30 Mayıs 2013 Perşembe

Siyer ve Fıkıh dersimizin ardından!


Bu yılın da sonuna geldik. Şükür olsun.
Arkamızda bir yılın muhasebesi var. Kâr mı ettik zarar mı? Elbette ki bunu zaman gösterecek ve ama çoğu kez biz bu sonucu pek bilemeyeceğiz.
Dün yüksek lisanstan bir grup öğrencimizle sohbet ettik. Fıkıh ve Siyer dersimizde okumalarını mecbur tuttuğum ve  sınıfı geçmeleri için de önkoşul saydığım kitaplarımız oldu. Hamidullah’ın İslam Peygamberi’nin ikinci cildi de bunların başında geliyordu.
Okuduklarından emin olmak için hem kitaplarına bakıyorum, nelerin altını çizip çizmediklerine bakıyorum. Ve okuduklarına kani olunca da bir hatıra imzası atıyorum.
Bu arada intibalarını soruyorum.
Bir öğrencimiz: “Hocam!” dedi. “Bu kitabı ben daha önce de okumuştum! Ama bu okumamda daha farklı bir biçimde yararlandım. Çünkü sizin özellikle cahiliye dönemi ile ilgili anlattıklarınız sebebiyle bende yeni bir bakış oluşmuştu ve o gözle de okuyunca daha önce fark edemediğim şeyleri görmem mümkün oldu!”
“İşte bu!”dedim.
Bizim aradığımız tam anlamıyla işte bu!
Hocalık denilen şey bu. “Falanca hoca bana çok şey öğretti” demek yerine “Falanca hoca bende yeni ufuklar açtı ve ben bu sayede daha önce göremediklerimi görür oldum, farkına varamadıklarımın farkına vardım” diyebilmek asıl hüner olmalı.
Gerçekten de öyle. Garibce olarak hep iki şeyi vurgulamışızdır: Derinlik ve Ufuk: Derinlik bilgi ile, ufuk ise görgü ile diye. Ne kadar çok okursanız, ne kadar çok tahsil ederseniz bilginiz o kadar artar. Ama bununla yetinirseniz mücerret derinleşmenin ötesinde ufuk kazanamazsınız. Ve bu sizi bilginin girdabına çeker, dünyadan alır koparır ve bütünü göremez olursunuz.
Ne kadar çok farklı pencereden bakabilen hocalarınız olursa, ne kadar çok yer gezer ve görürseniz o kadar ufkunuz geniş olur.
Ben okunması pek de kolay olmayan bu kitabı mecbur tutarken acaba öğrencilerime haksızlık mı ediyorum, falan gibi bazen aklımdan düşünceler geçiyordu. Yıllardır bu ders sebebiyle bu kitabı okuyanların sayısı yüzleri aşmıştır. Şimdiye kadar “Hocam! Bu kitabı  da nereden çıkardın?” Yahut, “Bu kitabı da niye okuttun?” diyen çıkmadı. Hep buna sebep müteşekkir olduklarını söylediler.
Dünkü kızımızın ifadesiyle, bu ders sebebiyle kazanmış olduğu yeni bir ufuk ile bu kitabı yeniden okuma şansını yakalamış olması ve bunun farkındalığı ise benim tüm kaygılarımı aldı götürdü.
Öğrencilerimize başarılar.
Bu vesile ile Hamidullah Hocamıza da Allah’tan bir kere daha rahmet dilemiş olalım.
İnsanın geride, okuyanların istifade ettiği ve yazarına rahmet okumayı üzerine bir borç hissettiği güzel eserler vermiş olması ne saadet!
Daha güzellerini yazma dileğimiz olsun!
Dua ile!
30.05.2013

GARİBCE



29 Mayıs 2013 Çarşamba

Zaaflarımız gücümüz de olabilir!


Malum, tavşanlar çok ürkek hayvanlardır. En ufak bir çıtırtıdan korkar, ürker ve hemen kaçmaya başlarlar. İçlerinden akıllı birisi hemcinslerini toplamış ve demiş ki:
-“Yahu arkadaşlar! Nedir bizim bu çektiğimiz? Bunun bir sonu yok mu? Ben bu hayata dayanamaz oldum. Bu korku ile birlikte, bu hayatı yaşamam bana çok ağır geliyor ve artık götüremez durumdayım. Gelin beni dinleyin, şu ileride bir göl var gidelim ve hep birlikte kendimizi oraya atalım ve bu işkence böylece bitsin!” demiş. Aynı ıstıraptan herkes bizar olduğu için onun bu önerisini oybirliği ile kabul etmişler ve kendilerini göle atmak üzere yola koyulmuşlar. Kararlılık içinde gölün kenarına yaklaştıklarında küçük garip yaratıkların kendilerinden ürkerek birer birer suya atladıklarını görmüşler. Meğer dünyada kurbağalar gibi kendilerinden daha ürkek, daha korkak olanları varmış. Onların kendilerinden daha perişan hallerini görünce kendilerini suya atarak öldürmekten vazgeçmişler. Meğer tavşanlar, eğer bugün hâlâ yaşıyorlarsa hayatlarını kendilerinden daha kötü durumda olan kurbağalara borçlu imişler.

Tavşanlar, kendilerinden daha aşağı durumda olan diğer yaratıkların mevcudiyeti ile teselli bulmuş olabilirler ve bu tür mazeretler her zaman bulunabilir. Ama bu onları sadece hayatta tutar, izzet ve ikbal içinde yaşamaları için bu kadarı yeterli midir? Kendi huzur ve güven ortamlarını oluşturacak bir çaba içine girmedikçe, en ufak bir çıtırtıda tabanlara kuvvet hep kaçmaya devam etmeyecekler midir?

Latife bir tarafa, bazen zaaflarımız güçlü yanlarımızı oluşturabilir. Zayıf olduğunuzu bilirseniz, tedbiri onun üzerine kurarsınız. Ama zayıf olduğunuz halde  durumunuzu bilmez ve ona göre gerekli tedbiri almazsanız, ya da gücünüze aşırı  bir biçimde güvenirseniz ödeyeceğiniz fatura bir hayli yüklü olabilir hatta konum felaket ile bile biter.
Belgesellerde mandaların boynuzlarında can veren arslanlar görmüşüzdür. Galiba bazen kaçmak, tedbir almaktan daha akıllıca olabiliyor. Tilki tilkiliğini gösterene kadar postun elden gittiği çok olurmuş. Sizin kendinizin darı  olmadığınıza ikna olmanız kadar, horozun da sizin darı olmadığınıza ikna olması gerekiyor. Yoksa bir hamle de yutuverir alimallah. Ya da Allah korusun!
Dua ile!
29.05.2013
GARİBCE

27 Mayıs 2013 Pazartesi

İyi De Makâsıd Nasıl Öğrenilir?


Bugün bir vesile ile bir değerli hocamızla Şatıbî merhumun Makâsıd ile ilgili  bir hâtimesini yeniden anlamaya çalıştık.
Merhum “Makâsıd namına bütün bu anlattıklarımız  hep Şâri’in maksatlarını  bilme esası üzerine kuruludur. İyi de biz makâsıdı nasıl bilecek, öyle olanı olmayandan nasıl ayırt edebileceğiz?” diye bir soru üzerine kuruyor bu hatimesini.
Sonra bu konuda üç yaklaşım olduğunu söylüyor:
Birincisi ancak nasların bildirmesi yoluyla bilinebilir. Başka hiçbir türlü bilenemez, diyenler. Bunlar Zâhirîler oluyor.
İkincisi ise tam bunların karşı tarafında yer alanlar diyor ancak bunların da  iki farklı ucu olduğunu söylüyor. İkinci gurubun bir ucunu batınîler oluşturuyor. Bunlara göre nasların zahiri murat ve önemli değil, asıl o nasların gerisinde yatan anlamlar önemlidir.  Bu anlayış, elde şeriat namına hiçbir şey bırakmayacak derecede sonu nereye varacağı baştan asla kestirilemeyecek olan o yüzden de fazla kale alınmaması gereken bir yaklaşımdır, diyor.
Bu kısmın diğer ucunu ise el-müteammikûn fi’l-kıyas dediği bir zümre oluşturuyor. Bu tabire Şamile vasıtasıyla  başka bir yerde rastlayamadık. Taammuk aşırılık demektir. Kıyas ise genel ilkeler, asıllar anlamında da kullanılmaktadır. Onun anlattıklarından bu kısımdan kasdettiği, günümüzde kendilerine mesalihçiler diyebileceğimiz ve en özgün örneğini de Tûfî’de bulan bir yaklaşım olduğu anlaşılıyor. Bunlar, elde etmiş oldukları genel ilkeler ya da genel geçer maslahatlar ile nasların çelişmesi halinde nasların terki ve maslahatın alınması gereğini savunuyorlar.  Bunlar, maslahatın, naslara tahkimi hatta tahakkümü diyebileceğimiz bir anlayışı temsil ediyorlar.
Üçüncü kısım ise, her iki görüşten de nasibini almış,  nass ve zahiri ile onların asıl amacını oluşturan mana arasında bir denge kurmayı başaran ve böylece orta yolcu bir yaklaşım sergileyenlerdir, diyor.
Sonra da  makâsıdı öğrenme yollarını anlatıyor.
Bu vesile ile  merhuma bir kez daha Allah’tan rahmet diliyoruz.
“Gök kubbe altında yeni bir şey yok!” derler ya elhak doğrudur.
Bu taksim günümüzde de aynısıyla varittir.
(Metin için bk. el-Muvâfakât İslâmî İlimler Metodolojisi, Türkçesi: Mehmet Erdoğan, İstanbul 1990, İz Yayıncılık, II, 394 vd.).
Dua ile!
28.05.2013

GARİBCE

En büyük davetiye bizim davetiye!



İmaj her şeydir.
Fatih’i, Fethi ve İstanbul’u anlatacağız.
Fatih bir idol.
Fetih asırların rüyası.
İstanbul bir inci, nice ülkelere payitaht olmuş, bir gerdanlık gibi mest etmiş hayranlarını. Yek sengi acem mülküne fark atarmış.
İmaj üstüne imaj.
Sen olda böylesi bir etkinlikte davetiyenle bir güneş gibi doğup da bütün davetiyeleri mahcubiyet içinde ademe mahkum etme. Güneş doğdu, yıldızlar görünmez oldu.
Garibce bu konuda bir iki yazı daha yazmıştı. Karnımın şişi indi sanıyordu. Bu davetiyeyi görünce öncekilere rahmet okudu.
Davetiye dediğin ahanda işte böyle olmalıydı.
Anadolu’nun düğünlerde gönderdiği okuntuları bile beş basardı. İki metrelik pazenin, beş metrelik entarinin sözü mü olur bizim bu albenili, görbenili, saybenili, köşedöndürbenili okuntunun karşısında. Ağırlığı ağırlığı ile, boyu boyuyla, eni eniyle Fatih’i ve fethe ve İstanbul’a en yaraşır ve yakışır davetiye böyle olurdu.
Gören, “İşte bu!” diyordu.
Garibce gibilerin, bu gibi işlere aklı basmazların sözünü boş verin. Siz çağın genel geçer akçalarına bakın.
Sizi kutlarım ey erbab-ı meâş!
Gerçekten, yaşanan hayatı öğrenmek için iyi ki varsınız.
Tüyü bitmemiş yetimin malları türünden köhne söylemler ve  bilmem kaç düğümlü bir deve yularını attığı için bir türlü hesabını veremeyen Ömer’in adaletinden hala dem vuran ve onlardan medet umanlar var. Bunlar artık eskimiş nümune-i imtisaller. Oysa bizim imaj ufkunda parıldayacak ve cümle alemin gözlerini kamaştıracak yeni rol modellere ihtiyacımız var.
Ve ey başkanlarımız, rektörlerimiz iyi ki varsınız!
Müslümanlar köyden geldiler, köylü kaldılar. Temedün-i hâdıra sizin ellerinizde neşvü nema bulacak ve bu medeniyetin yeni azizleri sizler olacaksınız.
Var olma yarışında, artık herkes sizi hizaya alarak kendisine bir yer edinmeye çalışacak.
Ne büyüksünüz!

Ben bir Garibce’yim hayat salında
Ne işim olur benim erik dalında
Çağ dışısın, ne anlarsın sen imajdan
Gözün mü var milletin suyunda aşında

Saygı ile!
27.05.2013
GARİBCE

Fotoğraf: İmaj her şeydir!

KAYSERİ SUCUK FESTİVALİ


Yorucu bir eğitim yılını henüz bitirmişiz. Ama sınavların ağırlığı daha üzerimizde. Bahar en güzel renkleriyle yaza evrilme aceleciliğinde. İşte böylesi bir mevsimde bir Pazar gününde bizim Kayserililerin Sucuk Festivali varmış. Davetliyiz.
Gidelim mi? Haydi gidelim. Cana minnet!
Ooo! Millet ne kadar da böylesi günleri özlermiş. Yeni Bosna Parkı tıklım tıklım olmuş. Mangallar hazırlanmış, belli ki birazdan mis gibi Kayseri havası kokacak.
Protokol için hazırlanan yeri çevrelemişler. Neyse birazdan biz de girdik. Gölge yok ama verilen şapkalar en azından başımızı gölgeliyor.
Sonra okunan türküler, ardından gelen mehter takımı ve nihayet protokol konuşmaları, plaketler ve ardından da bir ozanın türküleri.
Ve tabi yarım ekmek içerisine mangalda pişirilmiş sucuk, yanında ayran. Üstelik su da var.
İnsanlar acıkmış. Hem memleket kokusu da var. Şimdi sen olsan yemen mi?
Afiyet olsun. Bir firma sponsorluğu üstlenmiş, bir buçuk ton sucuk ikram edilmiş. Kayserililer maşallah kazanmasını da biliyorlar, yedirmesini de.
Bahçelievler Belediye Başkanı Osman Develioğlu bu tür faaliyetlerle yakından ilgileniyor ve elinden gelen desteği esirgemiyor. İnsanlar da haliyle onu seviyor ve destekliyorlar.
Bu vesile ile bir daha gördüm ki, bu türden faaliyetlere insanlarımızın ihtiyacı var. İnsanların canlı  etkinliklere ve memleket havalarına ihtiyacı var.
Geçim derdi ile öz memleketinden kopmuş ve göç olgusu ile adeta büyük kentlere savrulmuş bu insanları birbirine bağlayan ve adeta kenetleyen –şehirlileşmelerinin önünde belki engel de olsa- bu türden faaliyetler. Hemen her köyün bir derneği var. Kırk küsur dernek bir araya gelmişler ve Kayder diye bir üst oluşum gerçekleştirmişler. Tüm Kayseri ölçeğinde bu şekilde geleneksel etkinlikler başlatmışlar. Bu sucuk festivali idi. Mantı günü de yolda imiş. Hem Orhan Hakalmaz da türkü söyleyecekmiş.
Bu insanlar mehterde, özellikle de türküde ve oyun havalarıyla oynamada kendilerini buluyorlar. Eğlencenin her türlüsü günah dedik, hayat aldı başını gitti, din rafta kaldı. Hem ne manisi var insanların davul zurna ya da saz eşliğinde oynamalarında.
Bu insanlar arasında asabiyet çok güçlü. İbn Haldun’u doğrular biçimde köylüler ve köyler arası dernekler arasında ilişkiler çok güçlü.  Bu türden etkinliklerde  bu dernekler başı çekiyor.
Şehrin rantından bu insanlar da bir pay almak istiyorlar. Müthiş bir genç nüfusları var. Hemen her hafta bir düğünleri oluyor. Bunların birbirlerine olan bağlarını güçlendirerek ayakta durmalarını sağlamanın yanında özellikle çocuklarının geleceği ve iyi eğitim alabilmeleri için imkanlar hazırlanması konusunda ihtiyaçları var.  
Almanya’ya gönderdiğimiz insanlar eğitimin güç ve önemini ancak üçüncü kuşakta kavradılar. Çoğu Anadolu’da gayrimenkul zengini oldu ama, çocukları iyi bir gelecek sahibi olamadı. Şimdi torunlara asılıyorlar.
Bu bence önemli bir tecrübeydi. Bizim için de istifadeli olmalıdır.
Sayın başkan diyordu ki, “her konuda eskiye göre daha iyi durumdayız”.  Doğrudur, ama yapılacak daha çok iş vardır. O da zaten öyle söylüyordu.
İnsanın geleceğe umudunun olması ne güzel bir şey!
Umudumuz  hep var olsun.
Umutlarımız doğrultusunda çabalayanlar berhudar olsun!
Dua ile!
27.05.2013

GARİBCE








 Hamza Yerlikaya




25 Mayıs 2013 Cumartesi

Cuma hutbemizi Mescid-i Aksa Camii imamı Şeyh Raid Salâh verdi.




Bugün Cuma hutbemizi Mescid-i Aksa Camii imamı Şeyh Raid Salâh okudu ve namazımızı o kıldırdı.
Namaza giderken yolda öğrenmiş ve dönüp kayıt cihazımı da yanıma almıştım.
Hutbe tam yirmi bir dakika sürmüştü. Belli ki biraz daha devam edecekti. On beş yirmi dakikalığına izin almış olmalı ki kendisi de bunu dile getirdi. Fakat cemaatten bazıları baktı bu iş uzayacak ayağa kalktılar ve söylenerek, saati göstererek çıktılar. Bizim Yörük kadar da olamadılar. Belli ki aceleleri vardı, işveren izin vermiyor olabilirdi. Her zamanki hutbeler en fazla beş on dakika sürüyordu. Yirmi dakika ona göre uzun sayılırdı üstelik daha da devam edeceğe benziyordu.
Yörük dedim de işi icabı bizim Toroslardan bir köye inmiş, dönerlerken bakmışlar bir harman yerinde açık havada insanlar namaz kılıyorlar. Bizim yörüğün de namaz kılacağı tutmuş, yanındaki uşağa, “Yeğen, sen hayvanlara sahip ol, ben şurada iki namaz kılayım!” demiş. Demiş demesine de fakat kılınan namazın teravih namazı olduğunu bilmiyor, birkaç rekatte iş bitecek sanıyor. Fakat öyle bir başlıyorlar ki giderek de hızlanıyorlar ve ne bittiği var ne biteceği. Yörük, hayvanlara sahip olan uşağa sesleniyor: “Len yeğen! diyor “Hayvanları sağlam bağla, bu iş inada bindi!”
Yörüğün derdi başka, köylünün derdi başka, imamın derdi daha başka.
Şeyh Râid Salah Mescid-i Aksa’nın imamı. Adam dertli. Yıllarca  Siyonist işgal altında, büyük bir baskı ve zulüm görmekteler, yıllardır esaret sürüyor. Mescid-i Aksa’nın altı köstebek yuvası gibi delik deşik edilmiş. Amaçları  oranın yıkılıp ve hayalleri olan Heykel’in (Süleyman Mabedi’nin) yeniden inşasını gerçekleştirmek. Bunu da adım adım uyguluyorlar.  O yüzden siyonizme karşı müthiş bir kin ve öfkesi var. Onu, biz de hani Müslüman olduğumuz için gelmiş ve bizimle paylaşmak istiyor.  Ama bu kez de bizim derdimiz başka.
Hadisler okuyarak İslam’ın tarihi aşamalarının nübüvvet dönemi, hilafet-i râşide dönemi, ısırgan saltanat dönemi, diktatörlük dönemi ve beşinci olarak da nübüvvet esasları üzerine kurulu yeni hilafet dönemi olarak tasnif etti ve dördüncü dönemin de zeval bulmaya yakın olduğunu ve  beşinci dönem olan hilafeti islamiyye döneminin emarelerinin de artık gözükmeye başladığını ve bu hilafetin başkentinin de bir hadisten mülhem olarak Kudüs olacağını söyledi. (Doğrusu ben burada anlattıklarından hani hilafetin düştüğü yerden kalkması daha makul olur diye İstanbul diyeceğini beklemiştim.) Ama o bizzat bunu Hz. Peygamber’in ard-ı mukaddese demesinden hareketle Kudüs olacağını söyledi. Buna göre başkent hazırdı. Geriye bir Salahaddin kalıyordu.  Bir Yahudi yetkili (Şaron) çok üzgünmüş de neden böyle üzgünsün dediklerinde, “Siyonizmin akıbetinden endişe ediyorum” demiş. “Müslümanların hali perişan, hepsi de darmadağınık bir halde, İslam ülkelerinde herhangi bir birliktelik söz konusu değil! Rahat olmalısın!” demişler. Şaron “Salahaddin el-Eyyubî de tam böyle bir ortamda ortaya çıkmıştı!” demiş.
Evet, Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksa  bizim ilk kıblemiz ve halen de şeref itibariyle Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevî’den sonra üçüncü mescidimiz.
Müslümanların birlik ve beraberlik olamayışı, oranın zulüm ve işgal altında can çekişmesine yol açıyor. Gerçekten de bir Salahaddin gerekiyor.
Bu dert, sadece oranın imamı Râid Salâh’ın değil, bütün Müslümanların derdi. Ve bu esaret hepimizin ayıbı.
Dua ile!

25.05.2013
GARİBCE

Not: Okuduğu hadisler şunlardı:

مسند أحمد موافقا لثلاث طبعات - (4 / 273) عَنِ النُّعْمَانِ بْنِ بَشِيرٍ ، قَالَ : كُنَّا قُعُودًا فِي الْمَسْجِدِ مَعَ رَسُولِ اللهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ، وَكَانَ بَشِيرٌ رَجُلاً يَكُفُّ حَدِيثَهُ ، فَجَاءَ أَبُو ثَعْلَبَةَ الْخُشَنِيُّ ، فَقَالَ : يَا بَشِيرُ بْنَ سَعْدٍ أَتَحْفَظُ حَدِيثَ رَسُولِ اللهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ، فِي الأُمَرَاءِ ؟ فَقَالَ حُذَيْفَةُ : أَنَا أَحْفَظُ خُطْبَتَهُ ، فَجَلَسَ أَبُو ثَعْلَبَةَ ، فَقَالَ حُذَيْفَةُ : قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ : تَكُونُ النُّبُوَّةُ فِيكُمْ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ، ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ، ثُمَّ تَكُونُ خِلاَفَةٌ عَلَى مِنْهَاجِ النُّبُوَّةِ ، فَتَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ، ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ يَرْفَعَهَا ، ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا عَاضًّا ، فَيَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ يَكُونَ ، ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ، ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا جَبْرِيَّةً ، فَتَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ، ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ، ثُمَّ تَكُونُ خِلاَفَةً عَلَى مِنْهَاجِ نُبُوَّةٍ ثُمَّ سَكَتَ.
سنن أبي داود ـ محقق وبتعليق الألباني - (2 / 325)  2537 - حَدَّثَنَا أَحْمَدُ بْنُ صَالِحٍ حَدَّثَنَا أَسَدُ بْنُ مُوسَى حَدَّثَنَا مُعَاوِيَةُ بْنُ صَالِحٍ حَدَّثَنِى ضَمْرَةُ أَنَّ ابْنَ زُغْبٍ الإِيَادِىَّ حَدَّثَهُ قَالَ : نَزَلَ عَلَىَّ عَبْدُ اللَّهِ بْنُ حَوَالَةَ الأَزْدِىُّ فَقَالَ لِى : بَعَثَنَا رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- لِنَغْنَمَ عَلَى أَقْدَامِنَا فَرَجَعْنَا فَلَمْ نَغْنَمْ شَيْئًا وَعَرَفَ الْجُهْدَ فِى وُجُوهِنَا فَقَامَ فِينَا فَقَالَ : « اللَّهُمَّ لاَ تَكِلْهُمْ إِلَىَّ فَأَضْعُفَ عَنْهُمْ وَلاَ تَكِلْهُمْ إِلَى أَنْفُسِهِمْ فَيَعْجِزُوا عَنْهَا وَلاَ تَكِلْهُمْ إِلَى النَّاسِ فَيَسْتَأْثِرُوا عَلَيْهِمْ ». ثُمَّ وَضَعَ يَدَهُ عَلَى رَأْسِى - أَوْ قَالَ : عَلَى هَامَتِى - ثُمَّ قَالَ : « يَا ابْنَ حَوَالَةَ إِذَا رَأَيْتَ الْخِلاَفَةَ قَدْ نَزَلَتْ أَرْضَ الْمُقَدَّسَةِ فَقَدْ دَنَتِ الزَّلاَزِلُ وَالْبَلاَبِلُ وَالأُمُورُ الْعِظَامُ وَالسَّاعَةُ يَوْمَئِذٍ أَقْرَبُ مِنَ النَّاسِ مِنْ يَدِى هَذِهِ مِنْ رَأْسِكَ ». قَالَ أَبُو دَاوُدَ : عَبْدُ اللَّهِ بْنُ حَوَالَةَ حِمْصِىٌّ.



24 Mayıs 2013 Cuma

Isparta Fıkıhçılar Toplantısının Ardından: Bilimsel Çalışmalarda Zaaf Sebepleri



Isparta Doçentlik yeterliliği ile ilgili Abdullah Kahraman’ın konuşmasına ilave mütalaa olarak aklımda kaldığı kadarıyla ben de şunları eklemiştim.
Vaktiyle Hayrettin Karaman hocam bir imtihandan çıkışında bana şöyle demişti: “Tam hazır olmadan gelip de bizi zor duruma düşürmeyin!”
Hoca benim danışman hocamdı. Tabii ki hocalarımız bizim başarılı olmamızı ister. Ama şöyle göğsünü kabartacak bir dosya ile jüri önüne gelmek var, bir de “yahu ne yapsak şimdi sevdiğimiz bir talebemiz, geçsin desek olmaz, kalsın desek olmaz!” kabilinden bir ikileme düşürecek bir dosya ile gelmek var.
Adayın kabiliyetli olması yetmiyor. Bir de her şeyin kendisine uygun bir zamana ihtiyacı oluyor. Mesela çocuk dokuz ayda doğuyor. Erken doğan çocuklar ya hiç yaşayamıyor ya da tıbbın zoruyla adam olmaya çalışıyor ama bunun etkisi ömür boyu bir şekilde hissediliyor, olmadı zürriyeti de kendi gibi zayıf oluyor. Onun için bu gibi işlerde acelecilik hiç hoş değildir. Fikirlerin olgunlaşması ve belli bir yaş olgunluğuna da gelinmesi, acelecilik gösterilmemesi gerekiyor.
İkinci değindiğim husus da tedlis ya da intihal meselesi idi. Bu konuda tedlisin çoğaldığı konusunda genel bir kanaat oluşmaya başladı. Birçok aday internetten apardığı hazır kopyala yapıştır usulüyle yazılar yazdığını düşünüyor. Oysa malzeme başka yerlerden toplanmış olsa bile kişi o malzemeleri kendi zihninde harmanlayıp, imali fikirde bulunup, fikri kendisine mal edebileceği bir kıvama getirip kendi dil ve üslubu ile ifade etmediği sürece, yazmış olduğu her bir şey iğreti olacak, alıntıları tırnak içinde de göstermediği durumda yaptığı şey tam anlamıyla intihal olacaktır. Uzun uzun alıntıların hoş olmaması bir tarafa kısa da olsa alıntı eğer lafız itibariyle bir önem arz etmiyorsa gene de onun tırnak içinde de olsa nakli hoş görülmüyor. Kişinin yazdıklarının tümünü kendisine mal edebilecek bir kıvama getirmiş olması isteniyor. Arının çiçek toplayıp da onu hazmedip belli bir kıvama getirdikten sonra peteklere döküp sonra da onun üzerinde uzunca bir süre kanat çırparak belli bir yoğunluğa ulaşmasını sağlaması gibi. Kişinin kendisine mal edeceği yazılar da (makale, kitap vb.) böyle olmalıdır, her yönüyle artık onun eseri olmalıdır. Malzemelerin başkalarına ait olması bu durumda önemli değildir, hatta zaten öyle olmak zorundadır.
Garibce olarak bu konuda daha önce iki tane yazı yazmışız:
“Alıntı ile çalıntı arasında bir harflik farkın lafı mı olurmuş!”
“İktibas mı alıntı mı?”
Okuyucunun bu yazılarımıza da göz atması dileklerimizle hepinize mutluluklar diliyorum.
Dua ile!
23.05.2013
GARİBCE

23 Mayıs 2013 Perşembe

Fadime’nin beklentisi ile Temel’in ihtiyacı



Bizim fıkıhçıların koordinasyon toplantısı geçen yıl (05-06 Mayıs 2012) Samsun’da yapılmıştı. Ben daha önceden belirlenmiş bir yurt dışı program yüzünden katılamamıştım. Katılımcıların tebliğ, müzakere ve konuşmaları Osman Şahin’in editörlüğünde kitaplaştırılmış. Emeği geçenlere teşekkürler.
Geçen senenin konusu Hükümlere Etkisi Bağlamında  İhtiyaç ve Zaruret konusu imiş.
Kitabı elime alır almaz hemen İzzet Sargın’ın adı gözüme ilişti. Bu hocamız hemen her toplantıda söz alır ve diyeceklerini çok eğlenceli bir fıkra üzerine kurarak anlatır. Şahsen bu da benim çok hoşuma gider.  Bakalım bu toplantıda ne söylemiş diye hemen ilgili kısmı açtım ve okudum. Hakikaten beklentimi boşa çıkarmamış ve gene aynı şekilde bir fıkra üzerinden sözlerini söylemişti.
Tabi şimdi biz onun anlattığını yazıya dökeceğiz ama, fıkranın asıl güzelliği onun kendi öz Rize şivesiyle anlatışında. Bu itibarla fıkranın büyüsünün yarısı gidecek ama olsun. Tanıyanlar onun seslendirdiğini düşünerek okusunlar.
Temel kaptan fırtınaya yakalanıyor. Issız bir adaya kendisini atarak canını kurtarıyor. Senelerce yaşıyor. On beş yirmi sene. Tekrar on beş yirmi sene. Derken bu kez de Fadime’nin binmiş olduğu gemi kazaya uğruyor ve Fadime de kendisini Temel’in yıllarca yalnız yaşamakta olduğu adaya atmaya çabalıyor. Adaya yaklaşıyor Temel kaptan yüksek bir yerde “Bak!” diyor “Yukarı bak!” Fadime’ye.  Fadime de bakmış Temel’i görmüş. Düşünmüş bu ıp ıssız adada hayat Temel ile geçecek, başka çare yok. Fadime de Temel’i görünce Temel gülümsemiş. Fadime “Tabi gülümsersin” dedi. Yalnızlığını giderecek can yoldaşlığını kastederek “Senelerdir hasretini çektiğin şeye kavuşuyorsun!” Temel kaptan heyecanla kalktı ve “ Yoksa bir misir ekmeği mi getirdun?” dedi.
Şimdi soru şu: İhtiyaç ne? Ve ihtiyaç dediğimiz şeyi belirleyen şey ne?
Fadime’ye göre, yalnızlığını paylaşacağı bir can yoldaşı iken, Temel açısından neden mısır ekmeği?
Dün nice ihtiyaç sayılan şeyler bugün hayatımızda nostalci bir yer ediyor. Ama bugün de dün hiç kimsenin aklından bile geçmeyen nice şeyler en temel gereksinimler arasında yer almış bulunuyor.
Konuştuklarımız, üzerine ahkam kestiğimiz nice şeylerin işte böylesine göreceli olduğunu  hep hatırda tutmak gerekiyor.
Evet, elbette ihtiyaç!
Ama ne ve kime göre ve de ne kadar?
Dua ile!
23.05.2013
GARİBCE

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Isparta Fıkıhçılar Toplantısının Ardından: Doçentlik Yeterlilikleri ve Kriterleri


 

X. İslam Hukuku Anabilimdalı Koordinasyon Toplantımız  18-19 Mayıs  tarihinde İsparta’da yapıldı.

Geniş bir katılım olmuştu. Yüz yirminin üzerinde hoca, araştırma görevlisi ve doktora öğrencisi vardı. Ayrıca eşlerden de katılanlar bulunmaktaydı.

Minderimizi kalın atmışlardı. Ev sahibimiz Dekan Talip Türcan ve arkadaşlarına teşekkürler.

Garibce de bu toplantıda bulundu. Bir mütalaada ve en son değerlendirme celsesinde konuşmacılar arasında yer aldı ve genel bir değerlendirme yaptı. Ayrı bir yazımızda bunlardan bahsetmeyi umuyoruz.

Bu toplantının ele aldığı konulardan biri de “Doçentlik Yeterlilikleri ve Kriterleri” başlığını taşıyordu. Fakültemizden Sevgili Abdullah Kahraman bu işi üstlenmişti ve tok sesiyle güzel bir sunum yapmıştı. Arkasından ben de dahil olmak üzere  epey bir hocamız söz almış ve düşünce ve tecrübelerini  hazırun ile paylaşmışlardı. Belli ki dertliydik. Özellikle acelecilik ve hele hele intihal (tedlis) gibi sorunlar can sıkıcı boyutlara ulaşmıştı.

Abdullah Hoca bizim eski talebelerimizdendir. Kendisi benim de direksiyon hocam olur. Bazen hocalar, hayat alanlarında  talebelerden geri kalır. Bizimkisi de öyle idi. Hoca akademik aşamaları Sivas’ta tamamlamıştı ve Prof. Dr. olarak Marmara’ya geldi ve şimdi aynı odayı paylaşıyoruz.  Dün kendisinden  konuşmasının başlıklarını vermesini rica ettim. O da sağ olsun orada anlattıklarını  yazılı bir metin haline getirmiş. İlim yolcularının dikkate alması gereğine inandığım bu metni fazla da uzun olmadığı  için –kendisinden de izin alarak- olduğu gibi sizlerle paylaşmayı uygun gördüm.

Dua ile!

22.05.2013

GARİBCE

 

DOÇENTLİK YETERLİLİKLERİ VE KRİTERLERİ

Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN[1]

Doçentlik akademik hayatın en önemli aşamalarından biridir. Doktora, doçentlik ve profesörlük bir unvan iken Yardımcı doçentlik bir unvan olmayıp acil öğretim üyesi ihtiyacını karşılamaya yönelik ara bir kadrodur. Bu sebeple doçent olmak için ilave şartlar aranmakta ve özgün eserler takdim eden adayların bu eserlerini incelemek için objektif ve âdil değerlendirme yapabilecek beş asıl iki de yedekten oluşan tarafsız bir jüri oluşturulmaktadır. Bir adayın jürisinde yer alan profesör, bu jürideki diğer profesörleri bilmemekte, bilse de bunlarla görüşmesi yasak bulunmaktadır. Aynı zamanda sınav sath-ı mâilinde adayla jüri üyelerinin görüşmesi de ilgili yönetmelik hükümlerine aykırı bulunmaktadır. Bütün bunlar, objektif değerlendirmeyi sağlamaya yönelik maddi kriterlerdir.

Özellikle son yıllarda doçentliğe müracaat eden bazı adaylarda ciddi eksiklikler müşahede edilmektedir. İçinde bulunulan siyasi ortamın, hızla artan ilahiyat fakültelerinin ve acil öğretim üyesi talebinin elbette bunda etkili olduğu düşünülmektedir. Asgari şartların azlığı bazı adayların adeta iştahını kabartmakta, teknolojinin imkanlarından da yararlanarak, Doktorayı bitirir bitirmez çarçabuk, bazen de intihal yoluyla, hazırladığı üç makale ve belli standardı olmayan bir kitapla ÜAK’a müracaat etmelerine sebep olmaktadır. Ancak bazı jüri üyeleri, gerçekten objektif değerlendirmeler yaparken, bazıları yeterince bu işi ciddiye almamaktadır. Mesela, eserden geçmemesi gereken aday bu aşamayı kolayca ve hak etmediği halde geçip zayıf olduğu sözlüde ortaya çıkınca, eserden olumlu veren de aleyhte oy kullanmakta bu husumete varan kırgınlıklar meydana getirmektedir. Ayrıca jüri üyesinin reyini hangi kritere göre belirlediği, âdil değerlendirme yapıp yapmadığı konusunda da kuşkular uyandırmaktadır.

Bütün bunlar, aslında ilmi bir emanet olan bu meselenin yeniden gündeme getirilmesini zaruri kılmaktadır.

Dosyanın değerlendirilmesi ile ilgili bazı ön kriterler

Resmi kısım

ÜAK tarafından gönderilen “Doçentlik Eser İnceleme Raporu”nda adayın müracaat şartı olarak üç özgün makale ve bir kitaptan bahsedilmektedir. Bunlar adayın başvuru için taşıması gereken asgari şartlardır. Aynı zamanda bunlar şekil şartlarıdır. Bunların bilimsel niteliğinin tespit ve takdiri jüri üyelerine bırakılmaktadır.

  Bu raporda değerlendirmeyi yapmadan önce ilgili jüri üyesine yapılan bir uyarı vardır. Buna göre, “Adayla ilgili herhangi bir tez çalışmasında danışmanlık ilişkiniz veya doçentlik sınavını objektif olarak yapmanıza engel olacak herhangi bir neden var ise (hısım, davalı/davacı, karşılıklı disiplin soruşturması, menfaat ilişkisi) değerlendirme yapmayınız, lütfen iade ediniz” denilmektedir. Ayrıca adayın asgari koşulları sağlamadığını düşünen jüri üyesinden değerlendirme ve bilimsel inceleme yapmaması ve gerekçe yazması istenmektedir. Bence ilgili kısma bir de, “yeterli vaktiniz yoksa” cümlesi eklenmelidir. 

  Benim anladığım kadarıyla niteliğin tespitinin jüri üyesine tevdi edilmesi ona güvenildiğini ve kendisine bu adayın emanet edildiğini göstermektedir. Yapılan ikaz da bunu tamamlamakta ve olabildiğince objektif değerlendirme yapılması istenmektedir.

  Bu alanlarda  görülen bazı problemler:

A.    Jüri Üyeleri Açısından

  Görülen genel manzara eser aşamasında hocalar açısından objektifliği zedeleyen bazı durumlar vardır. Mesela,

1. Bir adaya dört kişi red verirken bir kişi evet vermektedir.

 2. Dört kişi asgari şartları sağladığını düşünürken birisi bu şartları taşımadığına kanaat getirmektedir.

3. Bazen bir veya iki jüri üyesi adayın etik kurula sevk edilmesini teklif edebilmektedir.

4. Bu durumda değerlendirmenin hangi esasa göre yapıldığı merak konusu olmaktadır. Çünkü etik kurula sevketmeyi gerektiren bir intihal işlemi diğer üyelerin dikkatinden neden ve nasıl kaçmaktadır? Ya da bunu diğer üyeler de fark ettiği halde örtbas mı etmektedir?

5. Eserler yeterince incelenmeden esas kanaat sözlüye havale edilmektedir. Eserden olumlu rapor yazan üyeler zaman zaman sözlüde olumsuz düşünebilmektedir. Bu durum da adayları ümitsizliğe sevketmekte veya en azından kafalarında soru işareti bırakmaktadır.

6. Adaylara farklı davranılması. Mesela, eseri daha az olan adaya olumlu rapor verilirken, daha çok olana olumsuz verilmesi olumsuz verilen aday açısından onur zedelenmesine ve moral kırıklığına yol açmaktadır. Bu durumda adaylar değerlendirmenin hangi kriterlere göre yapıldığını sormaktadırlar.

7. Eser aşamasında olumsuz kanaat belirtenlerin sözlüde de bunu devam ettirmeleri ve adaya şartlı bakmaları. Bu farklı olan iki aşamayı birbirine karıştırması bakımından doğru bir yaklaşım olarak görülmemektedir.

     B. Aday Açısından

1. Adayların, gelişen teknolojik imkânlara mütenasip üretim yapamadıkları sık sık dile getirilen bir husustur. Eskiden bu kadar imkân olmadığı halde daha dolgun ve özgün eselerle müracaat edildiği de söylenmektedir.

2. Gelişen teknoloji, Köroğlu’nun deyimiyle, “demir delik çıktı mertlik bozuldu”, ifadesinde olduğu gibi, adayları özgünlük yerine intihale sevketmektedir. Aday, hem kendinden “kes-yapıştır” usulüyle, hem de başkasından, kaynak göstermeden sayfalarca bilgi çalarak, intihal yapabilmektedir. Genellikle yazmaya üşenen ve teknolojiyi daha aktif kullanan adayların bu yola başvurduğu gözlemlenmektedir. Aynı zamanda bazı adaylar, doktora başta olmak üzere daha önce yaptıkları bir çalışmayı değişik formlara sokarak farklı çalışma imiş gibi gösterebilmektedirler. Bazı adaylar da daha önceki müracaatında jürinin tenkit ettiği kısımları düzeltip kitabı aceleden tekrar bastırıp müracaat etmektedir. Böylece farklı bir jüri önünde şansını bir kere daha denemektedir.

Bazı adaylar ise, asgari şartları taşımayı yeterli görerek, doktorayı bitirdikten bir veya iki sene geçince hemen müracaat etmektedir.

3. Bazı adayların eskiye nisbetle kaynak diline hakimiyetleri daha zayıf, alanın temel kaynaklarını, terimlerini, hocaların yayınlarını inceleme ve bunlardan yararlanma noktasında başarısız oldukları dikkat çekmektedir. Mesela bazı adaylar, bir klasik fıkıh ve fıkıh usulü kitabını baştan sona okumadıklarını itiraf edebilmektedirler. Bazıları kendi çalışmaları dışında bir makale veya kitap sorulduğunda okumadığını, bilmediğini ve duymadığını söyleyebilmektedir.

Adayların dikkatine!

Sözlü aşamasında sorulan soruların hedefi birebir cevap almak değildir. Zira sınav salonu “alo fetva hattı” değildir. Soruların genel hedefi, adayın alana hakimiyetini, terimleri yeri yerince kullanma becerisini, kaynak diline hakimiyetini, cevap verirken kurduğu bağlantıları, getirdiği açılımları, usul-furu ilişkisini kavrayıp kavramadığını ölçmektir.

Sınavlarda bu anabilim dalı itibariyle ideolojik yaklaşım bulunmadığını söyleyebilirim. En azından ben böyle bir tavra ve saplantıya şahit olmadım.

Adaylar, birbirlerini tanıdıkları için hocaların değerlendirmeyi neye ve hangi kriterlere göre yaptıklarını merak etmektedirler. Esas kriter, alana hakimiyet ve çalışmaların özgün niteliği ve jüri üyesinin vicdanıdır.

Bu sunumun hedefi ve özeti şudur:

Hocalar, biraz daha dikkat! Adaylar, biraz daha gayret!



[1] Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.

20 Mayıs 2013 Pazartesi

MÜTTEKÎLERİN ÖZELLİKLERİ: GAYBA İNANMA



“2/3. Ki onlar gayba inanırlar, namazı ikâme ederler, kendilerine rızık olarak verdiğimizden infakta bulunurlar”.
Yüce Allah, bu âyette kurtuluşa eren müttekîlerin temel özelliklerinden bahsetmektedir: İnanç, ibadet ve infak. Bunlar sırasıyla iç dünyamıza, bir bütün olarak bedenimize ve sahip olduğumuz mal varlığımıza yönelik yerine getirmekle yükümlü olduğumuz görevlerimizdir. Bu yazımızda gayba inanma konusunu ele alacağız.
Çoğunluk tefsir âlimlerine göre “gayb” iman edilen şey anlamındadır ve genel kabul gören şekliyle duyular ile algılanamayan, akıl ile de zorunlu olarak idrak edilemeyen ancak vahiy yoluyla hakkında bilgi sahibi olunabilen şeyler demektir[1]. Bir başka ifade ile insanın kavrayış alanının ötesinde bulunan, onu aşan hakikatin tüm safhaları olan, bilimsel gözlemlerle isbatı veya reddi sözkonusu olmayan şeylerdir[2]. Buna göre gaybın konusunu Allah’ın varlığı, sıfatları, melekler, cin, şeytan, kabir hayatı, âhiret hayatı, hesap, sırat, cennet, cehennem… gibi şeyler oluşturacaktır.
İmana gelince, “eman vermek, güvenilir kılmak” ya da “emin olmak, tam bir güven duymak, inanmak” anlamlarına gelmektedir[3].
Dinî anlamda imân, sözlük anlamındaki imandan iki noktada farklılık arzeder: Birincisi kendisine inanılması gereken şeyler bizzat dinin belirlemiş olduğu şeyler olacaktır ve bunların tümü Kelime-i Tevhîd ile Allah’a ve Peygambere iman şeklinde toplu olarak ifade edilir. “Âmentü billâhi ve melâiketihî… ” ile de ayrı ayrı ortaya konulur ve Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe ve kadere inanmak şeklinde sayılır. Ayrıca Kelam ilminde de bunlar detayları ile anlatılır, temellendirilir ve savunması yapılır.
İkincisi imanın bizatihî mahiyeti açısından da yani imanın ne olduğu noktasında da farklılık arzeder ve bu konuda İslâm mezhepleri çok farklı görüşlere sahiptir[4]. Tercih edilen izaha göre “iman; kalp ile tasdik, dil ile ikrar”dır. Birincisi aslî rükün, ikincisi ise zâid rükündür. Dolayısıyla tehdit gibi bir zaruret sonucu ikincisi yani dil ile ikrar olmasa da iman bulunur. Ancak her halükârda kalp ile tasdik rüknü, iman için olmazsa olmaz koşuldur. Ayrıca imanın bir asıl hali, bir de kemal hali vardır. İmanın aslında herkes eşittir ve bu halin zıddı küfürdür, kemâl halinin zıddı ise fısktır ve bu konuda insanlar farklı farklıdırlar. İmanın yetmiş şu kadar şubesi[5] işte bu kemal halini oluşturur, bu itibarla onlardan birinin bulunmaması insanı kâfir kılmaz, fâsık yani günahkâr yapar.
Merhum Elmalılı, ağaç benzetmesiyle imanı köklere, amelleri de bu imandan fışkıran sürgünlere benzetir. Meselâ kışın toprak üstünde dalların kuruyup dökülmüş olması, köklerin yokluğuna delâlet etmez. O köklerden ortam müsait olduğunda yeni sürgünler fışkırabilir. Bu itibarla amel, imandan bir cüz değildir[6].
Meşhur Cibrîl hadisinde[7] üç esas konulmuştur: İman, İslâm ve İhsan. Bu üç terim, inanç, ibadet ve günlük yaşantı, ahlâk olmak üzere dinin üç boyutunu ortaya koyar. Bunların birbirine nisbeti ağacın kökü, gövde ve dalları, meyvesi gibidir. Meyvenin olabilmesi için, mutlaka gövde ve dalların, gövde ve dalların ayakta durabilmesi, canlılığını sürdürebilmesi için de sağlam köklerinin olması zorunludur. Ancak tersi aynı şekilde bir zorunluluk değildir. Yani köklerin varlığı zorunlu olarak gövdeyi, gövdenin varlığı da zorunlu olarak meyveyi gerekli kılmaz. Ne var ki işin doğasında mülazemet ilkesi gereği bunlar hep birlikte olur. Kökler sürgün verebilmek için, sürgünler de meyveye durmak içindir. Kalpte yer eden ancak eyleme dönüşmeyen bir iman düşünülemez. Keza bir semeresi olmayan eylemin de anlamı yoktur. Sonuçta asıl amaç semereyi elde edebilmektir. Zaten din olarak İslâm’ın amacı da “güzel ahlâkın tamamlanması”[8] değil midir?
Böylece müttekîlerin birinci vasfı kısaca şu oluyor: Gayba yani Allah’a ve O’nun buyurduklarına, Peygambere ve onun duyurduklarına iman etmek; bu inancı kalp ile tasdik edip, bir zaruret olmadıkça dil ile de ifade etmek.
Bu iman ve inanç ile yaşantımızı sürdürmek dileğiyle…

20.05.2013
GARİBCE


[1]              bk. Râzî, II, 26; İlyas Çelebi, “Gayb”, DİA., XIII, 404.
[2]              Esed, I, 4.
[3]              Râzî, II, 23; Elmalılı, 177.
[4]              bk. Râzî, II, 23.
[5]              bk. Buharî, Îmân, 3; Müslim, Îmân, 58; Ebû Davûd, Sünne, 14.
[6]              bk. Elmalılı, I, 173-185.
[7]              Buharî, Îmân, 37; Müslim, Îmân, 57.
[8]              Muvatta, Husnü’l-huluk, 8.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...