28 Nisan 2013 Pazar

TAKVA: Cemal Tutkusu Celal Korkusu



Dinimizde temel kavramlardan biri “takva”dır.  Dinî yaşantımızda yol alabilmemiz, inancımızı ve müslümanlığımızı sağlam bir zemine oturtabilmemiz, dinî kaynaklardan yararlanabilmemiz bizzat Kur'ân’ın ifadesiyle mütteki yani takva sahibi olmamıza bağlıdır. Bu itibarla bu yazımızda kısaca takva kavramı üzerinde durmak istiyoruz.
Bu kelime “vikâye” kökündendir, sakınmak, korunmak anlamındadır. Tırnağı incelmiş hayvanın yürürken ayağını taştan sakınması anlamında kullanılmaktadır[1]. Daha sonra bu kelime Kur’ân terminolojisi içinde, kök ile irtibatı sürdürülmekle birlikte yeni anlam kazanmış ve saf, temiz dindarlık[2], dini bütünlük, her an huzurda olma düşüncesinin kazandırdığı ilahî sorumluluk bilinci[3] anlamına gelir olmuştur.
Hz. Ömer, Übeyy’e “Takva nedir?” diye sorar. Übeyy: “Sen hiç dikenli yolda yürüdün mü?” der. O da: “Evet!” cevabını verir. “Peki ne yapardın?” diye sorar. “Eteğimi çemrer ve dikkat ede ede yürürdüm” cevabını alınca, “İşte takvâ budur” der[4] ve bu benzetme ile takva terimini açıklamak ister.
Kur’ân’da takva üç anlamda kullanılmıştır[5]:
Birincisi ebedî azaptan korunmak için şirkten kaçınma[6],
İkincisi büyük günahları işlemekten ve küçük günahlarda ısrarlı olmaktan sakınma[7] ve
Üçüncüsü de “İttekûllâhe Hakk’a tükâtihî”[8] âyetinde olduğu gibi kalbi meşgul edici her şeyden uzak durarak, kalbi tamamen Allah’a teslim etme, orada O’ndan başkasına yer vermeme.
Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere takvânın iki boyutu vardır:
Birincisi, Allah’ın emirlerini mümkün mertebe yaparak onun rızasını kaybetmekten sakınmak, ikincisi de O’nun yasaklarından mutlak anlamda kaçınarak O’nun gazabına uğramaktan sakınmak[9].
Buna göre takvâ bir yönüyle cemal tutkusu, öbür yönüyle de celâl korkusudur. Bu itibarla, takvânın her ne kadar bazı âyetlerde “haşyetullah” yani Allah (c.c) korkusu anlamında tefsir edildiği[10] olmuşsa da, onu sırf korku boyutu ile ele almak ve sevgi boyutunu gözardı etmek eksik bir tanımlama olur.
Nitekim bu iki boyut müttekîler için sonuç olarak belirtilen “felâh yani kurtuluş” kavramı için de aynısıyla geçerlidir; hem umulana nail, hem de korkulandan emin olma söz konusu olmadıkça gerçek anlamda “felâh” olmaz. Takvanın cemal boyutunda, hertürlü güzellik işlenerek umulanlara erme; celâl boyutunda ise her türlü kötülüklerden uzak durularak korkulanlardan emin olma tecelli etmelidir. İşte o zaman gerçek anlamda kurtuluş ve saadet olacaktır.
Bu, iki kanatlı kuşun uçabilmesine benzer; tek kanatlı kuş uçamaz. Dolayısıyla sadece korku boyutu ile ya da sadece sevgi boyutu ile ilahî sorumluluk bilincine erişilemez, dengeli biçimde ikisi bir arada olmalıdır. Nefsin her türlü çirkefliklerden arındırılması sağlanırken, ruhun her türlü güzelliklerle bezenmesine çalışılmalıdır.
“Tırnağımıza taş değmesin” anlamında ilahî azabdan korunma olarak aldığımızda takvâ, nihaî amaç olmayıp, kurtuluş ve saadetimize vesile olur[11]. Bu vesileyi elde edebilme hem ahiret hem de dünya için bir dizi önlem almayı gerektirir.
Ahiret için ele aldığımızda takva, tevhid üzerine kurulu bir inanca sahip olma, imanı koruyucu ve derinleştirici ibadetler ve salih amellerde bulunma ve her türlü güzel ahlâkla bezenmeye çalışma gibi fiil şeklinde; şirkten, küfürden, her türlü ahlâksızlıklardan uzak durma gibi terk biçiminde bir hayat çizgisini sürdürmeyi gerektirir.
Takvânın yani kulluk bilincinin bir de davranışlarımızın dünyevî sonuçlarına dönük bir yönü vardır. Bu önemli kavramın bir veçhesini de ilahî dünya azabından sakınma çabası oluşturmaktadır.
Böyle bir sonuçtan kurtulma, her şeyden önce doğal ve sosyal nizamda geçerli olan ilahî yasaları (sünnetullah) tespit etmeyi, kurulu dengelerin bozulmaması için gerekli önlemleri almayı zorunlu kılar. Bu ise bütünüyle ihtisas ilimlerinin en üst düzeyde tahsil edilmesini, çevre, sağlık, güvenlik gibi her alanda yeterli bilinç ve donanıma ulaşmayı gerekli kılar. İşte o zaman insanlar topyekûn ilahî dünyevî azaptan korunmuş ve sonuçta da kurtulmuş olurlar[12]. Aksi takdirde ozon tabakasının delinmesi, dünyanın giderek ısınması, buzulların eriyip suların yükselmesi, ağaçlardan yoksun kalmış münbit toprakları yel süpürüp sel alması, dünyanın her gün biraz daha çölleşmesi gibi çevre, bulaşıcı, tedavisi imkânsız hastalıklar gibi sağlık, uyuşturucu bağımlılığı, terör, bir yanda açlık ve yetersiz beslenme, öbür tarafta aşırı tıkınma ve şişmanlık gibi insanlık adına utanç verici manzaralar, sosyal yaralar, renk, ırk, dil, coğrafya vb. gibi ayırımlar, masum insanları yok eden dünya savaşları, milletleri sömürüp yok eden emperyalizm… ve daha nice belâlar dünyevî anlamda takvâsızlığımızın sonucu olmaktadır.
Şu halde takvâ, dünya ve âhiret saadetinin, gerçek kurtuluşun (felâh) zorunlu şartı olmakta ve en üst bilinç düzeyi olarak biz müminlerden istenmektedir.
Hepimizin takva üzere olması temennilerimle…
Takvalı olun, takva ile kalın!
29.04.2013
GARİBCE


[1]              Keşşâf, I, 20.
[2]              Ateş, I, 99.
[3]              Esed, I, 4.
[4]              Kurtubî, I, 161.
[5]              Elmalılı, I, 169; Ateş, I, 99.
[6]              bk. Fetih 48/26.
[7]              bk. A‘râf 7/96.
[8]              Âl-İ İmrân 3/102.
[9]              bk. Taberî, I, 232; İbn Kesîr, I, 61; Elmalılı, I, 169.
[10]             bk. Râzî, II, 20.
[11]             Elmalılı, I, 170.
[12]             Menâr, I, 125.

İSLAM’IN GENEL İLKE VE ESASLARI




Bir taraftan güncel yazılarımızı sürdürürken diğer taraftan da eskiden yazılmış ve çoğu yayınlanmamış yazılarımızı sizlerle paylaşmak istiyoruz.
Bu metin bir grup yabancı öğrenciler için hazırlanmıştı. Ama bence önemli bir metindir. İslam hakkında genel bir bakış ve değerlendirme mahiyetindedir.
Çok çok özet bir metindir. Koskoca bir kitap olmaya gebedir. Ama onu öylesi bir yetkinliğe evirebilmek için emek lazımdır.
Ya nasip. Neden olmasın!
Kolay gelsin!
Dua ile!
28.04.2013
GARİBCE

İSLAM’IN GENEL İLKE VE ESASLARI (ÖZET)
Prof. Dr. Mehmet ERDOĞAN
M.Ü. İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi

1. Uluhiyet anlayışımız. Allah’ı, âlemlerin rabbi bilir, “halk ve emr”i ona özgüleriz. O’nu aşkın ve içkin biliriz; Müteâl (pek yüce) olduğuna inandığımız gibi, özümüze bizden daha yakın olduğuna da inanırız.
2. Kulluk ve insanlık anlayışımız: İnsan, doğanın bir ürünü ve parçası değildir. O, sahip olduğu saygınlığı ile buraya “halife” olarak indirilmiştir. Geçici olarak ikamesine tahsis edilen bu “yer”, ebedî hayatını kazanabileceği bir “ekenek” tir. Onun buradaki varlığı, mâlik değil, nâib vasfı iledir. Bu itibarla mutlak iktidar ve yönetim sahibi değildir. Tasarruflarının meşruiyeti, kendisine tanınan yetki ve sorumluluk çerçevesiyle sınırlıdır.
Biz, ne kendimizin ne de içinde yaşadığımız yer küre ve özel çevremizin mâliki değiliz. Bedenimiz üzerindeki yetkimiz, kamuya ait bir araç üzerindeki şoförün yetkisi gibidir. Amacına uygun olarak kullanım yetkisi ötesinde, istismar etmek, tüketmek, yok etmek gibi bir yetkiye sahip değiliz. Bu itibarla kişinin kendi kendisini öldürmesi, ruh ve beden sağlığına karşı bakım gibi vazifelerini ihmali sorumluluğunu gerektiren eylemler arasındadır.
3. İnsanlara ve çevreye bakışımız: Müslüman, bütün insanları kendisine yaratılışta eş, ama mü’minleri ayrıca kardeş görür. Her işin başında çekilen Besmele, bir anlamda bunun ifadesidir. Bütün canlıları kuşatan Rahman ve özellikle mü’minlere yönelik inayeti ifade eden Rahîm sıfatlarının müminde tecellisi bunu gerektirir.
4. Sosyal çevre: İnsanın beden ve ruh sağlığına sahip olabilmesi, burada kendisine biçilen vazife için gereklidir. Bunun için de en sağlıklı sosyal çevre, aile ortamıdır. Her insanın bir ailesi olmalı ve ailenin korunmasına aşırı bir özen gösterilmeli, bu konuda hak hukuk belirlenmeli ve herkesin uyması sağlanmalıdır. Ailenin yapısını bozacak her türlü olumsuzluğa karşı önlem alınmalı, doğal cinsellik ihtiyacı aile içinde giderilmeli, her türlü fuhuş olabildiğince önlenmeye çalışılmalı, “şuyuu vukuundan beter” olan ahlaksızlıkların neşrine imkan verilmemelidir.
Cinsel özgürlüğün, bir sapma olduğu ve çok saygın olan insanın hürmetine yakışmadığı bilinmelidir.
5. Fizik çevre, gerçek mülk sahibinin, bizim istifademize sunduğu nimetlerdir. Bu itibarla çevrenin kirletilmesi, hele hele tüketilmesi caiz değildir. Mülkiyet anlayışı mutlak değil, daha çok insanların sahip oldukları şeylerden öncelikle kendilerinin yararlanmaları imkanını ifade eder. Bu itibarla, mülkiyet hakkı üzerinde bir dizi kayıt vardır.
6. Fazilet anlayışımız, ahlakî meziyetlerledir. Bu alanda belirleyici üç temel kavram vardır: İman, salih amel ve takva (Velilik için iman ve takva şartı yeterli görülür. Yunus 10/62). Güzel ahlak, kişide mevcut bulunan şehevî güçlerin itidal noktalarında tutulmasının sonucu insanda hasıl olan bir halettir ki bunları hikmet, şecaat, iffet ve adalet olarak nitelemek mümkündür. İnsanın, ahlaken yücelebilmesi “Allah’ın ahlakı ile ahlaklanması” ile olur ve bu da Allah’ın güzel isimlerinin, insanlar üzerinde tecelli etmesi yoluyla gerçekleşir. Hiçbir ayrım yapmadan bütün canlılara merhametle yaklaşan kimse, Rahmân isminin, müminlere karşı özel sevgiyle yaklaşan kişi, Rahîm isminin, başkalarının kusurlarını bağışlayan, görmezlikten gelen kişi Allah’ın Settâr, Gaffâr… isimlerinin tecellisine mazhar olmuş demektir. Kişinin, Allah’a yakınlığının yegane yolu da budur.
7. Sorumluluk anlayışımız: Beraet-i zimmet asıldır, hiç kimse doğuştan borçlu, suçlu ve günahkâr doğmaz. Herkesin günahı kendinedir. Hiçbir kimse bir başkasının yükünü çekmez. Sanık, suçu ispat edilinceye kadar suçsuzdur. İspat külfeti, müddeîye aittir.
8. Din anlayışımız: İnsan aklının aydınlanabilmesi için vahye ihtiyacı vardır. Medeniyetimizin bilgi kaynakları arasında Kitap en başta bulunur. Kitabın, içeriğini, ilaca nispetle prospektüs gibi görürüz. Bu itibarla önemli olanın hayat ve dinin hayata bir cevap olduğunu düşünürüz. Tekvin ve teşriin, aynı Kudret tarafından ve bir bütün oluşturmak üzere hazırlandığını kabul ederiz. Hayata göz kapayarak sadece din ile yetinmek, ilacı göz ardı ederek prospektüsü okuyarak iyileşmeye çabalamak gibi anlamsız bir tavırdır.
9. Gelenek anlayışımız: Dinî hayat, Hz. Peygamber’den görülerek alınmış ve nesilden nesile bize kadar gelmiştir. Peygambersiz bir dinin olamayacağını, Kur'ân’ı peygambersiz anlamaya kalkışanların kendilerini peygamber yerine koymak zorunda olacaklarını düşünürüz. Bu itibarla geleneği önemli görürüz. Ancak, geleneğin devamı için, kendi içinde yeniliklere açık olunması ve zamanla bu yeniliklerin eskilerin yerini alması ve bu şekilde geleneğin sürdürülmesinin mümkün olacağına inanırız. Güneşin sürekli patlamalarla hep parlak kalabilmesi gibi, istikrar ve bekanın ancak gelenek içinde kalınarak ama sürekli bir değişim içinde mümkün olabileceğini düşünürüz. Bu itibarla, şeriat, sünnet gibi kavramların kapalı sistemleri ifade etmeden çok, dinin, hayatla koşut olarak ona anlam kazandırması, yerine göre yönlendirmesi, çekip çevirmesi anlamında dinamizmini ifade eden süreçler olması gerektiğini kabul ederiz.

27 Nisan 2013 Cumartesi

Rahmet mi okumalıyım lanet mi?!



Geçenlerde Ey şahid, gaibe nasıl ulaşacaksın? Nefretle mi sevgiyle mi? başlıklı yazımıza birisi sözde yorum yapmış. Şöyle demiş:
Yalan hikayelerle çok kişiyi kandırdınız. Bunun hesabını elbette vereceksiniz. Allah müslümanların kardeş olduğunu söylüyor. Siz Allah'a ve Resülüne ve onlara inananlara sevgi göstermemizi istiyorsunuz. Allah inanmayanlara Adil olmamızı istiyor.. Hangi ayette onlara sevgi ile yaklaşmamızı istiyor söyler misin? . Siz Adalet ile sevgiyi karıştırmışsınız...”
Adsız olduğu için yayınlamadım. Söylediklerini ciddiye alıp yazıyı yeniden okudum. İmzamı sadece teyit etmiş oldum. Yazıda bir yanlış göremedim.
Adsız bahtsızın takıldığı cümleler şunlar olsa gerek:
“Bütün insanları, yaratandan ötürü sevebilmeli, onları yaratılışta eşin bilmelisin. Bu bilinç, kendi inancını paylaşanları aynı zamanda kardeş bilmene engel değildir. Kendi inananlarını kardeş bilmen, ayrıca akraba da olduğun yakınlarına özel bir alaka duymana, onları daha farklı bir biçimde gözetmene mani değildir.
Adalet herkese hakkını vermektir.
Bir kavme duyacağımız kin ve öfke bile bizi adaletten ayırmamalıdır.
Ey Müslümanlar! Herkesten daha çok siz âdil olun!”
Tekrar düşündüm. Bu dilde ve üslupta bir yanlışlık görmedim. Evet bu dil bazı bağnazlar için yadırgatıcı olabilir.
Bu dil bizim bilinçli tercihimiz olan bir dildir. Çünkü bu dil, “Beşşirû velâ tüneffirû... = Sevdirin, nefret ettirmeyin!”  buyuran Hz. Peygamber’in dilidir. Bu dil ondan ilham alarak “Ben gelmedim dava için/ Benim işim sevi için / Dost'un evi gönüllerdir/ Gönüller yapmağa geldim” diyerek varlık amacını ortaya koyan, “Nazar eyle ıtırı, Bazar eyle götürü, Yaradılanı hoş gör, Yaradan’dan ötürü”, ya da “Yaratılanı severim Yaradan’dan ötürü” diyen Yunus’un dilidir.
Bu dil Hz. Peygamber’e doğrudan hitap eden ve:
فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللَّهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ  [آل عمران : 159]
“Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile…!” buyuran (Al-i İmrân 3/159); Firavuna giden Musa ve Harun’a:
اذْهَبَا إِلَى فِرْعَوْنَ إِنَّهُ طَغَى (43) فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَيِّنًا لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ أَوْ يَخْشَى [طه]
“Firavun’a gidin. Çünkü o azmıştır. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır, yahut korkar.” (Taha 20/43-44)  diyen Kur’an’ın dilidir.
“Bütün insanları yaratılışta eşin, müminleri ayrıca kardeşin bil!” talimatını Mısır’a göndermiş olduğu valisi Malik b. Eşter’e bizzat veren Hz. Ali’nin dilidir.
Karşınızdaki inançsız insanları ilâ cehenneme zümera öldürülmesi gerekli kâfirler olarak görmek yerine bunları ümmet-i davet olarak görüp, kazanılabilmesi için elden gelen her çabayı göstermek bizim dilimiz olmalıdır.
Tek bir kişinin hidayete ermesi sonucu Allah’ın sevinci, hoşnutluk ve rızası, tüm kafirleri gazabıyla helak etmesinden bize daha sevimli gelir.
Biz bu dili Rahmân olanın rahmetinden Hz. Peygamber’in engin sevgisinden öğrendik.
Bizim gibi inanmayanlara, bizim gibi düşünmeyenlere kin ve öfke ile dolu olan ve onların hayatlarına susamış zavallılardan olmadık, olamayız da.
Bizim dilimiz bu.
Günahlar da derece derecedir.
“İlk taşı içinizden günahsız olan atsın!” sözünün muhatabı ben olsaydım acaba ne yapardım diye hiç düşündünüz mü?
Benim yüzüm kızarırdı ve öyle bir tavra mübaderet halinde olduğum için çok utanırdım.
Çünkü bilirim ki ben de bir günahkârım. Nice günahım vardır elimle işledim. Dilimle işledim. Kem gözle baktım, işledim. Kulak verdim işledim. Kendimi bir şey sandım işledim. Hele düşünce bazında, hayal âleminde yapmadığım halt kalmadı. Hayal âlemindeki gibi imkânım olsaydı kim bilir neler yapardım? Hal böyle iken şimdi benden benim gibi inanmayan, benim gibi davranmayan, benim gibi düşünmeyen kimselere lanet okumamı kimse benden beklemesin!
Herkese rahmet okurum, layık ise dileğim hedefini bulur, olmayanı da bana geri döner.
Ama lanet böyle mi?!
Affet bizi ya Rab!
27.04.2013
GARİBCE

26 Nisan 2013 Cuma

DİN DÖNÜYOR MU? DÖNÜŞÜ BİLDİK ŞEKİLDE Mİ?




Son birkaç on yıl içinde kutsalın dönüşüne dair farklı çalışmalar yapıldı. Zeki Arslantürk’ün, Kutsalın Dönüşü Yeni Toplum Arayışları, (İstanbul 1998) adlı çalışma da bunlardan biri.
Dinin hayatiyeti, kiliseye (bizde camiye) düzenli devam ile ölçülürdü ve Modernitenin yükselişi ile tersinden bir düşüş gösterirdi. Bu durum, ne kadar modernite o kadar sekülarite  şeklinde formüle edilirdi.
Ancak bu yargı kapsayıcı ve yeterince sahici değildi. Mesela ABD modern olmasına rağmen geri kalmış bir çok ülkeden daha dindardı. Oysa dindarlığın mabede düzenli gitmenin ötesinde başka tezahürleri de olmalıydı ve bu durum bazı araştırmacıların dikkatlerini çekiyordu. Değişik kıstaslar esas alınarak yapılan bu doğrultudaki alan araştırmaları ortaya koymuştur ki aslında din, bir şekilde ve moderniteye rağmen hep var olagelmişti, ne var ki eski geleneksel din anlayışları değişmiş ve insanların dindarlıkları “kendilerince” ve daha çok yeni “ikameler” ve semboller üzerinden ifade edilmeye başlanmıştı. Buna “ait olunmayan inanç fenomeni” adını da vermişlerdi. Bu şu demekti: Din, modern toplumda da vardır. Hatta dinin dönüşünden bahsetmek doğru da değildir. Çünkü o zaten her zaman var olmuştur. Ne var ki modern dindarlık, dini, mezheplerin, kilise gibi kurumların, cemaatlerin öteden beri geleneksel biçimde sürdürmüş oldukları şekilde değil, bir başka biçimde, daha bireyselci ve şahsa özgü tarzda ve doğruluğu geleneksel kurumlarca test edilmemiş inançlar, ikameler ve tavırlar şeklinde, en belirgin özellik olarak da semboller üzerinden ifade edilen ve canlı tutulmaya çalışılan bir anlayış şeklini almıştır ve giderek daha hızlı bir şekilde almaktadır. Yani sözü edilen bu dindarlık, geleneksel dinî kurumlara aidiyet kaygısı taşımıyor, zaten onların çizmiş olduğu şekil ve sınırlara, belirlenmiş kurallarına da pek uymuyor.
Mesela ülkemizde dini bütün bir müslüman denilince gelenekte, sabahları erken kalkıp camisine giden, beş vaktini cemaatle kılmaya çalışan, cuma ve bayramlarını asla kaçırmayan, giyim kuşam şekli, din adına istenen şekil ve kurallara sıkı sıkıya uyan, içki içmeyen, faize bulaşmayan, erken yatıp erken kalkan… bir insan tipi anlaşılırdı. Modernite ile birlikte insanların dindarlıkları çok daha farklı ifade edilmeye başladı. Mesela genelevde çalışan bir kadının sünnetli sünnetsiz ayrımı yapması, kandil geceleri mesaiye çıkmaması, dansözün piste çıkmadan önce dua etmesi, gazino işleten birisinin Ramazan ayı boyunca kapısına kilit vurması, kişinin vücuduna hilal şeklinde dövme yaptırması, bekarete önem vermesi, kendi yakınlarından biriyle bir başkasının nikahsız birlikte olmasına razı olmaması, cenaze aidiyetlerinin alkış ya da tekbir gibi sembollerle belirlenmeye çalışılması, normal olarak ibadetlerini yapmayan insanların kandil gecelerine, ölülerine çeşitli günlerde mevlit okutma, Oruç Baba’da iftar etme gibi tören ve davranışlara aşırı bir önem vermeleri… sözü edilen inanç fenomeninin göstergelerinden olmaktadır.
Gazeteci Can Dündar’ın aşağıdaki yazısı, bu konuda son derece ilgi çekicidir. Sizlerle paylaşmak istedik. Saygı ve sevgiyle arz olunur:

26.04.2013
GARİBCE

Can Dündar
Yıllar önce bir mizah dergisinde bir karikatür vardı: ‘Ateizm konferansı’nda konuşacak hatip, kuliste diz çökmüş dua ediyor: “Tanrım, bağışla ne olur? Bir kere girmiş bulunduk bu yola...” Türkiye’de adı Marksist sol çizgiyle özdeşleşmiş kimi müzisyenlerin çekmecelerinden kutsal kitaplar çıkması, akla bu karikatürü getiriyor. Acaba ateist hareketlerin starları, devrim marşları söyledikleri dönemde de sahne almadan kuliste dua ediyorlar mıydı? Yoksa ‘beklenen devrim’in bir türlü gelmemesi mi onları uhrevi bir dünyanın kollarına çekti? Geçici bir moda mı bu? Yoksa ideolojinin boşluğunu inanç mı doldurdu? Alkışlar ve tekbirler Cem Karaca’nın ölümünün ardından Zaman gazetesinde Fetullah Gülen’in bir veda ilanı yayınlandı. Bu, ‘Hocaefendi’nin daha önce bir şiirini seslendiren sanatçıya vefa örneği olarak yorumlandı. Karaca, ‘son fotoğraf’ında babasının mezarı başında dua ediyordu. Kendisi de vasiyeti üzerine Abdülbaki Gölpınarlı’nın cenazesinin kaldırıldığı camiden, alkışlar yerine tekbirlerle uğurlandı ve başucunda dua ettiği babasının yanına gömüldü. Bütün bunlar, onu ‘devrimin şanlı yolunda, ilerleyen halklar’ için söylediği 1 Mayıs marşıyla anımsayan kimi hayranları için şaşırtıcı oldu. Ne olmuştu da, ‘devrimci Cem’, alkıştan sıkılmış ve son yolculuğuna tekbirlerin eşlik etmesini istemişti? Cem Karaca’nın soyağacını ve biyografisini inceleyenler bu soruya tekil yanıtlar bulabilirler. Ancak işin, onu aşan bir yanı var. Çünkü Karaca, cebinde tespih bulunan ilk ‘solcu müzisyen’ değil; son olmayacağı da kesin... Ondan 5 yıl önce, yine meydanlarda işçi sınıfının 1 Mayıs marşını seslendirmesiyle tanıdığımız bir başka müzisyen Timur Selçuk, Nebil Özgentürk’e şöyle diyordu: “Namazını kılan bir sosyalistim ben... Daha iyi bir yöntem gelirse bir dakika sosyalizmle kalmam, yeni yönteme geçerim. Ama esas gönül pınarım, kaynağım o başucu kitabımdır. Ondan (Kuran’dan) son nefesime kadar vazgeçmem. Başucu kitabımla sosyalist ahlâkın çok uyuştuğuna inanıyorum. Çünkü orada insandan, emekten yana bir şeyler var. Ama Marksist miyim? Hayır. Çünkü ben Allah’ı inkâr edemem. İşçi sınıfı diktatörlüğünü kabul edemem. Sosyalizmin altından çok sular aktı. İbadeti reddeden bir Marksizmi ben de reddediyorum.” Selçuk, eskiden beri bu görüşte olduğunu söylüyordu, ancak 1970’lerdeki dinleyicileri onun marşlarıyla coşup işçi sınıfı diktatörlüğü için sloganlar atarken, sahnedeki adamın konserden sonra namaza gittiğini bilmiyorlardı. O, bunun nedenini şöyle açıklıyordu: “Bize ‘İbadet, Allah’la kul arasındadır’ diye öğretildi. Ayetlerde de ‘İbadetini yüksek sesle yapma, bunları gösteriş için kullanma’ dendi bize... Babamız da bunları söyledi. Ama ne zaman ‘90’lara geldik, ne zaman ki bir takım insanlar o eşsiz başucu kitabını oya tahvil etmek için bunun bezirganlığını yapmaya başladılar, ‘Babacığım, kusura bakma, ben artık konuşuyorum’ dedim: ‘Ben de ibadetimi yapıyorum arkadaş, senden daha da dindarım. Çünkü oy istemiyorum insanlardan. Üstelik sosyalistim’ Bitti.” İşte başka bir örnek... Dönemin solcularından sayılmasa da dindar bir görüntü de arzetmeyen Mazhar Alanson, NTV’de Gani Müjde’nin programında, sevdalıların birbirlerine söyledikleri son ‘hit’i Yandım Yandım için şöyle diyordu: “Yandım Yandım’ı Hz. Muhammed için yazdım. Mekke’de, Kâbe’ye ilk gittiğim gün, o şarkının ‘yandım yandım’ sözü çıktı. Mekke’deki ikinci günümde ise ‘...ki ne yandım’ kısmını ekledim. Daha sonra yazılan ‘Bana yeniden şarkılar söyleten kadın’ mısrası ise hayali bir sevgiliye ithaf edildi. Herkes bu şarkıyı bir kadın için yazdığımı sanıyor, ama öyle değil. Böyle garip bir adamdan bunu beklemezsiniz.” Sufi’nin yazarı Mazhar da “Sevdadan geçme faslında”ydı artık, “Mevla’yı bulma yollarında...”
Cat Stevens’tan Cohen’e Bu, bize özgü bir akım değil... Son 30 yılda Batı müzisyenleri arasında sıkça rastlanan bir durum... En tanıdık örneği, Cat Stevens... Uyuşturucuyla dibe vurduğu 27 yaşında Kuran’la tanışıp Müslümanlığı seçen ve Yusuf İslam adıyla kendini İslam’ın emrine veren pop yıldızı... Bir başka örnek, “Acımız arttıkça daha çok Tanrı’ya ihtiyaç duyuyoruz” deyip maneviyat tahkimi için Hindistan yollarına düşen Beatles... Ve 70’lerde girdiği derin buhranı atlatmak için Zen’e sığınan ve sonunda Guru’sunun peşine düşerek 5 yıl boyunca Güney Kaliforniya’daki bir dağda, yaşlı hocasının aşçısı olarak tapınağa kapanan Leonard Cohen... Peki ne oluyor? Popun starları mı dindarlaşıyor? Yoksa din mi popülerleşiyor? Papa’nın huzurunda ters dönerek break dansı yapan popçular mı ibadete yöneldi, yoksa çağın ihtiyaçları doğrultusunda donuk kilise korolarını birer rock ayini haline çeviren papazlar mı moderniteye boyun eğdi? Paranın, şöhretin, içkinin, uyuşturucunun, seksin hükmettiği bir dünyanın hükümdarlarının secdeye gelmesini nasıl izah etmeli? Mütemadiyen altında oldukları ışık, renk ve ses alemi, aydınlatmak yerine karartıyor mu dünyalarını...? Aradıkları ışığı maneviyatta mı buluyorlar? Karşı karşıya oldukları yoğun fiziki baskı onları metafizik bir dünyaya mı itiyor? İlişkilerin yüzeysel, geçici, çıkarcı, sahte olduğu bir dünya içinde, mistik olan cazibe mi kazanıyor? Yoğun ilginin getirdiği bir anlam kaybı, anlam arayışını mı getiriyor beraberinde..? Sahnede kazanılan yarı-Tanrısal konum, onları Tanrı’ya mı yaklaştırıyor? Tanrı’nın dönüşü Belki de bu soruların yanıtı, modernizmin din karşısındaki yenilgisinde saklı... Tanrı’yla zıtlaşarak bayrağını açan modernite, dindarlığı hep köylülük alameti olarak gördü ve aşağıladı. Buna karşın (ya da bu yüzden) dindarlar da modernliği ateistlikle eş gördüler ve direndiler. Ancak bu özdeşleşme ilkin Batı’da çözüldü. Ağır kimlik krizlerinin ardından ‘Tanrı’nın dönüşü’ne tanık olundu. Ateizmin karargahı Sovyetler’in duvarı yıkılırken kilise ayakta kaldı. Avrupa’da kiliseye gidenlerin sayısı azalsa da, dinin etkisi çoğaldı. Zamanla aynı gelişme Türkiye’de gözlenir oldu. Daha önceleri ‘Tanrıtanımaz’ olmasalar da ‘din-dışı’ bir hayat süren modern kesimler, Ramazan’da iftar sofralarında buluşmaya başladılar. Modernizm vaatlerini tutamayıp yoruldukça, din, biçare yüreklere yeniden yerleşti. Bu eğilimin öncüleri de ‘toplumun sinir uçları’ kabul edilen duyarlı sanatçılar oldu. Maneviyata en sıkı sarılanlar, maddiyata en çok dokunanlar arasından çıktı. Sol bir maziden İslam’a evrilen İsmet Özel de bir şiirinde “Küfre yaklaştıkça inancım arttı” demiyor muydu?
www.milliyet.com.tr/2004/02/13/yazar/dundar.html

25 Nisan 2013 Perşembe

Kaderim! Olmasan sen ben ne ederim!



Ey kader! İyi ki varsın!
Yoksa biz hangi bahaneye sığınacaktık.
“Unuttuk!” deseydik, “Niye unuttun?” derlerdi.
“Hata ettik!” deseydik! “Etmeyeydin!” derlerdi.
“Dayanamadım, acele ettim!” deseydik, “Canın mı çıkmıştı biraz daha bekleyemez miydin?” diye zılgıt yerdik.
Yapsak niye yaptın, yapmasak niye yapmadın derlerdi.
Sen olmasaydın ey kader halimiz nice olurdu?
Ne zaman düze çıkar ne zaman rüşdümüze ererdik. Sorumluluk alır dünyaya vaziyet eder, gidişata nizamat verirdik.
İyi ki varsın ey kader. Artık ne gam ne keder!
Bizim Nuh Aslantaş Hoca ödül törenine yetişememiş. Ne yapaydı yani? Kaderi mi yok sayaydı. Ona tarih olarak 19 yerine 20 Nisan yazdıran el nasıl yok sayılabilirdi?
“Men âmene bi’l-kader emine minel keder! = Her kim inandı kadere, artık keder onun için hak getire!”
Vallah, hadisimiz de tamam. Bu arada yıllar boyu söyleyip durduğumuz böyle bir hadis olmadığını da öğrenmiş oldum. Tezgâhı kurarken tabii eksiksiz kurmak lazım.
İmdi sen neymişsin be kader! Sen olmasaydın Emevî tasallutunu nasıl izah ederdik. Sen olmasaydın nice şehidin dökülen kanlarını nasıl anlardık.
Haccacları, Seffahları, Saddamları, Beşşarları  nereye koyardık.
Hacda tünel faciasında izdihamdan ölen binlerce insanın hayatını hangi sağlam kulpa bağlardık.
Öğrenci  gece eğlendi vaktinde uyumadı, derse geç kaldı.
İşçi işveren önlemini almadı, makinelere nice kollar kaptırıldı, nice canlar dişliler arasında ezilen bedenden çıkmaya zorlandı.
İnsanımız çalışmadı, teşebbüs etmedi, denize açılmadı, her türlü riski göze almadı baba ocağında kaldı, babasının ocağını tüttürmeden başka hiçbir halt edemedi. Tüten ocağın isi her tarafı tuttu. Tütmeden de ocakların yanabileceğini bilemedi.
Tüten ocaklar nice canlar aldı. Ah lodos ah! Sen de nereden çıktın?
Ne o ne ötekisi zaten başka türlü edemezdi. Çünkü kaderleri  bu idi.
Atmosfer delinmişti, küresel ısınma baş göstermişti. Elbette öyle olacaktı. İnsanlığın kaderi kıyamete doğru gitmeyecek miydi? Dünyaya kazık çakacak halimiz yoktu ya!
Karada ve denizde fesat kendisini göstermişti. Demek ki dünyanın kaderiydi.
Ey kader! İyi ki varmışsın.
Yoksa birileri çıkacak her şeyin sualini benden soracaktı. Gel bakalım ey emanetin sahibi? Ne yaptın hele bir hesabını ver diyeceklerdi.  Bu bozgunun faturasını “bimâ kesebet eyd”i’n-nâs” fehvasınca hele bir öde diyeceklerdi.
Çocukların aç ve açıkta kaldıysa bunda senin tembelliğinin dahli yok mu diye başımıza ekşiyeceklerdi.
“Peki hacda Mina’da şimdi niye hiç kimse izdihamdan ölmüyor?” diye sual edeceklerdi.
Depremde neden Veli Göçer’in binalarıyla genelde kamuya ait binalar göçmüştü? diye soracaklardı. Adamın soyadı öyle olduğu için mi binaları göçtü diye takılacaklardı.
Ama kimsenin haddine mi böyle sorular sormak: Çünkü bütün bunlar kader.
Melekler, bu insanın bu akılla ve bu imanla halife olup evrene vaziyet etmesini daha çoook bekler.
İyi ki varsın be kader!
Yüce Allah’ı öcü gösterdik çocuklara: Allah yakar!
Her haltımızın faturası da Allah’a çıkar.
Öldürdüm; kaderim böyleymiş.
Nice hayat söndürdüm. Başka türlü nasıl edebilirdim ki?
Hapishaneler kader mahkumlarıyla dolu. Onların bizzat kendilerinin hiç suçları yok. Tetiği çekerken, boğaz sıkarken, ırza geçerken, çalarken, çırparken onlar yapmadılar; hep O yaptı.  Onları suça iten toplumun hiç suçu yok. Şehvani tatminsizlikler yüzünden ayrılan ve çocukları sokağa terk eden ebeveynin, onların birer suç makinesi haline gelmesinde en küçük sorumlulukları yok. Mahkumları yeniden topluma kazandırmak için en ufak gayret göstermeyen, onlara iş vermeyen, bataklıktan kurtulmak için uzattığı ele tekme ile karşılık veren bizlerin hiç mi hiç kabahati yok.
Kader utansın.
İblis de öyle diyordu: “Beni azgınlığa sürüklediğin hakkı için…!” O da faturayı Allah’a kesmişti.
Oysa Adem baba “Ben yanlış yaptım!” diyordu.
Şimdi onun çocukları babalarını yolunu terk etmiş ve İblis’in peşine düşmüşlerse demek ki bu da kader idi.
Başka ne yapabilirlerdi ki?
Dua ile!
25.04.2013
GARİBCE

24 Nisan 2013 Çarşamba

Bugün yirmi üç Nisan/ Neşe doluyor insan.



Öteden beri soğuk nevale gibi bürokrasinin mahut yüzünün yapmacık gülümsemelerle kendi makamlarına çocukları oturtması, galiba millet sıkmıştı ki bundan böyle artık bu merasimin kaldırılacağı söylentisi çıkmıştı.
Aynı kutlama bugün de tekrarlandı. Galiba bu kez öyle haz alınmıştı ki böyle bir kutlamanın neden kaldırılacağı bile soruldu. Başbakan da “Bu söylentiyi kim çıkardı, biz öyle bir şey demedik. Devam edecek” dedi.
Rahatladık.
Çünkü bu yılki devir teslim töreninde Başbakan Erdoğan’ın koltuğuna oturan Mersin’den 5. sınıf öğrencisi Nermin İrem Kocakalay, bize duygulu anlar yaşattı.
Öyle yoğun bir duygu birikimi olmuş ki kendisine söz verildiği zaman hıçkırıklar boğazına düğümlendi ve göz yaşları bendini yıkmış sel gibi boşaldı.
Başbakanın da gözleri dolmuştu. “Çok iyiydin, çok başarılıydın!” gibi sözlerle teskin etmeye ve başını göğsüne yaslayarak heyecanını dindirmeye çalıştı. Kızımız sonra hani ablalarının “Hem ağlarım hem giderim!” tavırları gibi  hıçkırıklar, akan göz yaşları içinde vermek istediği mesajı bir “rüya” üzerinden verdi. Güzel de hazırlanmış bir metine benziyordu. Sesi, tonlaması vb. yerindeydi. Yanaklarından yuvarlanan inciler, burnundan akan sular seller ve tekleyen düğümler ise konuşmanın tuzu biberi gibi olmuştu.
İşte dedim, insanı insan yapan asıl bu duygu yönü.
Şu heyecan olmasaydı, bu kızımızın söylediği sözü kim dinlerdi. Bizler, padişahın kös devesi gibi ne tumturaklı sözler duymuşuzdur.
Ama düğümlenen hıçkırıklarla, titreyen bir sesle, seller gibi çağlayan bir heyecanla birlikte olunca merasim bambaşka bir hal alıverdi ve oradakiler “Böylesi bir merasime son vermek hiç akıllıca olur mu?” anlamına glen soruyu sormayı ihmal etmediler.
İşte bu!
Başbakanın çocuklarla çocuk olabilmesi, onların nabzını tutup dillerini çözebilmesi önemli bir başarı.
İnsanlarımızın böylesi resmî bir merasimden haz alabiliyor olması çok güzel bir şey.
Devlet hep soğuk bir yüz, abus bir çehre, dik bir bakış, somurtan bir duruş olmak zorunda mı?
Bu merasimde benim gibi biraz duygusal olan çoğu kimse gözyaşlarını tutamamıştır. Ama ne kadar sevindiricidir ki bu yaşlar yüreğimize su serpen, umutlarımızı besleyen, gelecek hayallerimizi yeşerten yaşlardır.
Biz Nermin İrem gibi bilgi yanında duygu yönü de gelişmiş bir nesil bekliyoruz. Duygularımız olmasa bizim teneke kafalardan (bilgisayar, robot) ne farkımız olurdu.  İyi ki duygularımız, heyecanlarımız var. Yeter ki aklımızı tümüyle de perdelemesin. Söylenmesi gereken sözümüzü söylemeye engel olmasın!
Kızımızda olduğu gibi.
Hangi bayramdı bilmiyorum ama şiir okumaya çıkmıştım ve ilk dörtlüğünü ancak okuyabilmiştim. Duygularım kabarmış ve mağlup olduğum ağıtım söyleyeceklerime engel olmuştu. Belli ki benimkisi fazla idi.
Bilgi ve duygu… Dengeli olmalı. Biri diğerine engel teşkil etmemeli.
Bugün yirmi üç nisan
Neşe doluyor insan.
Dua ile!
24.04.2013
GARİBCE



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...