30 Haziran 2013 Pazar

Gene ağaç haklarına dair


Ve derken bir de ağaç hakları çıktı!” başlıklı yazımıza adsız bir dostumuz bozulmuş. Şunları yazmış:

“Mehmet Hocam, "ağaçlara dokunulmazmış kim demiş" cümlesi sizin için bir utanç cümlesidir, umarım bir gün fanatizmden kurtularak bu yazıyı bir daha okur da pişman olursunuz. Bu arada Fakülteniz'de de ağaç bırakmadı müteahhitler, artık odalarınızda gölgelenirsiniz. Nasıl olsa "kim demiş ağaçlara dokunulmaz, yıkın gitsin." Taksim’de mezarlık vardı yıktılar da Fatih'de boydan boya ne vardı, neler vardı, Menderes hükümetlerinde neler yaptılar, bi de onu yazsanız hakkaniyet sahibiyseniz.”
Evet böyle demiş.
Ben bir Garibceyim hayat salında
Ne işim olur benim siyaset meydanında
Gerçi o kadar da değil. Herkesin siyaset ile biraz olsun ilgilenmesi gerekir.  Siyaset, kök anlamı itibariyle “gütmek, güdülemek” demektir ve çağrışımı pek hoş olmayabilir. Ama eskiden beri siyaset “Çobanlık” ile eş anlamlı gibidir: Nitekim “Hepiniz çobansınız ve herkes kendi sürüsünden mesuldür” şeklinde rivayet edilen hadisler vardır.
Çobanlık etme yetkisinin kaynağı nedir?
Allah adına bir yetki ise o zaman kaynağını Allah’tan alır. Peygamberlere bey’at, onun Allah’tan bildirdiği her hususta kendisine tam itaat anlamında bir bağlılık yeminidir. Ama aynı peygamberin yaptıkları, velev ki müminleri de olsa onların siyaseti yani yönetimi başka bir ifade ile onlar adına karar verme ve icraatta bulunma şeklinde ise  o zaman yetkinin kaynağının kimse Allah olduğunu iddia edemez. O yüzden bizim fukaha şöyle bir kural geliştirmişlerdir:
“Tasarrufu’l-l-imâm ale’raiyye menûtun bi’l-maslaha” yani Devlet başkanının toplum adına tasarrufta bulunması onların yararına olmakla kayıtlıdır, onların zararına bir tasarrufta bulunamaz.
Bidayette onlar ile ilgili bir karar alabilmesi için de bunun meşru bir yetkiye dayandırılması gerekir. Bizimkiler meşruiyetin ölçütü olarak iktidara geliş şeklini pek önemsememişler, buna karşın şerî ahkamı uygulayıp uygulamadığına bakmışlar ve şerî ahkâmı uygulamakta ise velev ki darbe (istilâ) ile de gelmiş olsun onu çok önemsememişlerdir. Bu yüzden halife olmanın yolları arasında Bey’at, istihlâf ve şûrâ’dan sonra istîlâ yani darbeyi de saymışlardır.
Ne yapalardı yani. Demokrasi vardı, biliniyordu ve yaygın olarak da kullanılıyordu da, karşı mı çıkmışlardı.
Şimdi demokrasi artık biliniyor ve pek çok ülkede de uygulanıyor.
Başımızda da bir hükümet var. Yüzde ellinin üzerinde bir oy ile iktidara gelmiş. İktidara gelirken söz gelimi Taksim projesini seçim öncesi insanlara deklare etmiş ve halk da buna rağmen projelerine destek çıkmış ona oy vermiş. O da, muhalefetin de desteği ile prosedürü tamamlamış ve uygulamaya koymuş. Ortada hol yok yumurta yok iken bir anda sözde bir park bahanesiyle ülkede sivil bir ihtilal provası yapılmış, her türlü şiddet sergilenmiş, cana ve mala zarar verilmiş. Bütün bunların gerekçesi de “ağaç” olmuş.
Şimdi böyle bir ortamda Garibce’nin yerinde sen olsan ağaç ile ilgili yazı yazmaz mıydın ey adsız!
Biz ağacın kötü bir şey olduğunu, lüzumsuz olduğunu vb. yazmadık. Biz ağaç da dahil olmak üzere her nimetin Allah tarafından biz insanlara lütuf edildiğini ve insanların da bu nimetleri kullanabileceklerini, burada ilkenin yarar ve zarar dengesinin gözetilmesi olduğunu yazdık.
Ben kendim evimin önünde bizzat yetiştirdiğim ağaçlarla övünç duyuyorum ve onların rüzgarla sağa sola ırgalanmasından büyük haz alıyorum. Hatta kaç tane onlara dair yazı yazdım. Bütün bunlara rağmen benim o ağaç için değil, ağacın benim için bir nimet olduğunu düşünüyorum. Evimiz eski ve depreme yeterince dayanıklı değil. Bir gün imkânımız olsa da evi yıkıp yeniden daha güçlü bir biçimde yapma şansımız olsa, bizzat ellerimle diktiğim ve yılların sevgisiyle büyüttüğüm bu ağaçları gene kendi ellerimle de kesebilirim. Üzülürüm ama keserim. Çünkü benim gözettiğim zarar ve yarar dengesinde bu böyledir. Yararlıysa var olur, varlığı zarara dönmüşse yok olur. Burada üst değer insan olarak benimdir. Ağacın yararı değil, insan olarak benim yararım ya da zararım söz konusudur belirleyici olarak.
Kaldı ki bir ağacın cinsine göre belli bir ömrü vardır. Tarihî değeri olan ağaçları söz etmiyoruz. Bir parka dikilmiş ve belli bir sürede belli bir büyüklüğe erişmiş ağaçları kastediyoruz. Aynı yerde yeniden, yok bir başka yerde gene vücut bulması mümkün olan bir nesne için nice kan dökülüyor, gerçek anlamda dokunulmazlara dokunuluyor. Bu bir aşırılıktır ve bizim vazifemiz de bu aşırılıklara dikkat çekmektir. Gerçi sonunda herkes gördü ki mesele ağaç meselesi de hiç değildi.
Okulumuza gelince evet doğrudur, Cami dahil bütün binalarımızın yenilenmesi bir imkan olarak doğdu. O yüzden de bahçemizdeki inşaat alanındaki ağaçlar kesildi. Şu anda bir şantiye gibi, tozdan topraktan ve çamurdan geçilmiyor. Ama siz bir de beş on sene sonra gelin ve bir de o zaman görün. Eminim ki yeterince ağaçlandırılmış da olacak.
Fakültemiz, son yıllarda giderek artan bir ivmeyle uluslararası bir hüviyet kazandı. Her yıl bine yakın öğrenci katılıyor. Mevcut binalarımız ile bu hizmeti döndürme imkanı yoktu ve binalar hem eskiydi ve hem de zayıftı. Depremde üstümüze çökme ihtimali vardı. Ne yapaydık yani, birkaç tane ağaç vardı diye dokunmayamıydık. Zarar yarar dengesi böyle mi kurulmalıydı. Hali hazırda bile arabalardan park edilecek yer bulunmuyordu. Ülkenin zenginleşmesi bizim öğrencilerimize ve hocalarımıza da yansıyordu. Şimdi bahçenin altı tümüyle otopark olacak ve araçlar görünmeyecek, bahçe tamamen bize kalacak. Üç tane bina yerine iki tane bina yapılacak, cami alanı biraz genişleyecek. Dolayısıyla proje bittiği zaman yeşil alan miktarı gene yeterince ve de ağaçlandırılmış olarak bize hizmet sunacak.
İlerisi düşünüldüğünde bunun neresi kötü bilemiyorum.
Ben 1980’den beri İstanbul’da bulunuyorum. Yollar ve parklar itibariyle şu an İstanbul’un daha iyi durumda olduğunu görüyorum.
Geçenlerde piknik için bizi bir yere götürdüler. TEM kenarında Ümraniye Evlendirme Sarayının hemen önünden gidilen bir yerde büyük bir orman vadr. Uçsuz bucaksız. Belli ki dikme. Vaktiyle dikmişler. Emeği geçenlere rahmet olsun. Şimdi gelin görün ki belediye bu ormana girmiş ve tam anlamıyla ağaç katliamı yapmış. Gelişli gidişli yollar açmış, orta kısımlara meydanlar açmış, üstelik bina da yapmış.
İyi de yapmış. Şimdi orada insanlar nefes alıyorlar. Ormanı ihsanların hizmetine açmış. Kesilmiş ve doğranmış ağaçları masa yapmışlar üzerine oturuluyor. Ortaya yaptıkları bina da insanlar ihtiyaçlarını gideriyor, mescitler var namaz kılınıyor, anneler çocuklarını emzirsin, altlarını değiştirsin diye odalar var.
Evet bunca ağacı kesmişler ama insanlığa hizmet için yapmışlar. Ben bunu yapan belediyeyi orman katili bunlar diye suçlamam, böyle bir mekanı insanların hizmetine açmış oldukları için sadece kutlarım.
Gene söylüyorum. Ağaç da dahil olmak üzere hiçbir canlı bile dokunulmaz değildir. Yediğimiz balıklar, soframızdaki etler canlılardan elde ediliyor. Helal olsun! Bütün bunlar bizim için. Yeter ki israf etmeyelim. Eti çok leziz diye henüz yeterince büyümemiş körpe bir kuzuyu kesmek bana pek hoş gelmiyor. Mütref bir hayatı çağrıştırıyor. Ama bu da canlıdır diye insanların ihtiyacına rağmen hayvanların kesimine karşı çıkmak da bana uymuyor.
Eğer dokunulmaz bir şey varsa o da insandır. Kaldı ki onun dokunulmazlığı bile, dokunulmazlara dokunmaması ile kayıtlı bulunuyor.
İfrat da kötü tefrit de kötüdür. İyi olanı dengeli olabilmektir ve dengeyi tutturmak da gerçekten çok zordur.
Dua ile!
30.06.2013

GARİBCE

28 Haziran 2013 Cuma

Nasları bağlamından koparmak: Ümmî Rasûl


“Onlar, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları Resûle, o ümmî[1] peygambere uyan kimselerdir. O, onlara iyiliği emreder, onları kötülükten alıkoyar. Onlara iyi ve temiz şeyleri helâl, kötü ve pis şeyleri haram kılar. Üzerlerindeki ağır yükleri ve zincirleri kaldırır.[2] Ona iman edenler, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve ona indirilen nura (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”  (A’râf 7/157)
Bu ayet görüldüğü üzere Ehl-i kitab olan Yahudiler hakkındadır. Rasûlün sıfatları bahsedilirken onlara yani ehl-i kitaba  “temiz şeyleri helal ve pis şeyleri haram kılar” da denilmektedir. Ayrıca onlar üzerindeki ağır yükleri ve zincirleri kaldırmasından da söz edilmektedir.
Mesele şudur: Ehl-i kitab özelde de Yahudiler dinlerini tahrif etmişler ve onda olmayan birçok unsuru ona katmışlardır.
Daha önceki kitaplar için bir “müheymin ve musaddik” olan yani önceki kitapların içeriğini düzeltici ve tasdik edici nitelikteki  Kur’an ile gelen Hz. Peygamber, onların dine sokuşturmuş oldukları tahriflere de son vermiş ve bu meyanda aslında olmadığı halde aşırılıkları yüzünden dindenmiş gibi bir hale getirdikleri ağır yüklerden ve özgürlüklerini kısıtlayıcı bukağılardan onları kurtarmıştır.
Bunun yanında  dince tayyib (temiz, güzel, helal) olan şeyler vardı ki onlar bunu kendilerine haram kılmışlardı. Keza dince habîs yani pis, iğrenç, haram olan bazı şeyler de vardı ki onlar bunları helal kılmışlardı. İşte Hz. Peygamber Hak ile geldi ve her şeyi yerli yerine oturttu. Onların tayyib olduğu halde haram saydıkları şeylerin yeniden aslî halinde olduğu gibi helal olduğunu söyledi. Gerçek din nazarında habîs = pis, iğrenç, haram olduğu halde onlar tarafından helal sayılmış olan şeyleri eski haline çevirerek onların gene aslî hal üzere haram olduklarını beyan etti.
Söz gelimi iç yağı, deve eti ve sütü gibi şeyler esasen helal idi ama onlar bunu haram kılmışlardı. Hz. Peygamber getirmiş olduğu Kitâb ile bunların gene eskisi gibi helal olduğunu açıkladı. Aynı şekilde onlar kan, meyte, domuz eti, Allah’tan başkası adına kesilen hayvanlar ve riba gibi esasen haram olan şeyleri kendilerince helal kılmışlardı. O ümmî peygamber, özü itibariyle habis olan bu şeylerin de gene eski hal üzere haram olduklarını açıkladı.
Ayetin bağlamı ve maksat olan anlamı budur. Nitekim Nesefî gibi klasik tefsir kitaplarımızda da bu ayet bu şekilde açıklanmıştır.[3]
Ama bu ifade bağlamından koparılarak güya Hz. Peygamber’e teşri salahiyeti tanımak uğruna ona haram ve helal kılma yetkisi de tanımaya çabalamak ne kadar doğru olabilir. Her şey Allah tarafından biz insanların istifadesine sunulmuştur. Kulluk sınırı olarak haramlar da bizzat Şâri tarafından adları konularak belirlenmiştir. Haram kılma yetkisi Rubûbiyetle doğrudan ilişkilidir[4].
De ki: “Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda ortak bir söze gelin: Yalnız Allah’a ibadet edelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi rabler edinmesin.” Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: “Şahit olun, biz müslümanlarız.”[5] (Al-i Imrân 3/64)
Bizim Allah’tan başka Rabbimiz de yoktur.
Peygamberimizi sevmemiz, ona Allah’ın buyrukları konusunda mutlak itaatimiz, onu örnek bilmemiz onu yüceltmek babında yeterlidir. Peygamber de olsa kulluk sınırını aşarak ona Rububiyet özellikleri atfetmek Hristiyanların Hz. İsâ’yı tanrılaştırmaları gibi bir sonuca götürür.
O hayatında hep kul peygamber olarak kendisini tanıtmıştı ve en büyük mefahiri de  “Allah’a şükreden bir kul olabilme” kaygı ve tutkusuydu[6].
Öldükten sonrası için yaptığı dualardan biri de “Allah’ım! Kabrimi tapınılan bir put eyleme!”[7] demesi olmuştu.
“Eşhedü en lâ ilâhe illallah!
Ve eşhedu enne  Muhammeden abduhû ve rasûluh!
Ey Resûl! Bir kul peygamber olarak geldin. Vazifeni hakkıyla eda ettin. Şimdi sıra bizde.
İnanıyoruz ki bütün ölümlüler gibi sen de öldün. Bu Allah’ın emriydi. Ama bir olgu olarak yaşantından bir ideal olarak sünneti çıkarmak bizim vazifemizdi. Asr-ı saadetimiz bir ideal olarak insanlığın ufkunda olmalıydı. Ve biz yaşamak için seni kendi değer dünyamızda yaşatmalıydık. Yolunda olmakla, biz insanlık dünyasına mal etmiş olduğun ilke ve esaslarınla hayatımızda hep var olmalıydın.
İyi ki varsın!
Sana salat ve selam olsun!
Yolunda olanlara keza salat ve selam olsun!
İlahî rahmet ve mağfiret cümlemizi bürüsün.
Dua ile!
28.06.2013
GARİBCE



[1] .  “Ümmî”,  okuma yazma bilmeyen insan demektir. Ancak okuma yazma bilmeyen her insan bilgisiz olmayacağı için, “ümmî”, cahil demek değildir. Nitekim, okuma yazma bilmeyen Hz. Peygamber, vahiy yoluyla aldığı bilgilerin yanında, geniş çapta dünyevî tecrübe ve bilgilere sahip bulunuyordu.
[2] .  Âyetteki “ağır yük” ve “zincir” ifadeleri, mecazî olup, “ağır mükellefiyetler”, “ağır teklifler” anlamlarını ifade eder.
[3] تفسير النسفي - (1 / 395) { الّذين يتّبعون الرّسول } الذي نوحي إليه كتاباً مختصاً به وهو القرآن { النّبيّ } صاحب المعجزات { الأمّيّ الّذي يجدونه } أي يجد نعته أولئك الذين يتبعونه من بني إسرائيل { مكتوباً عندهم في التّوراة والإنجيل يأمرهم بالمعروف } بخلع الأنداد وإنصاف العباد { وينهاهم عن المنكر } عبادة الأصنام وقطيعة الأرحام { ويحلّ لهم الطّيّبات } ما حرم عليهم من الأشياء الطيبة كالشحوم وغيرها ، أو ما طاب في الشريعة مما ذكر اسم الله عليه من الذبائح وما خلا كسبه من السحت { ويحرّم عليهم الخبائث } ما يستخبث كالدم والميتة ولحم الخنزير وما أهل لغير الله به ، أو ما خبث في الحكم كالربا والرشوة ونحوهما من المكاسب الخبيثة { ويضع عنهم إصرهم } هو الثقل الذي يأصر صاحبه أي يحبسه عن الحراك لثقله ، والمراد التكاليف الصعبة كقتل النفس في توبتهم وقطع الأعضاء الخاطئة .

[4] قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا إِلَى كَلِمَةٍ سَوَاءٍ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ أَلَّا نَعْبُدَ إِلَّا اللَّهَ وَلَا نُشْرِكَ بِهِ شَيْئًا وَلَا يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضًا أَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللَّهِ فَإِنْ تَوَلَّوْا فَقُولُوا اشْهَدُوا بِأَنَّا مُسْلِمُونَ (64) [آل عمران : 64]
[5] .  Bu âyet inince, önce hristiyan iken sonra müslüman olan Adiy b. Hâtem, “Ya Resûlallah, biz din büyüklerimize tapmazdık” dedi. Hz. Peygamber, “Onlar size bir şeyi helâl veya haram kılar, siz de onların dediklerine uymaz mıydınız? İşte bu, onlara tapmak demektir” buyurdu.
[6] صحيح البخاري ـ حسب ترقيم فتح الباري - (2 / 63) حَدَّثَنَا أَبُو نُعَيْمٍ قَالَ : حَدَّثَنَا مِسْعَرٌ عَنْ زِيَادٍ قَالَ : سَمِعْتُ الْمُغِيرَةَ ، رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ ، يَقُولُ إِنْ كَانَ النَّبِيُّ صلى الله عليه وسلم لَيَقُومُ لِيُصَلِّيَ حَتَّى تَرِمُ قَدَمَاهُ ، أَوْ سَاقَاهُ فَيُقَالُ لَهُ فَيَقُولُ أَفَلاَ أَكُونُ عَبْدًا شَكُورًا.
[7] الموطأ - رواية يحيى الليثي - (1 / 172)
 414 - وحدثني عن مالك عن زيد بن أسلم عن عطاء بن يسار أن رسول الله صلى الله عليه و سلم قال :اللهم لا تجعل قبري وثنا يعبد اشتد غضب الله على قوم اتخذوا قبور أنبيائهم مساجد

Yolun yolumuzdur! Aramızda olmasan da!


Bizim peygamberimiz son peygamberdir. Arkasından başka bir peygamber gelmeyecektir. Herkes bunu böyle bile ve kimse kendisine durumdan vaziyet çıkarmaya yeltenmeye.
Asra yemin olsun ki bu böyle ve aksi, insanlık birikimine hakaret olur.
Madem daha peygamber gelmeyecektir öyle olunca kıyamete dek bu şeriatı sürdürecek olan kurumlar olmalıdır.
Ulema, peygamber işlevini sürdürecek varislerdir.
“Peygamber, Şâri idi öyle ise ulema da şâridir. Yani din koyucularıdır.”
Bunu diyemeyiz. Ama nasıl ki peygamber kendisine buyrulanı duyurdu ve açıkladı, öğretti ve uyguladı ise, ulema da peygamberden devralmış oldukları mirasa sahip çıkarak onu yeni nesillere duyurmak, açıklamak ve uygulamak durumundadırlar.
Daha önce şeraitler belirli bir kavme ve zamana ait idiler. Arkadan gelen nebiler, önceki Rasûllerin şeriatlarını teyit ediyor ve gerektiği halde de güncelliyorlardı.
Bizim şeriatımızda öne çıkan özellik, somut hükümlerin arkasında zamanla ortaya çıkarılmış olan ilke ve esasların hakimiyetidir. Yani şeriat, kıyamete kadar varlığını ve evrenselliğini işte bu ilke ve esaslar doğrultusunda ve ulemanın dönüştürücü işlevi sayesinde kazanır ve sürdürebilir.
Sistem aynı sistem, ilke ve esaslar aynı ilke ve esaslar, ancak bunların güncellenmesi, zamanın ruhuna uygun hale getirilmesi (update edilmesi) söz konusu olacaktır. Aksi takdirde zamansallık ve mekansallık etkisini icra edecek ve aynı zamanda bir hukuk da olarak İslam’ı hayatımızın dışına itecektir.
Bidayette önemli olan Hz. Peygamber’in varlığıdır.
O, yaşadığı dönemde bilfiil hayatın içinde bir beşer olarak mevcudiyeti haizdi ve inananlar onun varlığına göre hiza alıyorlardı.
Peki, daha sonrakiler ne ve nasıl yapacaktı?
İşte bu noktada arayışlar belirdi.
Kimilerine göre Hz. Peygamber ölemezdi, o hep vardı ve var olmaya devam edecekti.
Kur’an’ın onun ölümlü olduğunu ve herkes gibi onun da öleceğini söylemiş[1] olmasına rağmen kimileri onu öldürmedi. Onu yaşatmaya devam etti. O kabrinde ya da başka bir boyutta yaşamaya devam ediyordu. Hem bizim peygamberimiz sözgelimi Hz. İsa’dan neden geri kaslındı ki. İsa ölmediyse, Hz. Peygamber hiç ölmezdi.
“Adının, Adı ile bile yazılmış olması” yetmezdi. Varlığı da varlığı gibi olmalıydı. İşi şirke kadar götüren bir sürü inanç biçimi böylece Müslümanlar arasında yer bulmuştu.
Oysa Hz. Peygamber de bir beşerdi ve diğer insanlar gibi ölümlüydü ve de ölmüştü. Dinin vâzıı bir kere o değildi. Vâzı olan Allah, Hay ve kâdir-i mutlak olarak hükmünü bizim üzerimizde de sürdürüyor.
Bu din tamama erdirilmişti. Eksik bir tarafı mı kalmıştı ki Hz. Peygamber’in ilelebet varlığı zorunlu olsundu. Din tamamlanmıştı ve kemale ermişti. “Arabî-Ümmî” bir olgusallık üzerinden ilkeler vazedilmiş, esaslar belirlenmişti.
Aynı ilke ve esaslar kıyamete kadar da var olacaktı ve insanlığın ihtiyacına kefil olan din de esasen bunlardan ibaretti.
Ve bu din hayatın içinde ve hayatla kol kola yol alarak insanlığa huzur ve saadet getirecekti. Hayatı zorlaştırmayacak kolaylaştıracaktı ve ona anlam kazandıracaktı. Yeter ki ulema kendisine düşen vazifeyi bihakkın yapabilsindi.
Ulema yoksa, yetkin değilse, bihakkın görevini ifa edememişse bunun tabii sonucu olarak dinin hayattan dışlanması olacaktır.
Bunun çaresi Hz. Peygamber’i sözde yaşatmak değildir. Gerçek din âlimleri yetiştirmek ve ondan tevarüs ettiğimiz ilke ve esasları hayata egemen kılmaktır.
Bu yol terk edilirse, hayatımıza bu dinin ilke ve esasları hâkim kılınmazsa, o zaman meydan ilmini bizzat ve doğrudan peygamberden aldığını iddia edenlere, hayatı düşe yatarak yönlendirmeye kalkışanlara kalır.
Şeytanlar yolumuzu keser.
İslam’ın bir fıkıh medeniyeti olması ve fıkhın da temellerini Kitab ve Sünnet’in  oluşturması, ümmet-i merhumenin bu durumdan gaflet içinde olmadığının en büyük delilidir.
Peygamberimiz aramızda yaşıyor olmayabilir. Ama onun tuttuğu yol bizim de yolumuzdur.
Yolun sonunda aynı yerde buluşacak olmamız yetmez mi?
Dua ile!
28.06.2013
GARİBCE



[1]  إِنَّكَ مَيِّتٌ وَإِنَّهُمْ مَيِّتُونَ (30) ثُمَّ إِنَّكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ عِنْدَ رَبِّكُمْ تَخْتَصِمُونَ (31)  [الزمر : 30 ، 31]

26 Haziran 2013 Çarşamba

Hayvan kesimi (Tezkiye) ve besmele.





Allah, önce evreni yarattı ve donattı. Yaşama hazır hale getirdi. Sonra da insanı yarattı ve “Burası senin (geçici) yurdundur. Her ne varsa senin hizmetine ve kullanımına verilmiştir” buyurdu. Kulluk mukabilinde her ne varsa biz insanların hizmetine sundu. Bunlar içinde hayvanlardan yararlanma ve onları tüketme de vardı. Tabii bunun da kendine göre bir usulü olmalıydı. Usulünce boğazlanılmış olması bu şartlardan biriydi. Buna tezkiye deniyordu.

Önce bu konuda gelen ayetlere bir bakalım:

“Allah, ne “Bahîre”, ne “Sâibe”, ne “Vasîle”, ne de “Hâm” diye bir şey meşru kılmamıştır. Fakat, inkâr edenler Allah’a karşı yalan uyduruyorlar. Zaten çoklarının aklı da ermez.[1]
Onlara, “Allah’ın indirdiğine (Kur’an’a) ve Peygamber’e gelin” denildiğinde onlar, “Babalarımızı üzerinde bulduğumuz din bize yeter” derler. Peki ya babaları bir şey bilmiyor ve doğru yolu bulamamış olsalar da mı?” (Maide 5/103-104)[2]

“Artık, âyetlerine inanan kimseler iseniz üzerine Allah’ın ismi anılarak kesilmiş hayvanlardan yiyin.
Allah, yemek zorunda kaldıklarınız dışında size neleri haram kıldığını tek tek açıklamışken, üzerine adının anıldığı hayvanları yememenizin sebebi nedir.[3] Gerçekten birçokları nefislerinin arzularına uyarak bilmeden (halkı) saptırıyorlar. Şüphesiz senin Rabbin, haddi aşanları çok iyi bilir.
Günahın açığını da bırakın, gizlisini de. Çünkü günah kazananlar yaptıkları karşılığında cezalandırılacaklardır.
Üzerine Allah adı anılmayan (hayvan)lardan yemeyin. Çünkü bu şekilde davranış fasıklıktır[4]. Bir de şeytanlar kendi dostlarına sizinle mücadele etmeleri için mutlaka fısıldarlar. Onlara boyun eğerseniz şüphesiz siz de Allah’a ortak koşmuş olursunuz.[5] (En’âm 6/118-121)[6]

“Bir de (asılsız iddialarda bulunarak) dediler ki: “Bunlar yasaklanmış hayvanlar ve ekinlerdir. Onları bizim dilediklerimizden başkası yiyemez. (Şunlar da) sırtları (binilmesi ve yük yüklemesi) haram edilmiş hayvanlardır.” Bir kısım hayvanları da keserken üzerlerine Allah’ın adını anmazlar. (Bütün bunları) Allah’a iftira ederek yaparlar. Bu iftiraları sebebiyle Allah onları cezalandıracaktır.
Bir de dediler ki: “Şu hayvanların karınlarındaki yavrular (canlı olursa) sırf erkeklerimize aittir. Karılarımıza ise haramdır.” Eğer ölü olursa, o vakit onda hepsi ortaktırlar. Allah, onların bu tür nitelemelerinin cezasını verecektir.[7] Şüphesiz O, hüküm ve hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir. (En’âm 6/138-139[8])

__oOo__
Değişimin farkında olmadan Kur’an’ı okumak, bağlamı dikkate almadan hadisleri anlamak her zaman doğru neticeler vermez. Bazen bizi yanlış sonuçlara da ulaştırır ve dinin amaçlarından uzaklaştırabilir.
Söz gelimi el-Mâide ve el-En’âm suresindeki yukarıdaki ayetlerde eti yenen hayvanların etlerinin helal olabilmesi için üzerlerine Allah’ın adının anılmış olması gereği ortaya konulmaktadır.
Hatta o kadar ki kesim esnasında Allah’ın adının anılmaması “Allah’a yapılmış bir iftira” sayılmaktadır.
İmdi bu ayetlerden hareketle kesilen her hayvanın helal olabilmesi için her biri üzerine ayrı ayrı Allah’ın adının anılması gerekliliği gibi bir sonuç çıkarılmakta ve makine ile kesim gibi günümüzde yapılan ekonomik ve kolay olduğu için de işletmelerce benimsenen  usul, bu ayetler muvacehesinde mahkum edilmekte, ille de her bir tavuk vb. elle kesilmelidir ve her birine ayrı ayrı besmele çekilmelidir şeklinde bir sonuca varılmaktadır.
Bu ayetlerden bu sonuç çıkar mı?
Elbette çıkar. Eğer siz bağlamı yani bu ayetlerin sevk sebebini dikkate almazsanız ve kendinize göre de bir dindarlık anlayışına sahipseniz niye çıkmasın ki?
Oysa ayetlerin tümü şirk ile mücadeleyi amaçlamakta ve putlar adına kesilmiş olan hayvanların etinin yenemeyeceği esasını işlemekte, hayvanları putlar adına değil Allah adına kesin denmiş olmaktadır. Putlar adına kesim işi “fısk = yoldan çıkma”, “Allah’a iftira” gibi nitelemelere konu edinilmektedir.
Büyük kesimhanelerde makine ile kesim yapılması halinde kesilen hayvanlar putlar adına mı kesiliyor ki insanlar gelişmiş teknolojileri yok sayarak geleneksel usulleri sürdürmeye çalışıyorlar ve bunu da Allah’ın emri böyle diye dayatıyorlar.
Dolayısıyla kesim işlemi putlar adına değil, Allah adına olduğu sürece bu kesim ister elle olsun isterse makine ile olsun hiç fark etmez. Kesim işinin putlar namına değil Allah namına olduğunun bilinci ve bunun bir şekilde sözle ya da lisan-ı hal ile ifadesi helallik için yeterlidir.
Hal böyle iken hayvan üzerine besmele çekmeyi sanki bizatihi kesim işleminin bir rüknü gibi görmek ve “besmele yoksa helallik de yok” gibi bir sonuca varmak, bağlamı dikkate almamanın ve İslâm’ın amaçlarını ters yüz etmenin bir sonucudur.
Burada belirleyici olan bir, kesim işinin putlar adına mı yoksa her şeyin Rabbi olan Allah adına mı olduğudur. İki, yapılan işlemin hangisinin daha temiz, sağlık kurallarına daha uygun olduğudur. Üç, hangi usulün daha sağlıklı olduğudur ve üç, tabii ki hangi usulün daha ekonomik olduğudur.
Dindarlık uğruna insanları zora sokmanın ve Allah’ın helal kılmış olduğu nimetleri harammış gibi sunup çeşitli sıkıntılara sebep olmanın dindarlıkla ilgisi yoktur.
Hadisler mealen der ki: “(Müslüman içselleştirmiş olduğu inanç sebebiyle her yaptığı işi zaten Allah adına yapar.). Kestiği zaman da tabii Allah adına kesmiş olur. Besmeleyi ister çekmiş olsun ister çekmemiş olsun!”
O yüzden “nasıl kesildiği belli olmayan etlerin durumu sorulduğu zaman  Hz. Peygamber “Besmele çekin ve yiyin!” buyurmuştur[9].
İslam’ı yegane temsil salahiyeti elinde olan Hz. Peygamber’in tavrı böyle.
Onun yetiştirmiş olduğu Hz. Ömer, Hz. Ali gibi öncü zevatın tavrı da böyle[10].
Hal böyle iken şimdi siz de çıkın ve insanlarımıza deyin ki: “Hayır öyle değil! İlle de her biri için bizzat besmele çekmedikçe ve kesim işi bizzat el ile yapılmadıkça o hayvanlar yenmez!”
“Leküm dînüküm ve liye dîn”
Dua ile!
26.06.2013
GARİBCE



[1] . “Bahîre”, “Sâibe”, “Vasîle ve “Hâm”, putperest Arapların ilâhlarına kurban ettikleri veya onlar adına serbest bıraktıkları hayvanlara verilen isimlerdir. “Bahîre” beşincisi erkek olmak üzere beş batın doğuran ve sağılmayıp, binilmeyip, kulağı yarılarak salıverilen deve; “Sâibe” bir kimsenin yakalandığı hastalıktan kurtulduğu takdirde “Bahire” yapmayı adadığı deve demektir. Araplar, koyun dişi doğurursa yavruyu kendilerine saklar, erkek doğurursa bunu putlara kurban ederlerdi. Kuzuların, dişili erkekli ikiz olmaları hâlinde dişinin hürmetine, erkeği de kurban etmeyip “Vasîle” adıyla salıverirlerdi. ”Hâm” ise on nesil deveyi dölleyen ve sırtına yük vurulmayıp salıverilen erkek deve demektir.
[2] مَا جَعَلَ اللَّهُ مِنْ بَحِيرَةٍ وَلَا سَائِبَةٍ وَلَا وَصِيلَةٍ وَلَا حَامٍ وَلَكِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا يَفْتَرُونَ عَلَى اللَّهِ الْكَذِبَ وَأَكْثَرُهُمْ لَا يَعْقِلُونَ (103) وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ تَعَالَوْا إِلَى مَا أَنْزَلَ اللَّهُ وَإِلَى الرَّسُولِ قَالُوا حَسْبُنَا مَا وَجَدْنَا عَلَيْهِ آبَاءَنَا أَوَلَوْ كَانَ آبَاؤُهُمْ لَا يَعْلَمُونَ شَيْئًا وَلَا يَهْتَدُونَ (104) [المائدة : 104]
[3] . Yenmesi haram kılınan şeyler için bakınız: Bakara sûresi, âyet, 173; Maide sûresi, âyet, 3; En’âm sûresi, âyet, 145; Nahl sûresi, âyet, 114-115.
[4] Putlar adına kesilen hayvanlar için “fısk” tabiri kullanılır. (bk. En’âm 6/145)
[5] . Müşrikler ölmüş hayvan eti yerler ve aralarında, “Bakın, Muhammed ve ashabı kendi elleriyle kestikleri hayvanların etini yerler de Allah’ın öldürdüğü haramdır, derler” diye dedikodu yaparlardı. Âyet, müşriklerin durumuna düşmemeleri konusunda mü’minleri uyarmaktadır.
[6] فَكُلُوا مِمَّا ذُكِرَ اسْمُ اللَّهِ عَلَيْهِ إِنْ كُنْتُمْ بِآيَاتِهِ مُؤْمِنِينَ (118)  وَمَا لَكُمْ أَلَّا تَأْكُلُوا مِمَّا ذُكِرَ اسْمُ اللَّهِ عَلَيْهِ وَقَدْ فَصَّلَ لَكُمْ مَا حَرَّمَ عَلَيْكُمْ إِلَّا مَا اضْطُرِرْتُمْ إِلَيْهِ وَإِنَّ كَثِيرًا لَيُضِلُّونَ بِأَهْوَائِهِمْ بِغَيْرِ عِلْمٍ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِالْمُعْتَدِينَ (119) وَذَرُوا ظَاهِرَ الْإِثْمِ وَبَاطِنَهُ إِنَّ الَّذِينَ يَكْسِبُونَ الْإِثْمَ سَيُجْزَوْنَ بِمَا كَانُوا يَقْتَرِفُونَ (120) وَلَا تَأْكُلُوا مِمَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللَّهِ عَلَيْهِ وَإِنَّهُ لَفِسْقٌ وَإِنَّ الشَّيَاطِينَ لَيُوحُونَ إِلَى أَوْلِيَائِهِمْ لِيُجَادِلُوكُمْ وَإِنْ أَطَعْتُمُوهُمْ إِنَّكُمْ لَمُشْرِكُونَ (121) أَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَأَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِي بِهِ فِي النَّاسِ كَمَنْ مَثَلُهُ فِي الظُّلُمَاتِ لَيْسَ بِخَارِجٍ مِنْهَا كَذَلِكَ زُيِّنَ لِلْكَافِرِينَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (122) وَكَذَلِكَ جَعَلْنَا فِي كُلِّ قَرْيَةٍ أَكَابِرَ مُجْرِمِيهَا لِيَمْكُرُوا فِيهَا وَمَا يَمْكُرُونَ إِلَّا بِأَنْفُسِهِمْ وَمَا يَشْعُرُونَ (123) وَإِذَا جَاءَتْهُمْ آيَةٌ قَالُوا لَنْ نُؤْمِنَ حَتَّى نُؤْتَى مِثْلَ مَا أُوتِيَ رُسُلُ اللَّهِ اللَّهُ أَعْلَمُ حَيْثُ يَجْعَلُ رِسَالَتَهُ سَيُصِيبُ الَّذِينَ أَجْرَمُوا صَغَارٌ عِنْدَ اللَّهِ وَعَذَابٌ شَدِيدٌ بِمَا كَانُوا يَمْكُرُونَ (124)  [الأنعام : 119]

[7] . Arap müşriklerinin batıl inançları çoktu. Bunlardan biri de bir familyadan olan hayvanların bazen erkek bazen dişilerinin eti haram veya helâl sayılır, birtakım isimler altında uydurma helâl haram listeleri yapılırdı. Hâlbuki bu hayvanların deve, sığır, koyun, keçi, erkek, dişi olmaları ya da doğmuş bulunup bulunmamaları, etlerinin haram olmalarının sebebi ve illeti olamazdı. Âyet, bu mantıksızlığı açıklıyor. (Ayrıca bakınız: Mâide sûresi, âyet,103.)
[8] وَقَالُوا هَذِهِ أَنْعَامٌ وَحَرْثٌ حِجْرٌ لَا يَطْعَمُهَا إِلَّا مَنْ نَشَاءُ بِزَعْمِهِمْ وَأَنْعَامٌ حُرِّمَتْ ظُهُورُهَا وَأَنْعَامٌ لَا يَذْكُرُونَ اسْمَ اللَّهِ عَلَيْهَا افْتِرَاءً عَلَيْهِ سَيَجْزِيهِمْ بِمَا كَانُوا يَفْتَرُونَ (138)
[9] المنتقى من السنن المسندة لابن الجارود - (1 / 222)  881 - عن عائشة رضي الله عنه قالت : أتى قوم النبي صلى الله عليه و سلم فقالوا إنا نؤتي باللحم لا ندري يسمى الله عليه أو لم يسم فقال اذكروا اسم الله وكلوا
مصنف ابن أبي شيبة - (8 / 100) 24913- ، عَنِ الشَّعْبِيِّ ، قَالَ : أُتِيَ النَّبِيُّ صلى الله عليه وسلم فِي غَزْوَةِ تَبُوكَ بِجُبْنَةٍ ، فَقِيلَ : إِنَّ هَذَا طَعَامٌ يَصْنَعُهُ الْمَجُوسُ ، فَقَالَ : اُذْكُرُوا اسْمَ اللهِ عَلَيْهِ ، وَكُلُوهُ.
[10] مصنف ابن أبي شيبة - (8 / 99)  24905- حَدَّثَنَا جَرِيرٌ ، عَنْ مُغِيرَةَ ، عَنْ أَبِي وَائِلٍ ، وَإِبْرَاهِيمَ ، قَالاَ : لَمَّا قَدِمَ الْمُسْلِمُونَ أَصَابُوا مِنْ أَطْعِمَةِ الْمَجُوسِ ، مِنْ خُبْزِهِمْ وَجُبْنِهِمْ ، فَأَكَلُوا وَلَمْ يَسْأَلُوا عَنْ ذَلِكَ ، وَوُصِفَ الْجُبْنُ لِعُمَرَ ، فَقَالَ : اُذْكُرُوا اسْمَ اللهِ عَلَيْهِ ، وَكُلُوهُ.
24907- حَدَّثَنَا جَرِيرٌ ، عَنْ مُغِيرَةَ ، عَنْ أُمِّ مُوسَى ، عَنْ عَلِيٍّ ، قَالَ : إِذَا لَمْ تَدْرُوا مَنْ صَنَعَهُ ، فَاذْكُرُوا اسْمَ اللهِ عَلَيْهِ ، وَكُلُوهُ.
24908- حَدَّثَنَا أَبُو مُعَاوِيَةَ ، عَنِ الأَعْمَشِ ، عَنْ شَقِيقٍ ، عَنْ عَمْرِو بْنِ شُرَحْبِيلَ ، قَالَ : ذَكَرْنَا الْجُبْنَ عِنْدَ عُمَرَ ، فَقُلْنَا لَهُ : إِنَّهُ يُصْنَعُ فِيهِ أَنَافِح الْمَيْتَةِ ، فَقَالَ : سَمُّوا عَلَيْهِ وَكُلُوهُ.

25 Haziran 2013 Salı

Ahlak herkese lazımdır!


Diyanet’ten ahlakî erdemler bekleyenlerin de ahlaklı olmaya ihtiyaçları var.
Diyanet’in bunca aleyhte yıpratma çabalarına rağmen toplum maşerî vicdanında hâlâ çok önemli saygın bir yeri vardır. İnsanların güven duyabileceği makamların olması önemli ihtiyaçlar arasındadır. Güven debisinin son derece azaldığı bir ortamda, insanların şöyle ya da böyle güvenini sürdürdüğü Diyanet’i kendi süflî arzularına alet etme pahasına karalama kampanyasının içine çekme istenmesi çok yanlıştır.
Ahlak, diyanet gibi kurumlara lazım olduğu gibi, basılı ve görsel Medya için de, Face ve Twitter gibi Sosyal Medya için de lazımdır.
Yalan en büyük günahlardandır.
Yalan haber üretmek ve yaymak daha da büyük bir günahtır.
Bu yalan haberler üzerine nice masımların kanı akmakta, canı yanmaktadır. Bunların hesabı bu dünyada görülemese bile mutlaka bir gün verilecektir.
Polisin kullandığı biber gazı, elbette yemeğe bir sos gibi bir şey değildir. Adı da üzerinde toplumsal hareketlerde kalabalıkları dağıtmak ve daha büyük zararları önlemek için kullanılan bir tür silahtır. Kimse bunun iyi bir şey olduğunu söyleyemez. Her alanda olduğu gibi burada da ölçüt zarar ve yarar dengesinin iyi kurulabilmesidir. Tıp alanında kullanılan ilaçların hemen hemen tümünün yan etkileri ve zararları vardır. Ancak umulan yararı zararından fazla olunca onu kullanmak bazen zararsız, bazen iyi, bazen de hatta gerekli olabilmektedir.
Polis gaz kullanmasa ve kalabalıklarla yüz yüze gelse ortaya çıkacak zararı tahmin etmek zor değildir. Ancak belli ki göstericiler kendilerinin haklı ya da haksız olduğuna bakmaksızın biz yürüyelim polis biz yaklaştıkça geri geri çekilsin, biz vuralım kıralım, kamu malına zarar verelim, yakalım, yıkalım, yağmalayalım… her ne yaparsak yapalım polis bizi sadece seyretsin ve asla müdahale etmesin şeklinde bir tavır takınmasını beklemektedirler. Oysa bu olayların maksadı daha ilk günlerden anlaşılmıştır ki gezi mezi değil, sivil bir darbe ile hükümeti düşürme meselesi olmuştur. Bu yüzden de tüm vatan sathına yayılmaya ve büyük bir kaos ortamı oluşturulmaya çalışılmıştır. Polisin ise görevi genel huzuru sağlamak ve korumaktır. Dolayısıyla polis bu tür olaylar karşısında müdahil olmak zorundadır. Müdahalenin en etkin ve en az zarar veren yöntemi de su sıkılması ve gaz kullanılmasıdır. Polisin kalabalığın içine dalarak müdahale etmesinin ne kadar vahim sonuçlar doğuracağı polisin silahını kullanma zorunda kalması sonucu bir kişinin ölmüş olması örneğinde görülmüştür.
Şimdi böylesi bir bağlamı ve kullanım biçimi olan gazın tamamen farklı bir bağlam ile Alo Fetva’ya sorulması ve oradan alınan cevapların farklı kombinelerle  bu kurumu yıpratıcı bir mahiyette haber yapılması hiç de ahlakî değildir.
Ahlak, diyanete olduğu kadar hepimize lâzımdır.
Ahlaksızlık her bir taraftan bizi kuşatacak olursa, ne ağzımızın tadı kalır ne hayatımızın tuzu.
Dua ile!
25.06.2013
GARİBCE

İşte Diyanet ile ilgili yapılan haber ve cevabı:

Yeni Çağ Gazetesi, 23/06/2013
Diyanet’ten acı fetva: Biber gazı caizdir!

Taksim Gezi Parkı olayları sonrası birçok ilde bulut oluşturacak kadar yoğun biber gazı kullanmaktan çekinmeyen polise Diyanet İşleri Başkanlığı dini açıdan arka çıktı. İşte Alo Fetva Hattı’nda yer bulan resmi görüş: Devletin güvenliğiyle ilgili meselelerde biber gazı kullanılır. En zararsızı oysa sıkıntı yok!
Dini açıdan sakıncalı değil
Polİsİn Taksim Gezi Parkı eylemlerinde göstericilere orantısız güç ve insan sağlığına zarar veren biber gazı kullandığı iddiaları gündemdeki ağırlığını korurken Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan müdahaleye fetva çıktı. Diyanet’in “Alo Fetva” hattından yapılan açıklamada, dini açıdan biber gazının kullanılmasının sakıncalı olmadığı vurgulanıyor.
En doğrusu, en zararsızı..
Açıklamada, “Her ülkede, bu tarz gösteri yapanlara, şiddete başvuranlara karşı savunma biçimi geliştiriliyor. Devletimiz de bunu yapıyor. Daha önce de duyuru yapıyorlar zaten, ‘Astım hastaları varsa alandan ayrılsın, biraz sonra müdahale edeceğiz’ diye. Yani biber gazı kullanılmasında bir sıkıntı yok. En zararsızı biber gazıysa en doğrusudur” deniliyor.

“Diyanet iyice aşındırıldı
Diyanet’in fetvasına İlahiyat Profesörü olan MHP’li Mustafa Erdem’den sert tepki geldi: Diyanet, bu dönemde olduğu kadar hiçbir dönemde aşındırılmadı. Son dönemlerde özellikle bazı konularda iktidara yakın olmanın verdiği cesaret veya anlayış gereği maalesef Diyanet hükümetin yaptığı her şeyi desteklemek, ona dini bir kılıf vermek durumunda kalıyor.


BASIN AÇIKLAMASI

Tarih: 24.06.2013
Ulusal yayın yapan gazetelerden “Yeni Çağ Gazetesi”nde bugün “Diyanet’ten acı fetva: biber gazı caizdir” manşeti ile yayınlanan dil, içerik ve sunum bakımından gerçekleri yansıtmayan  haber ile ilgili  Başkanlığımızca aşağıdaki açıklamanın yapılmasına lüzum görülmüştür.

“Diyanet’ten acı fetva: biber gazı caizdir” başlığıyla verilen haber incelendiğinde, gerek bilgi eksikliği ve bilgi yanlışlıklarıyla, gerekse iyi niyet ürünü olmadığı bir hayli açık olan ve istihzaya varan içeriğiyle haber metninin her şeyden önce sorunlu olduğu ortadadır. Haberin kurgusu ve dili dikkate alındığında, metnin son derece çalkantılı süreçlerden geçtiğimiz bir ortamda hangi amacın peşinde olduğunu kestirmek güçtür. En başta etik ilke ve sınırları hiçe sayan, aleni pervasızlığıyla dikkat çeken bu haber, sağlıklı bir bilgi kaynağına dayanmadığı gibi yorumlamalarında da oldukça özensiz ve savruk bir dil akışıyla gazetecilik ilke ve normlarının istismarı açısından kötü bir örnek olmuştur.

Alo fetva hattını farklı isimlerde 21 defa arayıp biber gazının orucu bozup bozmadığı gibi bir ilmihal sorusunu sorarak aldığı fetva ile ilgili cevabı Diyanetin Alo fetva üzerinden yaptığı açıklamaya göre formatıyla  “Diyanetten Acı fetva biber gazı caizdir” gibi bir yalan haberin Başkanlığımıza isnat edilmesi hiçbir ahlaki ilke ile bağdaşmadığı hususunu kamuoyunun takdirine bırakıyoruz.

Kaldı ki Alo fetva hattı kamu hizmeti vermek, vatandaşlarımızın bireysel sorularını cevaplamak üzere kurulmuş bir hizmet hattıdır. Gazete haberine mesnet teşkil edecek konuda ilgili birimimiz tarafından yapılmış her hangi bir açıklama söz konusu olmadığı gibi bu birimlerimiz aracılığıyla kamuoyuna herhangi bir şekilde açıklama da yapılmamakta, vatandaşlar tarafından kişisel düzeyde sorulan dini sorulara, fetva kriterlerinin bir gereği olarak hususi cevaplar verilmektedir.

Yapılan teknik incelemede 6 Haziran 2013 tarihinden itibaren sistematik bir şekilde aynı adresten her biri ayrı bir isimle olmak üzere toplam 21 kez “Alo Fetva Hattı”na ulaşıldığı, istenilen cevabı almak için de hiç tutarlılığı olmayan, zayıf ve din dünyasının terminolojisine bir hayli uzak sayılabilecek sorularla “fetva tedariki”ne tevessül edildiği anlaşılmaktadır. Değişik bağlamlarda aynı adres üzerinden hattımıza yöneltilen ve “biber gazının orucu bozup bozmadığı” sorusu etrafında çeşitlenen arayışlarda, alınan cevaplarla yetinmeyen gazetenin sonuçta kendi haberini kendisinin yazıp kurguladığı anlaşılmaktadır. Çünkü hile ve desise için bile olsa “Alo Fetva Hattı”na yöneltilen sorulara verilen cevaplara gazetede hiçbir şekilde yer verilmemiştir.

Bu vesileyle vurgulamak gerekir ki dini konuların medya ortamında nasıl ele alınması gerektiği, vatandaşlarımızın dini duygularını rencide etmekten neden uzak durulması gerektiği konusunda asgari düzeyde bile olsa sahip olunması gereken dikkat ve ihtimam, ne yazık ki söz konusu gazetede açıkça ihmal edilmiştir. Dini konuların ciddiyeti ve bugün yaşanan müessif olayların ortaya çıkardığı sonuçlar dikkate alındığında söz konusu gazetenin öncülük ettiği dilin mevcut sorunları ne ölçüde derinleştirme potansiyeli taşıyabileceği izahtan varestedir.

Kamuoyuna saygı ile duyurulur.

DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI

BASIN ve HALKLA İLİŞKİLER MÜŞAVİRLİĞİ
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...