumlar imkan alanını kaybetti.
Şimdi artık sütanneler yok. Yeni doğanlar sadece kendi annelerinin emzirme imkanına mahkum haldedirler. Eğer onların başına bir şey gelirse ya da sütleri daha ilk günlerden itibaren azalır, yeterli olmaz ya da tümden kesilirse, bu çocukların anne sütüyle büyüme şansları da böylece bitmiş oluyordu. Artık hangi mama daha iyidir, ya da hangi hayvan sütü daha yararlıdır şeklinde bir arayışın içine giriliyordu.
Sütanneliğin bir kurum olarak ya da bireysel olarak yokluğa müncer olması gerçekten yenidoğanların anne sütüne olan ihtiyaçlarını da yok edip ortadan kaldırdı mı? Üretilen mamalar bu ihtiyacı tam anlamıyla karşıladı mı?
Eğer bu soruya cevabınız evet ise mesele zaten çözülmüş, ortada bir sorun yok demektir.
Ama cevabımız “Maalesef hayır, bu çocukların anne sütüne olan ihtiyaçları aynen devam etmektedir. Ama ne yapalım ki çaresizliğin bir çaresi olarak elimizdeki imkanlarla yetinmek zorundayız” diyorsanız, ben de derim ki “Hiç merak etmeyin, eğer gerçekten içinde bulunduğumuz durum sahici bir ihtiyaç ise ve bu ihtiyaç eşdeğer ya da daha iyi derecede başka ikame tedbirlerle karşılanamamışsa duyulan bu sahici ihtiyaç mutlaka ama mutlaka kendi çözümünü de beraberinde getirecektir.
Süt bankası arayışları işte bu ihtiyacın çocuğunun ayak sesleridir.
İnsanların doğasında muhafazakarlık hep var olagelmiştir. Değişimin kendi varlıklarına yönelik bir tehdit içerebileceği korkusu, genelde içine kapanma ve yenilikler karşısında tavır alma gibi bir davranışı ortaya çıkarmıştır.  Ama zamanla karşı çıkılan yenilikleri kişi gördükçe gördükçe, daha bir yakından tanıdıkça duyulan endişelerin bir çoğunun yersiz olduğu anlaşılmaktadır. Üstelik vaktiyle yenilik olarak görülen ve karşı çıkılan şeyler çok geçmeden geleneksel yapının bir parçası halini almakta ve bu kez insanlar onu korumanın muhafazakarlığı içine girmektedirler. Şapkayı giydiği zaman gavur olacağından korkan Anadolu halkının bundan birkaç on yıl öncesinde şapkayı başından çıkarmayı mürüvvete aykırı görmesi örneği gibi.
Duamız dualarınızla bir olsun!
Gözümüz gören göz, yüzümüz Hakk’a tutulan yüz olsun!
28.02.2013
GARİBCE

27 Şubat 2013 Çarşamba

Sosyal medya ilmihali: el-Çöpçataniyye el-Feysiyye





Bir okuyucumuz imdat diyor. Garibce’den medet umuyor.
“Hayırdır, ne oldu?” diyorum.
“Söyle hele, derdini söylemeyen dermanını bulamaz.”
Hocam diyor: “Sosyal ağlarda yani sanal alemde (Facebook özellikle) insanların rahatlığı hakkında, sanki yaptıklarını kimse görmüyormuşçasına(!) davranmaları bizi çok rahatsız ediyor.  Yani nasıl anlatsam o kadar abartıldı ki bu iş artık, insanlar tanımadıkları hatta hiç görmedikleri insanlarla evlenme niyetli (esas niyetleri ancak O bilir.) görüşmek ısrarında…”
“-Eee! Ne var bunda! Adam ne güzel evlenmek istiyormuş işte.
Eskiden olsaydı bir elbir tutacaktı. (Bu arada elbir diye kız ile oğlanın arasını bulan, haberleşmelerini sağlayan kimseye denirdi.)
Ondan sonra mektuplaşma işi çıktı. “Kızlara okumasını öğretin ama yazmasını öğretmeyin, çünkü sevgililerine mektup yazarlar” diye atalarımız çok direndi ama gene olacağa kimse mani olamadı. Şimdilerdeki bin sözün yerine eskiden bir söz yetiyordu ve o bir sözü de kişi ya kendisi ya da elbiri vasıtasıyla bir yolunu bulup ille de söylüyordu. İşlemeli çevreler, bir ayna, bir tarak… nice anlamlar taşıyordu.
Bir zamanlar ellerde telsiz “Brek! Brek!” diye keklik gibi ötüşen erkekler ve dişiler vardı.
Şimdi belli ki yeni bir çağ başlamış. Sanal aleme evrilmişiz. Evrilme mi devrilme mi henüz ne olduğunu da anlamamışız.
İmdi eskiden okuldan kaçarak kız/ oğlan tavlamaya giden gençler, şimdi bu kez sanal âlemde ava çıkar olmuşlar. Ağlarını germişler, oltalarını atmışlar ağlarına düşecek, zokayı yutacak avı beklemeye koyulmuşlar.
Bu sadece kızlar için değil aynısıyla tersinden de geçerli. Nice gelin kızdan daha utangaç ve afif delikanlı, fettan bir dürtüşle dengesini bozup kafa kola gelmesi sonunda kendini umutsuz bir vaka içinde bulabilmektedir.
“Bu gerçekten çok tehlikeli ve sakıncalı bir durum…” diyor.
Hee ya gerçekten çok tehlikeli ve sakıncalı. Ama eskiden de öyle idi beya!
Nice körpe kızlar, ağzını şapırdatarak avını bekleyen aç kurtlara av olabiliyordu.
Aslanın aç karnını ve yavrularını doyurmak için ceylanı avlaması zulüm sayılır mıydı? Yoksa işin doğası mıydı bu? Yapılan keyfe keder miydi?
İş bu noktayla sınırlı olsa denilebilecek pek fazla bir şey olmayabilir. Ama canavarlaşan ruhuyla sürünün tümünü kırmaya çalışır, karnını doyurmakla yetinmeyip, ihtiyaç miktarı ile sınırlı kalmayıp, geride kalana acır bir durum sergilerse o takdirde gerçekten haksızlık etmiş, zulüm irtikap etmiş olurdu.
İmdi bir er ya da hatun kişi gerçekten kendisine bir eş bulmak niyet ve iradesiyle sanal âlemde gezinse, kendisine denk gördüğü adaylar ile diyalog oluşturma çabası içerisine girse… bu tavrı makul görülebilir mi?
Bu sanal medya, kendinden değer yüklü bir şey midir, yoksa tanışmanın, tartışmanın, sohbetin, saldırının ve hatta küfürleşmenin… bir imkanı, bir platformu mudur?
Ben ikincisi olduğu kanaatindeyim. Hepsinde da az çok bir bezim oldu diyebilirim. Faydasını gördüm, ama henüz zararı ne oldu hesap edemedim, fatura henüz ortada yok, göremedim. Ama bıçak sırtı gibi bir zeminde olduğumu hep hatırda tuttum. Girdap gibi beni içine çekebilecek bir kara delik olabilme ihtimalini hiç aklımdan çıkarmadım.
Dolayısıyla bu zeminin özünde kötü olduğunu söyleyemeyiz. Onu kötü ya da iyi yapan bizim irademizdir ya da esiri olduğumuz insiyaklarımız, hırs ve ihtiraslarımızdır.
Burada yani sosyal medyada görünmek noktasına gelince, gerçek hayatta görünen birinin burada kendisini görünmez kılması benim öteden beri pek anlayamadığım bir şeydir zaten. Söz gelimi Fakültede okuyup da Mezuniyet Albümüne resmini koydurmamayı ben oldum olası anlayamamışımdır.
Gerçeğinden kaçmayan bir insan, sanalından niye kaçar ki.
Sanal medyada görünürlük modern bir olgudur ve bizim için oldukça yenidir. Düğün davetiyesine eşinin adını bile yazdırmayıp nokta nokta ile geçiştiren benim gibi birinin kızlarının sosyal medyada  kendi öz kimlikleri ve resimleriyle arzı endam etmesi gerçekten büyük bir olay olmalıdır.
Kişi modern hayatta varsa, onun meydanlarında ve imkanlarında da var olması bunun tabii bir uzantısı gibidir.
Ha, iradesine hâkim değilse, motor güçlü ama fren mekanizmasından yoksunsa, bir otokontrol mekanizmasından hali ise o zaman zaten ne yapsa yeridir. Akıntıdaki bir kütük gibi kendisini hangi taştan taşa vuracağını zaten kendisi değil, akıntının istikameti ve şiddeti belirleyecektir.
O gibiler ha gerçek hayatta sürüklenmişler ha sanalında… Bu gibiler için bu akıbetten korunmak çok güç gözüküyor.
Kişiliği oluşmamış, iradesi hevâsının zebunu olmuş, özgürlüğü aklına eseni yapma, hırs ve ihtiraslarının peşinden koşma zanneden  kimseleri siz zincire bile vursanız, onlar bir yolunu bulur gene yapacaklarını zaten yaparlar.
Bir hapishanede mahkûmlar kumara çok düşkünmüşler. Ellerinden kumar oynamaya imkân verecek her türlü malzemeyi almışlar. Bunlar hemen bir kutu lokum almışlar ve herkese birer tane lokum dağıtmışlar ve ondan sonra kimin lokumu üzerine sinek konacak diye beklemeye başlamışlar. Kumarcıya, kumarın yolu mu olurmuş, o ille de bulur bir yol.
O itibarla, modern insana sanal medyada gözükme demek, çağın ruhuna pek uymuyor. Hem diyeceksiniz ki imaj her şeydir. Görünürlük çağın en karakteristik özelliğidir. “Görünüyorum, o halde varım!” artık varlık felsefesi olmuştur. Bu insanların görünürlüğünü engellemek, onları sanki bir tür dört duvar arasına hapsetmek gibi bir şeydir. Bu bir yol değildir. Vaktiyle televizyon ile mücadelede televizyon galip geldi. Şimdi de sosyal medya galip gelecektir.
O yüzden ey söyleyecek sözü olanlar, bilin ki sözünüzü söylemenin imkânı artık bu yeni alanlar. Bu yeni araçlar. Bu alanlarda yoksanız, siz ha varsınız ha yoksunuz durumunda olacaksınız. Bilgi elde etme araçları içinde başı çeken televizyon imiş. Örgün eğitim ise sadece yüzde birlik bir payı oluşturuyormuş. Geri kalanı da medya. Ona göre ey ahali! Para edecek bir değeriniz varsa, bunun en büyük pazarı artık bu mekânlar.
Nabzını tutmak ve dilini kullanmak sözünüzü ulaştırabilmenin bu alanda da elbette ön koşulu olmaktadır.
Öyle ise bu dünyada gerçekten var iseniz, sanal âlemde de kendinize bir yer açın. Söyleyeceğinizi orada da söyleyin. Sözü olanları orada takip edin. Bilgi ve hikmetin adresi artık bu alanlarda aranmaya başladı.
Doğrusu ben de özellikle Garibce’ye sebep sosyal medyaya iyice takılmış durumdayım. Bir kısmı akraba ama çoğunluğu talebe ve tanış olmak üzere çok sayıda arkadaşım oldu. Sadece şöyle bir göz gezdirme ile bile bu alanda varlıklarını sürdüren yakınlarımdan kimin nerede, ne yaptıklarını eskisinden çok daha iyi biliyorum artık. Fakültemdeki öğrencilerin benim ve diğer hocalarımız hakkındaki düşünce ve değerlendirmelerini çok daha iyi takip edebiliyorum. Güncel olayları izliyor ve özellikle kendi ilgi alanımla ilgili konuları tespit edebiliyor ve buna sebep Garibce için hiç konu sıkıntısı çekmiyorum. Kendisine itimat ettiğim takipçilerimin tavsiye ettikleri yazıları özellikle okumaya çalışıyor ve kendimin de beğenmesi halinde ben de paylaşıyorum.
Garibce ama, artık bu işler böyle gidiyor.
İşte bu ortamda evlenme çağındaki gençlerin bu imkânı bu kez kendi ihtiyaçları doğrultusunda kullanmaları zaten beklenen bir durum olmalıydı. Nitekim gençler de bunu hep yapıyor olmalılar.
Bu gibi konular açıldığı zaman aklıma hep Erzurumlu ehram içindeki bir genç kızın, arka mahallelerde arkadaş evine gitmekte olan benim görüş alanıma girince ehramını açıp yüzünü göstermesi sahnesi gelir. Eee ne de olsa  o zamanlar genciz, üniversite öğrencisiyiz, evlenme çağındayız –ki o zamanlar genelde son sınıfta nişanlanılır, işe girilir girilmez de evlenilirdi-  … Şimdi  o ehramın içinde evlilik çağında kendisine hayırlı bir kısmet çıkmasını bekleyen o kız ben olsaydım, onun yaptığını ben de yapardım ve yaptığıma belki  kendi kendime gülerdim de!  
Atılan her oltadan balık çıkmaz. Ama olta atılmadan da balık tutulmaz ki. Bu böyle.
Bir de şöyle bir durum var:
Şimdilerde artık iş başa düşmüş durumda.
Eskiden olduğu gibi kaygımızı çekecek dedeler, babalar, dadaşlar, ağalar, amcalar… kalmadı. Kalmış kızın kaygısını çekecek amca oğulları yok artık.
Kızın yaşı ilerlemiş. Şegav diye bir köy varmış uzakça, oradan bir isteri varmış. Bir de amcasının oğul varmış, yaşı küçükmüş. Abisi acaba bu kızı ne yapsak diye düşünür dururmuş. Kız çeşme başında su için toplandıklarında hal hatır sorusuna:
“Şegav ırak, emmim oğlu ufak, dadaşım şaştı kaldı!” demiş.
İmdi modern aile yapısı, göç olgusu ve gurbet savruntusu kaygıyı başa düşürdü. Gençler kendi işlerini kendileri halletmeye başladılar. Haliyle tecrübe sahibi oluncaya kadar canları çok yanabiliyor, umutsuzluğa düşebiliyorlar, kendilerini çaresiz görebiliyorlar.
Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete, fatura henüz kesilmedi. Kimin ödeyeceği de pek belli değil.
Yakınma devam ediyor: “Üstelik bunu yapanlar da ilahiyat öğrencisi veya başka bir bölümde öğrenci olunca, hatta ve hatta öğretmen olunca, iş daha vahim bir durumda olmuş oluyor.”
Bence burada ilahiyat öğrencisi ve öğretmen gibi ayrım yapmak isabetli olmayabilir. Sonuçta bu alanda görünürlük modern bir ihtiyaç halini alınca –isterse bu bir dayatma sonucu olsun sonuç olarak bu mevcut gerçekliği değiştirmez- onların da bu alanda görünür olmayı arzu etmeleri ve taleplerini bu yolla ulaştırmaya çalışmaları kaçınılmaz olacaktır.
İmdi bunun usulü ve adabı ne olmalıdır?
Doğrusu henüz bunun ilmihali yazılmış değildir. Ama şu bir gerçektir ki dünyada gök kubbe altında yeni bir şey de yoktur. Yeni olan şekillerdir, kalıplardır, yollardır, araçlardır. O yüzden insanî ilişkiler temelde aynıdır. Yüz yüze ilişkilerde insanlar bir birlerine nasıl davranıyorlarsa sosyal medyada da benzer davranışlar geliştirebilirler. Arkadaşlığı kabul etmek ve arkadaşlıktan çıkarmak kişilerin kendi ellerinde olan bir şeydir. Bize gönderilen mesajı kale alıp almamak da keza bizim elimizdedir.
“Gönül kapım açıktır çalmadan gir içeri” diye kapıyı açık bırakacak halimiz yoktur. Ama kapıyı tümden kapayıp da duvar haline getirmenin de anlamı yoktur. İtidalli bir davranış burada da geçerli olmalıdır.
Camınıza biri taş attı diye hemen pencereyi açıp, aşağıya çarşafı uzatıp ne idüğü belirsiz elin adamını içeri almanın bir mantığı elbette yoktur.
“Baba bir hırsız tuttum. -Getir oğlum! -Gelmiyor baba! -Bırak gitsin oğlum! -Gitmiyor baba!” diye ifade edilen türden yavuz hırsızlara bulaşmamak için elbette tedbirli olmak gerekir.
“Elini veren kolunu kaptırır” derlerdi eskiden. Bu sanal âlemde de aynısıyla geçerlidir. İnsanlar karşılaştıkları kimselerin gerçek kimliklerini ve yüzlerini tanımadan mahrem sayılabilecek birçok bilgilerini, sırlarını, fotoğraflarını vb. paylaşıyorlar ondan sonra da pişmanlık duydukları zaman ah vah ediyorlar. “Ahbib habibeke hevnemmâ…” hadisi aynısıyla burası için de geçerlidir. “Sevdiğini ölçülü sev, ola ki bir gün düşmanın olur. Düşmanına da ölçülü davran, ola ki bir gün dostun olur!”
Her şeyden önce ilişkiler insanca olmalıdır. Zorlama ve taciz gibi yollara asla tevessül edilmemelidir. Böylelerine de imkan verilmemelidir.
Sokağa çıkan ve görünmeyi arzu eden herkes, görmek isteyenlerce de görülür. Bundan tabii bir şey yoktur. Ben gezineyim, dolaşayım, ama herkes ben gelince arkasını dönsün, gözünü yumsun, kulağına tıkaç koysun… şeklindeki bir beklenti yerinde olamaz. Ama birileri dışarı çıkmış öyle ise bu o yollu diye arkasına düşüp, kene gibi yapışıp rahatsız etmek, sarkıntılık etmek, hatta taciz ve tecavüzde bulunmak ve arkasından da ne yapalım aranıyordu şeklinde bir savunma içine girmek de asla kabul edilebilir değildir.
Bütün bu tavır ve ilişkilerin insanîlik çerçevesi içinde olması, genel ahlak ve adaba uygun olması gerekir.
Şunu da ilave etmekte yarar vardır: Sosyal yapının geleneksel kurumlarının işlerlik kazandığı devirlerde evliliklerde genelde aileler kendilerine gelin ararlardı ve kefaet (denklik)  şartı vardı ve önemli olan aileler arasındaki denklik ve uyumdu. O yüzden evlilik çok daha erken yaşlarda yapılıyordu ve görücü usulü egemendi. Çocuk yaşta evlendirilen eşler aile içinde hem büyürler ve hem de kişiliklerini birlikte tamamlarlardı. Birbirilerine iyiden iyiye benzeşirler, tam manasıyla aileye kaynaşırlardı. Eşler dört duvar arasında baş başa olmadıkları için, sorunların oluşması halinde aile içindeki diğer fertler tampon vazifesi görür ve eşlerin birbirini yiyip tüketmesi gibi durumlar az olurdu. Boşanma oranları biraz da o yüzden düşük olurdu.
Şimdi yıllarca flört ediyorlar ama taraflar birbirlerini gerçek yüzleriyle bir türlü tanıyamıyorlar. Çünkü her iki taraf da müthiş rol kesiyor, gerçek yüzlerini saklayabiliyorlar. Bu durum uzuyor ve işi tensel temasa kadar götürenler oluyor, hatta birlikte yaşam diyorlar, nikahsız her türlü ilişkiyi sürdürüyorlar. Bir insan karşı taraftan elde edebileceği her bir şeyi zaten elde etmişse, bunun için ayrıca evlenmeye gerek kalır mı?
Belediye yeni yapılmış bir daireye su, elektrik, doğalgaz gibi her türlü hizmeti açınca vatandaş vergi ödeyerek iskan almaya yanaşmıyor. O yüzden şu anda çok sayıda arsa tapusu ile içinde her türlü hizmetin sunulduğu evler var. Resmen ev gözükmüyor ama fiilen içinde oturanlar bulunuyor. Birlikte yaşam da galiba böyle bir şey oluyor.
Bütün bunlar aile yapısını bozuyor ve fertlerin sağlıklı büyüyüp yetişmesinin yegane meşru zemini elden kayıp gidiyor.
Evlilik yaşının giderek yükselmesi bu işi daha da zorlaştıran ve içinden çıkılmaz hale getiren bir faktör oluyor.
Kızın karşısına biri çıkıyor. Bir heyecandır sarıyor, her şeyi unutuyor. Aklı fikri o kişiye takılıyor ve iş ciddiye biniyor. Adam evliliğe yanaşmıyor ve kız karşısındakinin kendisini kullanma amacında olduğunu görüyor ve vazgeçiyor. Ama yorgun ve bitkin düşmüş bir ruh haleti ile enkaz yığını gibi bir vaziyette. Kendisini toparlaması aylarca zaman alıyor. Her şey yoluna girmiş gibi gözükürken karşısına bu kez bir başkası çıkıyor. Üç beş ay yine öyle. Arkasından gene olmuyor. Zaten bu işler ilkinde olmayınca diğerlerinde çok daha zor oluyor. Derken öyle bir haleti ruhiye oluşuyor ki artık iyice usanmış ve bıkmış biri olarak “Artık yoruldum, önüme çıkan ilk kişi ile evleneceğim, yürürse yürür, yürümezse bu evlilikten bir çocuk yapsam o da benim kârım olur” şeklindeki bir anlayışı seslendirebiliyor.
Abe kızım, madem öyle önüne çıkacak ilk kişiyle evlenecektin de yıllarca niye bu kadar hem kendini yordun hem de karşına çakanları…
Maalesef sonuç giderek böyle olacağa ve bu sürecin hızla devam etmesi halinde boşanmış ve ayrı yaşayan eşlerin çoğalacağı ve ailenin sıcak ortamını kaybeden çocukların daha bir perişan hale gelecekleri bir kehanet olmadan öteye bir öngörü gibi duruyor.
Bunun ötesinde ilişkilerin taciz şeklini alması halinde günümüz ceza yasaları oldukça caydırıcı mahiyettedir. Gerektiği hallerde hakların yasal yollardan da aranacağının karşı tarafça bilinmesi ve yeri geldiğinde yeterli anlayışı göstermeyen tarafa bunun ihsası da önemlidir ve olumsuz tavırlar için caydırıcı olabilir.
Öteden beri bir slogan vardır: “Kişilik mi dişilik mi?” diye.  Dişilik çoğu kez kişiliği dövüyor.  Ama nihaî planda dişilik gidiyor de geriye kişilik kalıyor. O da varsa tabi.
Benim özellikle kız öğrencilerimize tavsiyem sosyal medyada kendi kimlik ve kişilikleriyle bir duruş sergilemeleridir. Yalancı, geçici ve aldatıcı yaldızlı görüntülere, reklamlara aldanmamalarıdır.
Eskiden “Huffeti’l-cennetü bi’l-mekârih…” idi. yani “Cennetin etrafı zorluklarla, insanın nefsine ağır gelici şeylerle kuşatılmıştır. Cehennem ise arzu ve heveslere hitap edecek şeylerle çevrilidir.” deniyordu. Bu sosyal medya için de aynısıyla geçerlidir. Çilesi çekilmeyen, bedeli ödenmeyen hevesler aldatıcıdır, bizi felakete götürür.  Hoşumuza gitmese de çektiğimiz zorluklar, engelleri aşma uğrunda ortaya koyduğumuz çabalar, fedakârlıklar bizi olgunlaştırır.
Bu hep böyleydi, eskiden de öyleydi, şimdi de böyle. Gerçek hayatta da böyledir, sosyal medyada da.
İnsan, ne kadar yanılsa ve yanlış yola düşse de içinde hiç susmayan bir fıtrat sesi hep olagelmiştir. Biraz da ona kulak vermek ve içindeki sessiz çığlığı dinlemek gerekir.
Ve elbette ki her zaman sığınabileceğimiz bir Hafîz, kendisine dayanacağımız bir Yüce Kudret, her türlü umurumuzu kendisine havale edeceğimiz bir Rahman ve Rahîm olan Rab olması ve O’nu şah damarımızdan kendimize daha yakın hissetmemiz en büyük gücümüz ve imdadımız olacaktır.
Cümlenizi Allah’a emanet ediyorum.
Başarıya eyvallah, fakat bize lazım olan daha çok mutluluktur, diyorum.
Ve o da elbette ki ne kadar bizim dahlimiz olsa da Allah vergisi.
Yüce Rabbimizden cümlenize lütuf buyurmasını niyaz ediyorum.
Mutlu olun, mutlu kalın!

27.02.2013
GARİBCE

24 Şubat 2013 Pazar

Jelatinli balık yağı kapsülleri




Norveç’ten E. A. soruyor:
Selamün aleyküm hocam, inşallah iyisinizdir.
Burada bana çok sorulan bir konuda fikrinize ihtiyacım var. Burası soğuk ve güneşi az bir memleket olduğu için doktorlar bilhassa Norveç asıllı olmayanlara D vitamini ve balık yağı tavsiye ediyorlar. Balık yağı şurup şeklinde olduğu gibi kapsül şeklinde de yapılıyor. bu kapsüllerde genellikle jelatin kullanılıyor.
Jelatin tek başına yazılıp neyden elde edildiği yazılmadığında zaten müslümanlar almamaya dikkat ediyorlar. Ancak sığır jelatini yazdığında da bu sefer kesilen sığır dinimize uygun bir şekilde mi kesildi sorusu gündeme geliyor, zira buradaki insanların kahir ekseriyeti herhangi bir dine inanmıyor. Bu sebeple ehl-i kitaba uygun kesilmiştir de denilemiyor.
Alternatifi var mı derseniz üzerinde helal yazan markalar da var, ama her zaman bulmak mümkün olmuyor ve de burası Türkiye'ye göre en az üç katı pahalı bir ülke olduğundan indirim ürünleri takip ediliyor ve eğer bir mahsuru yoksa sığır jelatini yazanlar indirime girdiğinde onu da kaçırmak istemiyorlar. Ama olmaz dersek de niye olmaz diye de tepki vermezler açıkçası.
Ben kendi başıma işin içinden çıkamadım hocam, başkalarına kolaylık sağlayayım derken zarara girmek istemem (: Saygılarımla.

Ben fetva mercii değilim. Ama fetva verenlerin mesela jelatinin haram olduğunu söylemelerini de kabul edemiyorum. Yemesi haram olan şey Kur’an’da dört defa tekrarlanan domuzun etidir. Domuz etinden yapılan ürünler de buna dahildir. Ama gerisi kraldan çok kralcıların işidir.
Bir şeyin aslı (eski hali) ya da meali (sonraki hali) değil, bize lazım olan şimdiki halidir.
İnsanın aslı menidir diye insan pis midir? Sirkenin şaraptan dönüşmesi halinde, şarabın içimi haramdır diye ondan dönüşüm yoluyla elde edilen sirke neden haram olsun.
Meâle örnek: Üzüm suyunun mayalanınca şarap olması, şarabın içiminin de haram olması, üzüm suyunun içimini haram kılmayı mı gerektirir?
Elan mevcut olan bir nesne her ne ise hüküm ona göre olmalıdır.
Jelatin’in haram olduğunu beyan eden herhangi bir nas yoktur.
Etil alkolün necis olduğunu belirten bir nas da yoktur.
“Şeytan üzüm çubuğunu kaçırmış ve onu kestiği domuzun kanı ile sulamış, o yüzden şarap necis olmuş” şeklindeki izahlar, bizim muteber fıkıh kitaplarımızda yer bulsa da ancak espri olsun diye söylenir. (bk. Garibce’nin İçki ile uyuşturucu arasındaki mahiyet farkı!” başlıklı yazısı)
Alkolün içme ve içki imali dışında bir başka amaçla kullanımının mümkün olması halinde bunu haram kılıcı hiçbir delil yoktur. Dinî hükümler ancak şerî delil ile sabit olur.
Domuz etinin ve türevlerinin de sadece yenmesi haramdır. Haramları, kendi alanlarına özgülemek ve başka alanlara sirayet ettirmemek esastır. Çünkü eşyada asıl olan mubahlıktır. Helalliğin delili aranmaz, haramın delili aranır.
Mecusilerin kestikleri buzağıların şirdeninden yapılmış peynir mayasıyla üretilen peynirleri müslümanlar Hz. Ömer'e sordular: “Besmele çekin yiyin!” dedi. O kadar.
İslam”ı yokuşa sürmenin ve müslümanları sıkboğaz etmenin bir anlamı yok.
Dindarlık boğazımızdan içeri girenlerden çok, ağzımızdan çıkanlarla, ellerimizle yaptıklarımızla anlam kazanmalı.
Dua ile!

01.02.2013
GARİBCE

23 Şubat 2013 Cumartesi

Eşiği olmayan bir ev, ev olur mu?




Sabah oldu çıkacağınız, akşam oldu döneceğiniz bir evinizin/ yuvanızın olmadığını düşünün.
Deli, düğün evine gitmiş de burası bizim evden rahat demiş.
Bir başlangıç noktası, ayağınızı sabah dışarı akşam içeri atacağınız bir eşik olmadan yaşanılan bir hayatı tasavvur edin.
Bir mekan ki sahra gibi hiçbir ihata edici çerçeve yok. Sizin kendinizi, hizaya alarak konuşlandırabileceğiniz hiçbir sabit nokta yok. Hiç olmazsa Nasrettin Hoca’nın eşeğinin ön ayağını bastığı yer kadar da olsa kendimize referans alabileceğimiz bir yerin olmaması halinde bizim şu anda bulunduğumuz yerin ne anlamı olabilir ki?
Mekan da öyle zaman da öyle.
Bir gelecek projeniz ve belli bir takvime bağlı olarak ulaşmak istediğiniz amaçlar yoksa, dünün, bugünün ve yarının olmasının ne anlamı olurdu?
İşte ahret inancı olmayan kişinin durumu da böyle.
Sosyolog Peter Berger ahret inancı olmayan insanları evsiz insanlara (Homless mind) benzetirmiş. (Ali Köse, Enteller Aleykümselam Der mi?, İstanbul 2011, s.154.)
İnançlılar inançsızlara nispetle ne kadar şanslı olmalı.
Bir de inandığı şey Hak ise ve her neye inandı ise gün gibi zahir olunca değme keyfine.
Allah bizi imansız etmesin!
Bağından kopmuş ipsiz sapsız kılmasın!
Başımızı sokacağımız bir yuvadan yoksun etmesin.
Doğum yeni bir hayata ve yeni bir yuvaya eşik olmuştu.
Ölüm de, daha hayırlı yeni bir hayat ve yeni bir me’vâ (yuva) için yeni bir eşik olsun.
Duamız dualarınıza eş olsun!
Mutlu olun mutlu kalın!

23.02.2013
GARİBCE

Eşik, evsiz,  homless mind, ahret inancı.

22 Şubat 2013 Cuma

Akibeti akibetimizdir!


 
Denizli'de, arkadaşlarının 3 aydır haber alamadığı 86 yaşındaki adamın cesedi, evinde çürümüş halde bulundu

Alınan bilgiye göre, Muharrem Şen, yaklaşık 3 aydır haber alamadığı arkadaşı Halit Albasan'a (86) ulaşmak için akrabalarını aradı. Akrabaları da uzun süredir görüşmedikleri Albasan'ın evine kontrole gitti.

Topraklık Mahallesi 2234 sokaktaki apartmanın zemin katında yalnız yaşayan Halit Albasan'ın (86) evine çilingir yardımıyla giren akrabaları, yaşlı adamın çürümüş cesedini buldu.

Albasan'ın evlenmediği, yalnız yaşadığı bildirildi. (Kaynak: AA)

__oOo__

Akibeti akibetimizdir!

Çiğ yemedim ki karnım ağrımasın deme!

Nice çiğ yemeyenin de karnı ağrıyor. Kurunun yanında yaş da yanıyor.

Ben büyüklerime saygıda kusur etmedim, bana bir şey olmaz da deme.

Bu akıbet giderek yaygınlaşıyor.

Yalnızlık ve yalnız yaşamaya mahkumiyet giderek normalleşiyor. İnsanın eli ayağı tutarken kimsenin yanında yük olmak istemiyor. Ama bu el ve ayaklar bir anda tutmaz oluveriyor, ne zaman olacağını da kimse bilmiyor.

Bu haldeki çaresizlerin sessiz çığlığını kimse duymuyor. Kulaklar duvar, gözler kör, diller lal olmuş… bulunuyor.

Bir beldede bir kimse ölse, ölümüne sebep açlık, susuzluk, bakımsızlık vb. olsa… o beldede yaşayan yediden yetmişe herkes o kişinin ölümünden sorumludur diyor dinimiz.

Benim bir şeyim olmaz ki diyemiyorsunuz. Çünkü insan olup da bizim bir şeyimiz olmayan bir kimse yok ki. Bırakın insan olmayı canlı olmak bile öyle. Dolayısıyla diğer canlıların bile üzerimize yüklediği bir sorumluluk vardır. Karnın acıktığında kesip de yediğin o hayvanı acıktığında doyurman, susadığında suvarman senin görevin oluyor ey insan!

Halit Albasan kim oluyor?

Bu toplumun bir üyesi; koca bedende tek bir hücre. Olsa ne olur, ölse ne olur?

Öyle de koca bir bedeni tek bir hücre dinamitleyebiliyor. Çözülme, kokuşma hep tek bir hücreden başlayarak tüm bedeni istila ediyor. Sonunda da o koca beden içten içe çürümüşlüğün sonunda yok olup gidiyor.

Halit Albasan kimimizin babası, kimimizin amcası, dayısı, kardeşi…

Halit Albasan kimimizin kimsesi.

Halit Albasan, koca bir toplumun şahidi.

Ne oldu sana böyle Halit Albasan, söyle hele?

Haydi Müslümanlıktan vazgeçtik, bir insan da mı yoktu kapını çalacak, halini soracak.

Hasta olana bakmak Müslümanların en vazgeçilmez haklarından biriydi.

Etrafında yok muydu bir Müslüman Halit Albasan!

Kimdir Halit Albasan?

Bugün için kendisiydi. Ama bil ki ey Müslüman o yarın sensin, öbür gün ötekisi.

Huzur evleri kucak açmış sözde bu insanlarımıza, ama nedendir itiyor yakın olmak istese de herkesi.

İnsanlar huzuru kendi öz yuvalarında bulmak istiyorlar.

Kocaman ailelerin kuytu bir köşesinde ölmek istiyorlar.

Bir eşin dizinde, dağ gibi yaslandığı hayırlı bir evladın kucağında son nefesini vermek istiyorlar.

Boncuk boncuk ecel terlerini müşfik bir el silsin bekliyorlar. Hocası gelsin, başucunda Yasinler okusun diliyorlar.

Ama savrulduk ki hem de ne savrulduk.

Hasret oduyla göğündük, yandık, kavrulduk.

Yaşlandık takatimiz kalmadı.

Eşimiz önden gitti ise asıl kıyamet öyle koptu.

Yeniden bir eş bulamadık.

Nikah altında ölmek bir erdemdi; kerameti vardı. Nikahı şimdi bir boyunduruk bildik. Yaşlı halimizde kimse bize gelmedi.

“Anne!” diye hayıflandık, gözlerimiz buğulandı ses vermedi.

Annemiz artık kara topraktı.

Sığıncımız her gün serili bir yataktı.

Toplamaya mecal de kalmamıştı.

Hem niye toplayacaktık ki nasıl olsa yeniden yazılacaktı ve de içinden çıktığımız yoktu.

“Açım anne!” dedim, duymadı.

Dizlerim beni ayağa kaldırmaya yetmedi.

Üşüdüm, buz kesmeye başladı vücudum.

“Üşüdüm anne!” dedim. Duymadı. Duyan olmadı. Yatağa biraz daha sokuldum. Yorganı zoraki de olsa üzerime çektim. Başımı içine soktum. Nefesimle ısınırım dedim. Ve…

Ondan sonrası bana değil ancak sana ayandır Rabbim!

Senin emanetindi bedenim. Ben bende iken taşıdım sırtımda, yorgun da olsam argın da…

Ama alınca benden emanetini, artık o insanlığın zimmetindeydi. Benim için fark etmiyordu, ha taze bir ceset ha çürümüş lime lime olmuş et.

Onun namusu artık kaldıysa hala insanlığın üzerindeydi.

Ve sen onların Rabbisin!

Her şeyi en iyi Sen bilirsin!

22.02.2013

GARİBCE

Akşam olsa da yatsak!



He ya! Akşam olsa da yatsak.
Yumsak gözümüzü  huzur bulsak.
Yattım sağıma, döndüm soluma, melekler şahit olsun dinime imanıma desek çocuklar gibi.
“Bismike Rabbî vada’tu cenbî fağfirlî zenbî” desek Peygamberden duyar gibi.
Koysak başımızı yastığa teslim edip ellerine Hafaza meleklerinin, annemizin dizine yaslar gibi
Kalem cızırtıları dursa, dinlenmeye çekilse kiramen katibin…
Ve o demde içimizden bir ses yürüse benliğimize, annemizin kucağında ninni bürür gibi…
Tepeden tırnağa sarmalasa sükunet bizi…
En ufak bir dalga yok, her tarafı huzur kaplasa, ay ışığında yansıyan yakamoz gibi ışıl ışıl parlasa özümüz…
Ve Rahman’ın emri gelse alınsa ruhumuz…
Yükselse arşı alaya, erse hazîrey-i kudse, mele-i alayı gezinse.
Bedenimiz yeni bir dirilişe uyanmak için üstüne asuman örtülmüş gibi sessizliğe gömülse…
Sükunun adresi olsa o demde tenimiz.
Ve vakit saat tamam olunca verilse bedene alınan emanet yeniden.
Bir basübadelmevt yaşar gibi diriliversek birden.
Yeni bir gün yeni bir beden, yeni bir ruh…
Lütuf senin ve Sen sahibi keremsin.
Yeni bir hayat bahşedensin her doğan günle birlikte.
Nasıl yolunu bulurdu ruhumuz bedenimize inayetin olmasa.
Ya bir de böyle olmaz da koyunca yastığa başımızı… Kemirmeye başlasa fareler vicdanımızı…
Ettiğimiz her kem söz, işlediğimiz her yanlış kamçı olup şakısa yorgun bedenimizde,
Ruhumuz hapsolsa ve zulümlerimizin dönüştüğü karabasanlarca tutsak alınsa, kabuslar sarmalına alsa…
Yok yok! Sen bize acı Allah’ım!
Bizi böyle bir geceye müstahak kılma.
Kaçış yok aslında böyle bir akıbetten senin lütfun ve inayetin olmasa.
Evet, Evet! Umudumuz olsa.
"Akşam olsa da yatsak. Yumsak gözümüzü  huzur bulsak"  diyebilsek.
Ve tekerlesek çocuklar gibi:
Yattım sağıma, döndüm soluma, melekler şahit olsun dinime imanıma.
Ve sokulabilsek kucağına yatağın Peygamber duasıyla:
Bismike Rabbî vada’tu cenbî fağfirlî zenbî!

22.02.2013
GARİBCE
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...