30 Kasım 2013 Cumartesi

Bir ilahiyat profesörünün kürsüsü



Profesör olunca millet bizi bir şey olduk sanıyor.
Profesör diye her şeyi biliyor zannediyor.
Oysa profesörler hep doğruyu söylerler ama söyledikleri çoğu kez bir şeye yaramaz.
Çünkü özellikle kendimiz adına söyleyeyim profesör kürsüden anlatır. Bu kürsü yükseklerde bir yerdedir. Karşısındaki dinleyenleri hep kendisine “Hocam!” diye hitap eden ve saygıda kusur etmeyen ya da edemeyen talebelerdir. Çoğu kez bu talebeler hayatı bilmezler. O yüzden de can kulağı ile dinledikleri hocalarının –eğer dinliyorlarsa tabii- söylediklerinin hep mutlak doğru olduğunu düşünürler, onun her şeyi bildiğini sanırlar. Öğrendiklerinin yarın hayata atıldıkları zaman işlerine yarayacaklarını var sayarlar. Gerçi çoğunluk böyle düşünmez ve geçer not aldıktan sonra hocalarından aldıkları bilgileri içeren notları çöpe atmakta bir beis görmezler. Hani biz iyimser düşünerek onlara itimada sahip olduklarını var sayarak devam edelim.
Her nasıl ise hayata atıldıkları zaman gerçeğin soğuk nefesi yüzlerini yaladığı zaman uyanırlar ve çoğu kez şok olurlar. Çünkü bu gerçekliği daha önce hocaları marifetiyle tanımamışlardır. Ona karşı donanımlarının olmadığını görmüşlerdir. Takke düşmüş kel görünmüştür.
“Biz bunu görmüştük ya da duymuşluğumuz vardı, aslında hoca anlatmıştı ama…” gibi mazeretler onları kurtarmaz. Boylarının ölçüsü çoktan alınmıştır.
Diyanet ve tababet birbirine benzer demiştik. Hatta o kadar ki al birini vur ötekine diye de eklemiştik.
En iyi doktorlar, araştırma hastanelerinde yetişiyor. Hayatında hiç hasta görmeden doktor olmak imkansız oluyor. Doktorlar için hastalar, öğretmenler için öğrenciler her ne ise din görevlileri ve ulema için de cemaat o olmalıdır. İlahiyat fakülteleri talebelerini büyük ölçüde diyanet alanında istihdama hazırlamaktadır. İmam-Hatip ve Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenlerine de öğrenciler hoca gözüyle bakmaktadırlar.
Tıbbın muhatap kitlesi sağlığını kaybetmiş, hasta olmuş insanlardır. Sağlığını kaybetmeme endişesiyle de henüz hasta olmadan korunma amacıyla gelenler de onların müşterileri arasındadır. Buna mukabil dinin muhatap kitlesi hayatta olan herkes ve her kesimdir. Cemaat dar anlamda daha özel bir muhatap kitlesidir.
Hal böyle iken her nedense birbirinin aynı olmasına rağmen  tababette durum söylendiği minval üzere iken ilahiyat hocası çoğu kez kendisini salt bir bilim adamı görür ve kendisinin dar anlamda cemaate ve geniş anlamda da bütün insanlığa yönelik bir mesajının olması gerektiğini pek kale almaz.
Hayatında belki hiç imamlık yapmamış, vaaz etmemiş, konuşma yapmamış, dinî bir merasimi icra etmemiş ilahiyat hocaları vardır.
Oysa insanların beklentileri bu olan durumdan çok farklıdır.
Bir ilahiyat hocası uzmanlık alanı ne olursa olsun dini bilmelidir, bir yere kadar din ile ilgili yöneltilen soruları cevaplamalı, halkın derdine derman olmalıdır.
Vaktiyle bizim bir hoca arkadaşımız Ramazan ayında oruçla ilgili bir TV programına katılmıştı.  Bu arkadaşımız sosyal bilimci idi ve halkın oruca bakışını tespit amacıyla alan araştırması yapmış ve bu konuda uzman olmuştu.
Televizyonda o arkadaş kendisinin din tahsili yapmadığını, dini konularda uzman olmadığını söylemesine rağmen üst üste bir sürü oruçla ilgili dinî soruya muhatap olmuş “Bunları bana sormayın!” falan demesine rağmen orada epey hırpalanmış ve “Ne biçim ilahiyatçısın, bunları bilmiyorsun!” gibisinden zılgıt yemişti.
Halkın bakışı ve beklentisi böyle.
Biz ilahiyatçılar istesek de istemesek de konumumuz gereği asgari düzeyde de olsa dini bilmek zorundayız. Hani  tıpta uzmanlaşmadan evvel herkesin asgari düzeyde tıbbın her alanı ile ilgili bir bilgiye sahip olmaları gibi, bizimde böyle bir ortak zemine sahip olmamız gerekiyor.
Bu meyanda din dili ve aynı zamanda asırlar boyu bir medeniyet ve kültür dili olan Arapça’yı çok iyi düzeyde bilmeyen ilahiyatçıların olması aslında kabul edilebilir bir durum olmamalıdır. Keza bir İlahiyat öğrencisi de Arapçayı öğrenme konusunda isteksizlik göstermemeli, ben bunu mutlaka öğrenmeliyim diye bir irade koymalı, Arapça bilmesem de olur gibi bir anlayış yerine bilmemesini bir nakisa olarak görmeli ve en kısa zamanda telafi etmenin yollarını aramalıdır.
Bir ilahiyat hocası, Medya vaizlerinin çoğu kez yaptığı hataya da düşmemelidir. Hani eskiden kussas denilen bir sınıf varmış. Bunlar marifetiyle bugün pek çok mevzu hadise sahip bulunuyoruz.  Ölçüsüz, uçuk, kaçık, abartılı ve zorlaştırıcı bir din anlatımını halk seviyor. Buna mukabil hayatın içinden bir din anlatımı cazip gelmiyor. Çünkü uçuk kaçık bir din söyleminin nasıl olsa hayatında bir yeri olmayacağını, onun “mala davara bir zarar getirmeyeceğini” biliyor, varsın anlatsın, insanın hoşuna da gidiyor, eğleniyor. Böylesi bir din anlatımı bir tür afyon işlevi görüyor.
Buna mukabil hayatın içinden bir din anlayışının sunumu, ucu genelde bir özeleştiriye varan üslup revaç bulmuyor.
Söz gelimi bayram vaazı yapıyorsunuz. Çoğu insan belli ki vakit namazlarında yoktu, belki cumalarda da yoktu. İlk kez karşınızda yer almışlardı. İmdi siz oraya toplanmış yüzlerce - binlerce insanın ortak paydasını oluşturabilecek ve herkesi ilgilendirecek yapıcı, eksikleri giderici, telafi edici, öğretici, hatırlatıcı  bir söylem tutturmak yerine fırsat bu fırsat deyip sadece bayram namazına gelen insanlara neden vakit namazlarına gelmediklerini, neden cumada bulunmadıklarını bin bir hakarete varacak sözlerle yüzlerine çala çala yüklendiniz mi onlar sokulacak delik ararken bakıyorsunuz devamlı cemaat açıldıkça açılıyor, sizin onları haşlamanız onların öyle hoşlarına gidiyor ki, demeyin gitsin.
Oysa asıl derdimiz bizim merkezde olanlarla ilgili olmalı. Onlar iyi temsil edebilseydi, onlar güzel örnek olabilseydi ve de en başında tabii biz onlara  rol model olabilseydik  zaten böyle bir sonuç doğmazdı.
Bu medya vaizleri öyle ipe sapa gelmez şeyler anlatıyorlar ki… buna rağmen hepsi de müşteri buluyor. Sürüm mükemmel.
Ahlaklı olun, doğru olun, dürüst olun… demek bozuyor. Buna mukabil “Kim şu duayı okursa cennetin tam ortasından bir saray, şu kadar huri bu kadar gılman!” diye anlattınız mı sizden iyi din anlatan kimse olmuyor.
“Bak burada  yan yana iki tane cami var, ama umumi bir tuvalet yok. Oysa herkesin böyle bir hizmete ihtiyacı var. Gel sen cami yaptırma tuvalet yaptır, daha çok sevap alırsın!” desen seni defe koyup çalarlar. Çünkü Hz. Peygamber “”Kim bir kuş yuvası kadar da olsa bir mescit yaptırsa Allah ona Cennette bir köşk yapar!” diyor, derler ve  “Hiç gelip gidenin içine edeceği tuvaletten sevap olur muymuş!” diyerek üstelik de seninle kafa bulurlar.
İyi bir doktor olarak yetişmek emek istiyor.
İyi bir hoca olarak yetişmek de öyle.
İmkan yok mu? Var aslında ama çoğu kez heba ediliyor. Küçük görülüyor.
Dert çok gibi.
Niyetim başka şeyler yazmaktı.
Ama bahtımıza bunlar çıktı.
Dua ile!

30.11.2013

GARİBCE

29 Kasım 2013 Cuma

Huzur yuvada, boşuna başka yerde arama!


Bir Cuma namazını daha eda ettik. Allah kabul etsin, günahlarımıza kefaret kılsın.
Kazdal camiinde sohbet edecektim. Hutbe konusunu öğrenememiştim. Kürsüyü çıkarken öğrendim. Boşanma konusu imiş. Kendi kendime, “bu bize uyarmış ama..” dedim.  Hz. Peygamber’imizin âlemlere rahmet oluşundan bahsedecektim. Gene de  bir bağlandı kurup “pireye gelince” diye konuyu kendi alanına çeken pire profesörü gibi ben de ahlakla ilişkilendirerek evlilik ve boşanma konularına da girdim.
Huzurun adresi yuvadır, başka yerde aramayın! dedim.
Nasrettin Hocanın iğneyi evde yitirip de kolayına geldiği için dışarıda ışıklı yerlerde araması gibi yapmayın. Hoca aslında öyle yaparak bizimle dalgasını geçiyor. Ancak yuvanızda bulabileceğinizin huzur ve mutluğunuzu başka yerlerde aramayın, bulamazsınız, dedim,
Allah, eşlerimizin varlığını varlığının kanıtı sayıyor dedim. Evlenip eşini bulmanın amacını huzuru yakalamak olarak ifade buyuruyor, ancak bunun sonuna kadar sürdürülebilmesi için iki şarta dikkat çekiyor, dedim.
Biri meveddet yani sevgi, diğeri rahmet yani şefkat ve esirgeyicilik.
Sevgi olmadan beraberlikler yürümez. Şiddet ile bu iş olmaz. İllaki sevgi olacak. Ama her güzel şey gibi sevgi de sürekli değildir, onun da sürekli olabilmesi için mutlaka devamlı bir biçimde beslenmesi lazımdır. Sevgiyi besleyen şey ise şefkattir, esirgeyiciliktir ve saygıdır. Saygısız sevgi bir yere kadar devam eder, sonra yavaş yavaş sönmeye yüz tutar ve sonunda biter.
Sevgisiz beraberlikleri sürdüremezsiniz.
Saygısız sevgiyi bir ömür boyu yaşatamazsınız.
Sevgisiz çocukları evinizde tutamazsınız. Onlara saygı göstermeden de sevgilerini sonsuz kılamazsınız. Avucunuzdan kayar giderler. Eşleriniz, arkasını döner gider.
Ocağınız söner, yıkılan yuvanın enkazı altında çoğu kez masum yavrular kalır ve onlar da heder olur gider. Buna siz sebep olduysanız vebalini kaldıramazsınız, hesabını veremezsiniz.
Boşanma oranı hızla artıyor.
Boşanan çiftler her zaman karşılarındakileri suçlayana kadar biraz da kendi kendilerine baksınlar, acaba ne yaptım ki böyle bir sonuç doğdu desinler. Yeterince sevgim var mıydı, karşıdakine saygı da kusur etmiş miydim diye özeleştiri yapsınlar. Tabi asıl olan bunları yuva yıkılmadan yapabilmektir.
Peygamberimiz bize ahlaklı olmayı buyurdu. Kendisi yüce bir ahlak üzereydi ve Allah onu biz insanlığın ufkuna nümunei imtisal (rol model) olmak üzere koymuştu:
O “Allah de! Sonra dosdoğru ol!” buyuruyordu.
Evet, bütün hücrelerinle Allah deyip sonunda dosdoğru olabilmek işte Müslümanlık buydu. Özünde doğru olmak, niyetinde halis olmak, inançlarında doğru olmak, düşüncelerinde doğru olmak, duygularında doğru olmak, sözü doğru söylemek, yaptığın her bir şeyi doğru yapmak, elini doğru şeylere uzatmak, ayağını doğru istikamette atmak… Özünü doğru konuşlandırmak…”
İşte Müslümanlık buydu.
Her zaman anlatmaya çalıştığım benzer ahlakî esasları bir kez daha heyecanla anlatmaya, tekrar etmeye çalıştım. Nihayetinde vaaz ediyorduk. Ders anlatmıyorduk. İnsanlara bilmedikleri şeyleri öğretmek gibi bir kaygımız yoktu, vazifemiz hatırlatmaktı. Olur ya belki insanlar öğüt alırlar, etkilenirlerdi.
Allah tesirini halk etsin. Eskiler böyle dua eder ve konuşmacıyı tebrik ederlerdi.
Namazın bitiminde bir adam yanıma yanaştı ve “Hocam, kırk beş yaşındayım, ilk kez ahlaktan bahseden bir hoca gördüm!” dedi. Bir şey demedim.
Sevine miydim, çünkü anlattıklarımdan etkilendiğini söylemiş oluyordu.
Üzüle miydim, çünkü  bu yaşa gelmiş ilk kez ahlaktan bahseden bir hoca ile karşılaşmış. Bu gerçekten doğru ise çok üzücü olmalı dedim. Sonra kendi kendime “Bu doğru olamaz, ancak belli ki bizim konuştuklarımız, muhatap kitlesine yeterince ulaşmıyor, onların dilini yakalamak ve nabızlarını tutmak şeklinde Garibce’nin formüle ettiği şartları yerine getiremiyoruz. Yani anlattıklarımız ya cemaatin dilini yakalayamadığımız için anlaşılmaz bir şeyler oluyor, ya da nabızlarını tutamadığımız için onların dikkatlerini çekemiyoruz.
Onları heyecanlandırmadan, nabız atışlarını değiştirecek şekilde onların anlayabileceği bir dil ile ve dünyalarına nüfuz edecek bir biçimde konuşamadığımız sürece de bu etki oluşmuyor. “Kellim kellim la yenfa” der Araplar. Yani “Konuş konuş ama bir faydası yok!” Gene Araplar “Nesma ca’caa velâ nerâ tıhnen” derler. Yani “değirmenin sesi geliyor, anlaşılan taş dönüyor ama ortada un yok! Belli ki taş boşa dönüyor.
İşte böyle.
Bir cumayı daha arkada bıraktık.
Rabbim, üzerimizden tevfikını eksik etmesin. Esirgeyiciliği ile bizi korusun. Ahlakımızı güzelleştirsin.
Allah diyelim ve başka bir şey demeyelim. Ama Allah demenin hakkı her ne ise onun da gereğini yerine getirelim.
Dua ile!
29.11.2013

GARİBCE

27 Kasım 2013 Çarşamba

Vatanım da vatanım. İlle de vatanım!


Bu yazı dünkü sehpa ile ilgili yazının devamı sayılabilir.
Bir ceylan yavrusunun Aslanın gözündeki değeri bir lokmacık taze etten başka ne olabilir ki! demiştik.
Rahmetli dedemlerin gözünde taze çam fidesinin sürgün kılavuzunun değeri, muhtemelen güzel bir fırıştaktan ya da bir ağızlıktan ibaretti. Kalana acıdıklarından belli.
Bir çamın gövdesinden kaç tane bardak çıkardı.
Bu mezdadan amma da güzel loo olurdu.
Hele gôboyundaki meşeden amma da kağnı mazısı yapılırdı.
Her şeyin değerini, bakanın gözü belirliyor.
Savaşlar neden oluyor, insanlar neden birbirlerini öldürüyor.
Çünkü sizin için çok anlamlı olan bir şeye/ öbürü çok farklı bir gözle bakıyor ve senin uğrunda canını feda edebileceğin vatanına “Vay senin vatanına da ip tutanına da…” diye başlayarak sövebiliyor.
Ne bilsin senin için ne kadar değerli ve anlamlı olduğunu.
Hikaye askerlik hikayesi. Adamın biri askerlik boyu vatanım da vatanım der, başka bir şey demezmiş. Arkadaşlarına “İlle gelin görün, nasılmış benim vatanım!” diye ısrar edermiş.
Yıllar geçmiş, arkadaşlarından bir kaçı “Haydin gidelim ve bizim şu vatanı güzel arkadaşımızı ziyaret edelim” demişler. Sora sora bulmuşlar ama ne dağlar tırmanmışlar, ne beller aşmışlar. Sonunda köye varmışlar.
“Nerede bizim asker arkadaşı!” demişler “Tarlaya, çapa yapmaya gitti.” cevabını almışlar.  Sormuşlar soruşturmuşlar sonunda adamı bulmuşlar. Bulmuşlar bulmasına da ona nasıl ulaşacaklarına akılları bir türlü basmamış. Gördükleri manzara şöyle imiş:
Çok sarp bir yamaç, alt tarafı adam akıllı uçurum. Adam beline sağlam bir bağlamış, ipi yukarıda bir ağaca dolamış, ipin ucunu da hanımının eline vermiş, kendisi aşağıda görünür görünmez, sesi yankılanıyor, hanıma ipi sal diyormuş, aşağıya iniyormuş, ipi çek diyor böylece yukarı çıkıyormuş ve elindeki çapa ile, önlerine taşlar dizerek ve arkasına da toprak taşıyarak oluşturduğu yerlere dikmiş olduğu fideleri çapalıyormuş.
Arkadaşları bakmışlar, bakmışlar ve içlerinden biri kendisini tutamamış ve başlamış kalayı:
“Vay senin vatanını da, ip tutanını da buraları iskan eden atalarını da…!”
İmdi can pazarında fide çapalayan o vatan sevdalısı “Vatanım vatanım, ille de vatanım! diye canı gönülden bağlandığı bu yerin aslında hiç de öyle feda edilmeyecek türden ne menem bir şey olmadığını bilmez mi. Elbette bilir. Bilir bilmesine de amma işte gel gör ki, aklımız kalbimize söz geçiremiyor.
Allah, kalbimizi göğsümüze, ama aklımızı her şeyimizin üstüne ta başımıza koymuş. Vaziyet böyle iken böyle de ya bir de aklımızı belden aşağıya koysa idi, acep halimiz nice olurdu.
Marifet akıllı olmak değildir.
Marifet duygulu olmak da değildir.
Marifet bunları dengeleyebilmektir.
Dua ile!
27.11.2013

GARİBCE

Ah be sehpa! Sen neler de söylermişsin!


Bugün geç saatte ikinci öğretime dersim var. Sabah 07.30’da fakülteye gelmiştim. Çalış, çalış yoruldum. Saat 18.00 gibi bizim sahanlığa çıktım. Kütüphane binamızın birinci katında, ortada bir boşluk var, katlar boyu ışığın gelmesi için herhalde. Etrafında düşmesinler diye korkuluk, korkuluk kenarlarında da sıra sıra dizilmiş çiçeklerim var.
Çiçekler güneş göremedikleri için pek canlı değiller. Yeterince emek ve sevgi de görmüyorlar. Biraz bana küskün gibi duruyorlar.  Belli ki diplerine çöp atanlara da çok kızgınlar. Eskiden sigaranın serbest olduğu zamanlarda birçoğu sigarasını çiçeklerin dibindeki toprağa söndürürdü. Bu tedbir anlaşılan çiçeklere de yaradı.
Kabe etrafında döner gibi korkulukların etrafında dairevi birkaç tur attım.
-Aaa o da ne?! Bir sehpa! Ama bu sehpa bizim sehpa. Yıllar önce eşyaların çok kıymetli olduğu bir dönemimizde bir heyecanla özel olarak ustasına yaptırdığımız ve yıllarca kullandığımız ve sonra eşyaların yenilenmesi sonucu hanımın atmak istediği ve benim kıyamayıp fakülteye getirdiğim bir sehpa. Ben de İmam Ebu Hanife binamızda kaldığım sürece onu  kullandım. Sonra orası yıkılınca gene atamadım, yeni yerimize onu da taşıdım. Fakat oda iyice kalabalıklaşınca geçen yıl onu dışarıya çıkardım. Epeydir de görmüyordum. Gezinirken bir anda gözüme ilişti ve içimde garip bir duygu hissettim.
“Allah! Allah!” dedim. “Sonuçta basit bir sehpa ama, bak benim gözümde ne kadar farkı gözüküyor. Acaba başkalarının gözünde de öyle mi?”
“Dur denemesini yapayım!” dedim. Bir kız öğrencimiz geldi, tanıdık bir yüzdü. Çağırdım, “Gel bak bakalım, ne görüyorsun?” dedim. “Neye hocam!” dedi.
“Özelikle şu sehpaya!” dedim. Baktı baktı, “Çöplük gibi!” dedi. Haliyle eskiydi ve üzerinde de buruşturulup atılmış iki adet kağıt parçası vardı. “Yok!” dedim, “iyi bak, başka bir şey görebiliyor musun! Ya da sende bir şeyler uyandırıyor mu?!”
“Yook!” dedi.
“Haklısın”, dedim, “sonuçta basit ve eski bir sehpa. Ne tarihi değeri var ne de sanat eseri özelliği!”.
Biraz sonra bir erkek öğrenci geldi ve “Gel hele, bak bakalım şu sehpaya ne göreceksin!” dedim. O da baktı baktı, bir şey göremediğini söyledi. Sonra üzerindeki dalgalı desenlere baktı “Şurada bir bıyık gibi bir şey var sanki!” dedi. “Bu günlerde dinler tarihi ile ilgileniyorum, onun etkisiyle belki öyle sandım” diye ekledi.
Anladım ki, bizim sehpanın duygusal değeri sadece benim gözümde.
Ceylan yavrusu annesinin gözünde dünyalar tatlısı, aslanın gözünde bir gıdımlık sabah kahvaltısı!
Şimdi buradan bakınca adamın kırk yılık tarikatının, derneğinin, partisinin değerini sen söyle. Sevgili Abdullah Köşe ağabey, Altunizade Camii’nde imamlık yaparken adamın birine tarikatlarla ilgili bir iki saat konuşmuş. Adam Abdullah Hocayı çok seviyor ve onun söylediklerinin aklına yattığını da anlıyor. Ama neylesin ki Hocanın konuştuğu tarikat ile kırk yıllık gönül bağı var. Adam sonunda  “Bak hocam, seni çok severim, dediklerin de doğru, aklıma yatmadı değil. Fakat senin bu bir saatlik konuşmana sebep kırk yıllık tarikatımdan vazgeçemem!” der.
Öyle kolay mı sanırsınız, bir ömür boyu nesilden nesile tevarüs edilen gelenek, görenek ve inançlardan “Aha Müslüman oldum, bak Eşhedü ellâ ilâhe illallah” demekle bir anda sıyrılsın ve kafasındaki her düşünceyi, gönlündeki her duyguyu, kalbindeki her inancı bir çırpıda elbise çıkarır gibi çıkarıp atsın.
Garibcem köhne bir sehpadan vazgeçemiyor, kaldı ki insanlar bir tarih boyu tevarüs edegeldikleri geleneklerinden, alışkanlıklarından  vazgeçsin.
“et-Tahliyetü kable’t-tahliye” der Araplar. Yani bir şey bezenmeden önce temizlenmeli, içindeki hır hış atılmalı, her ne pislik varsa kazılıp süpürümeli, ondan sonra süsleme işine başlanmalı.
El-Hak doğrudur ve haliyle işimiz zordur.
Dua ile!
27.11.2013

GARİBCE


24 Kasım 2013 Pazar

Cennetliğim diye avunma! İlk atışta hiç kertiş vurdun mu?


Garibce’nin köyü Orta Toroslar’da. İki derenin birleştiği   bir yerde. Köyün aşağısına doğru dere boyu her iki taraf da dik ve yüksek yamaç ve tamamıyla kayalık. Yaya yürünecek yol yok. Say derler. Kaypak ve sarp kayalık olduğu için. Çocukluğumuz yazları derelerde çimmekle geçti.  
Bu sarp kayalıklarda bizim kertiş dediğimiz bir hayvan var. Bu hayvan, tam kayanın ucuna çıkar ve devamlı üfler gibi yapar. Biz nerede bir kertiş görsek mutlaka hemen taşa sarılır ve onu ilk atışta vurmaya çalışırdık. Çünkü eğer ilk atışta vurabilirsek doğru cennete gideceğimize inanırdık. Hep öyle söylerlerdi. Büyüklerden öyle duyardık. Buna karşılık ondan cüsse olarak daha küçük ve kuyruğu daha ince ve uzun, pürüzsüz olan kertenkeleye ise asla dokunmazdık. Eğer yakalayabilirsek ona elimizi öptürmeye çalışırdık. Kertenkeleyi çok severdik. O bizdendi.  Kertiş ise düşman.
Neden öyle idi?
Çünkü inanırdık ki kertiş Hz. İbrahim ateşe atıldığı zaman bütün canlılar söndürmek için çalışırken o ateşine üflemiş. Şimdi haydi gel sen de gayreti diniye ve enbiya muhabbeti  ile dopdolu olan bir çocuk olarak kertişi sev. Ama buna mukabil, kertenkele ise kendi cirmine bakmadan Nemrud’un ateşini söndürmek için ağzında su taşımış.
Her ikisi de hala o günkü hareketlerini yapmayı sürdürüyorlar. Hele kertiş, o kadar açık ki, kayanın ille de ucuna çıkıyor ve oradan üflüyor. Demek ki ateşe iyice yakın olmaya da çalışmış.
Seni gidi lanet olasıca seni!
Aradan yıllar geçti, çocukluktan çıktık ve okuduk, tahsilimizi yaptık. Aaa! O da ne? Bizim kertiş muhabbeti hemen hemen aynısıyla bizim kitaplarda da var. Hem de hadis şeklinde.  Hz. Peygamber  onu “fuveysık”  (muzır) diye adlandırmış ve “ilk atışta vurana şu kadar sevap, ikincisinde vurana bu kadar, üçüncüsünde vurana da şu kadar sevap var” buyurmuş ve hem de aynı gerekçeyi o da anmış. “Çünkü” buyurmuş, “bütün canlılar İbrahim’in içine atıldığı ateşi söndürmeye çalışırken o ateşi harlandırmak için üflemişti”.[1]
Katır da odun taşıdığı için lanetli olmuş ve soyu kendisinden sürmemiş.
Görüyorsunuz ya, meğer biz daha çocuk iken neler biliyormuşuz.
Kültür, demek ki böyle bir şey oluyor.
Biz, Torosların içinde derin bir vadide yaşasak bile  ne de olsa aynı kültürün çocuklarıyız.
Bizim sahih hadis kaynaklarında geçen bu hadisin, bizim için ne değer ifade ettiği tabi ayrı bir konu. Ancak hemen şunu söyleyelim ki Hz. Peygamber de bizim gibi belli bir kültürün içine doğmuş ve onun içinde büyümüştü.
Google’da görsel olarak dabb’a (keler) yine baktım.  Anadolu insanının onu yemesi çok zor. Nitekim Hz. Peygamber  de yemedi. Ama sofrasında yiyenlere de bir şey demedi.  Etrafında yiyenler olmadığı için “İçim çekmiyor!” buyurdu.
Çekirgenin ise Araplarca ne kadar özlenen bir yiyecek olduğunu biliyorum. Bizim şeriatımızda çekirge, boğazlanmadan yenilmesi helal olan bir hayvan oluyor.
İmdi, bütün bunları kültür ile izah etmek Garibce nazarında daha hikmetlice geliyor. Bütün dünya halklarını, Arab’ın  kültürü içine sokmaya çalışmanın da dar geleceğini ve sonuç vermeyeceğini sanıyorum.
Çekirge yemedim. Ama herhalde kertiş öldürmüşümdür. İlk taşta vuracak kadar da atıcı değildim.  Şimdi gençlikte şöyle böyle demenin anlamı da yok.  Gençliğimde de çok becerikli değildim.
Ama boynumdan hiç eksik etmediğim bir cücük (kuş) lastiğim vardı.  Onda galiba fena değildim.
Kim bilir nice yuvalar bozmuşuzdur.  Kertişin sevabı onların günahını denkler mi bilinmez. Allah affetsin.
Dua ile!
24.11.2013
GARİBCE


Üstteki kertenkele, alttaki vezag = kertiş

[1] صحيح مسلم ـ مشكول وموافق للمطبوع - (7 / 42)  عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- « مَنْ قَتَلَ وَزَغَةً فِى أَوَّلِ ضَرْبَةٍ فَلَهُ كَذَا وَكَذَا حَسَنَةً وَمَنْ قَتَلَهَا فِى الضَّرْبَةِ الثَّانِيَةِ فَلَهُ كَذَا وَكَذَا حَسَنَةً لِدُونِ الأُولَى وَإِنْ قَتَلَهَا فِى الضَّرْبَةِ الثَّالِثَةِ فَلَهُ كَذَا وَكَذَا حَسَنَةً لِدُونِ الثَّانِيَةِ ».
سنن ابن ماجة ـ محقق ومشكول - (4 / 381) 3231- عَنْ سَائِبَةَ مَوْلاَةِ الْفَاكِهِ بْنِ الْمُغِيرَةِ ، أَنَّهَا دَخَلَتْ عَلَى عَائِشَةَ فَرَأَتْ فِي بَيْتِهَا رُمْحًا مَوْضُوعًا ، فَقَالَتْ : يَا أُمَّ الْمُؤْمِنِينَ مَا تَصْنَعِينَ بِهَذَا ؟ قَالَتْ : نَقْتُلُ بِهِ هَذِهِ الأَوْزَاغَ ، فَإِنَّ نَبِيَّ اللهِ صَلَّى الله عَليْهِ وسَلَّمَ أَخْبَرَنَا : أَنَّ إِبْرَاهِيمَ لَمَّا أُلْقِيَ فِي النَّارِ ، لَمْ تَكُنْ فِي الأَرْضِ دَابَّةٌ ، إِلاَّ أَطْفَأَتِ النَّارَ ، غَيْرَ الْوَزَغِ ، فَإِنَّهَا كَانَتْ تَنْفُخُ عَلَيْهِ ، فَأَمَرَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى الله عَليْهِ وسَلَّمَ بِقَتْلِهِ.

Din dilinde kadın sorunsalı!

Kadın dedi Garibce adını andı
Köz oldu bak gene dili yandı

Kadın konusu yemek gibi değil, hani yiyince doyarsın, yemek de biter.
Galiba daha çok sakız gibi; çiğne babam çiğne. Ne bittiği var ne de biteceği. Kazandırdığı şey ne? Bir hiç. Çenemizin yorulmasından gayrı bir fayda sağladığı yok. Bunu bile bile gene de sakız çiğneriz. Ondan tuhaf bir haz alırız. Arada bir de şişirip patlattın mı, oh be! Keyfine diyecek olmaz.
Garibce bunun kitabını yazdı. (Tesettür Meselesinden Turban Sorununa, İz Yayıncılık, İstanbul 2007)
Garibce çeşitli vesilelerle pek çok yazı da yazdı.
Ve Garibce hâlâ yazıyor ve yazacağa da benziyor. Galiba Garibce de sakız çiğnemeyi seviyor.
Efendim, bugünlerde Buharî ve Müslim’in üzerinde ittifak etmiş oldukları hadisleri bir araya getirmiş olan ve zengin dipnotlarıyla da açıklamalı olan Muhammed Fuâd Abdulbâkî’nin el-Lü’lü ve’l-mercân (Beyrut 1986) adlı üç ciltlik kitabını kendime vird edindim onu okuyorum. Üç ciltlik bu kitabı bitirmek üzereyim. “Amellerin en hayırlısı az da olsa devamlı olandır” deniyor ya. Gerçekten de bu tür okumalar, az az ama sürekli yağan yağmur gibi verimli de oluyor.
Diyeceksiniz ki “Garibce bu kitabı daha yeni mi okuyor”? doğrusu biraz öyle. Daha önce de ondan istifade etmişliği oldu, ama satır satır, notlar alarak okuması yeni oluyor.
Aldığım notlar arasında tabii ki kadın konusu da var.
Az önce okurken bir hadis geldi. Kadının uğursuzluğunda bahsediyordu. Buharî’ye baktım. Orada arka arkaya şu hadisler var:
“Uğursuzluk ancak şu üç şeydedir: Kadın, at ve ev!”
Ama bir sonraki hadis ise şöyle: “Eğer bir şeyde uğursuzluk var ise kadın, at ve evde olmalı![1]
el-Lü’lü ve’l-mercân sadece bu ikincisini almış.
Ben, bu iki hadis arasında sıhhat analizi yapmayacağım.
Hadisler söz konusu olunca şunu bilmekte yarar vardır: Aynı konuda benzer ama farklı hadisler ile karşılaştığımızda bunun sebebini şöyle izah edebiliriz. Olay benzer şekilde tekrarlanmıştır ve dolayısıyla Hz. Peygamber birinci olayda söylediği sözün bir benzerini ikinci olayda ama farklı bir şekilde söylemiştir.
Ya da aynı olaya tanık olan raviler, daha sonra olayı kendilerinden sonra gelenlere aktarırken kendi anladıklarını ve hata bazen kendi yorumlarını katarak da nakletmişlerdir.
Bu ikinci ihtimal daha yaygın ve güçlüdür.
Bir kere hiçbir hadisin “Hz. Peygamber’in ağzından çıktığı gibi” aktarılmış olduğunun garantisi yoktur. O yüzden gelenekte bir âyet okunduğu zaman “Sadakallahu’l-azîm fîmâ kâl” denirken, Hz. Peygamber’e ait bir hadis anıldığı zaman arkasından –eminim ki şimdiye kadar hutbelerde buna tanık olmuşsunuzdur- “sadaka Rasûlullah fîmâ kâl ev kemâ kâl” denilmektedir. Yani Kur’an ile ilgili “Allah hak buyurdu!” denirken  hadis söz konusu olduğu zaman “Rasûlullah bu sözünde ya da benzeri ifadesinde hak buyurmuştur!” denir.
İşte bu yüzden de Hadisler’le sahih bile olsalar dilde istişhadda bulunulmaz. Yani bir kelimenin anlamı ve kullanımı konusunda Arap şiirinden, Kur’an’dan, darb-ı mesellerden kanıt getirilir, ama hadislerden getirilmez. Sözünü ettiğimiz yani tırnak içinde hadis diye nakledilen sözün bizzat Hz. Peygamber‘in ağzından çıkmış olduğunun garantisi olmadığı gerçekliği yüzünden, kendisi “Arapların en fasihi” ya da “Dât harfiyle konuşan kavmin en fasihi” olmasına rağmen, onun sözleri dilde kanıt olarak kullanılmaz.
Meşhur hadislerin zaman içinde özellikle de rıhleler (ilim/ hadis yolculukları) sonucu lafzında bir benzeşmeye gittiği ve bir süreç dahilinde standartlaştığı erbabının malumudur.
Sahih hadislerin ilmî değeri “zan” ifade etmektir. Bu da yüzde ellinin üzerinde ama yüzde yüz olmayan bir bilgi demektir. Bu kadarı amel için yeterlidir, ancak yüzde yüzlük kesin bilgi gerektiren inanç tesisi ve furu-ı fıkhın da genel esaslarını, ilke ve umdelerini belirlemek için yeterli değildir. Bu alanda mütevatir ve istikra yöntemi (tümevarım) ile elde edilen katî esaslara ihtiyaç vardır.
“Gene Garibce yoldan çıktı aldı başını gidiyor” dediğinizi duyar gibiyim.
Sadede gelelim.
Şimdi bu iki hadis aynı şeyi mi söylüyor, yoksa farklılık mı arz ediyor.
Birinci hadis, kesin bir biçimde kadın, at ve evde uğursuzluk olduğunu söylüyor.
Ancak hemen şunu belirtmeli ki -velev ki böyle anlaşılsa bile- uğursuzluğun bunların bizatihi kendilerinde değil, sebep oldukları neticeler itibariyle öyle olduklarının ifade edildiği şarihler tarafından da yorumlanıyor: Yani “kadın doğurmuyor ve bir eş olarak kendinden beklenileni vermiyorsa, at cihad ve benzeri hayır hizmetlerinde kullanılmıyor ise ve ev de dar olması, çürük olması, komşularının kötü olması gibi içinde yaşayan kimseye saadet getirmiyorsa ko gitsin!” anlamında yorumlamak gerekiyor.
İkinci hadis ise çok daha farklı bir anlam içeriyor. Bir kere uğursuzluk telakkisinin olmadığını, eğer olsaydı o takdirde bu sayılanlarda olacağını ifade ediyor.
Nitekim Hz. Aişe, Ebu Hüreyre’nin de benzer şekilde rivayette bulunduğu kendisine söylenince pek kızmış, onu yanlış anlamakla itham etmiş ve Hz. Peygamber’in sözünde “Cahiliye döneminde olan bir olgudan bahsettiğini” ifade etmiştir.[2]
Bu durumda, ikinci anlayış İslam’ın uğursuzluk inancı karşısındaki genel telakkisine daha uygun düşüyor.
Garbce’nin kanaati odur ki bu ikinci anlamı beyan için söylenmiş bu söz, birinci hadisin ravisi tarafından bir vakıa olarak toplumda var olan kültürel bir gerçeklik penceresinden süzülerek  o zatın kulaklarına, oradan zihninde mevut olan algı doğrultusunda belleğinde yer etmiş ve zamanı gelince de  gene aynı pencereden süzülerek dilinden dökülmüş ve başkalarıyla paylaşılmıştır.
Yoksa Hz. Peygamber kadın, at ve evi özü itibariyle neden uğursuzluk kaynağı saysın ki!
Mutluluğun bunlarsız pek olmayacağını herkes bilir de Hz. Peygamber mi bilmez!
Kaldı ki Hz. Peygamber’in insanın mutluluğunda bunların ne denli paylarının olduğuna dair pek çok beyanları vardır: “Bütün dünya bir yana saliha bir kadın bir yana!”[3] anlamına gelecek sözlerini burada hatırlatmak yeterlidir.
İmdi bu örnek de gösteriyor ki, bizdeki kadın sorunsalı çok derindir, mudıldır. Kaynaklarda başlamaktadır. Bir de buna yorumlar binince vay anam vay, vay  ki ne vay! Çık bakalım içinden artık nasıl çıkacaksan.
Çıkamasak bile bulunduğumuz yerle ilgili farkındalık da bir artı durumdur. En azından, çöplükte köpeklerle sarmaş dolaş olan sarhoşun kendini cennette huri gılman ile birlikte sanması gibi olmaktan iyidir.
Çözüm mü dediniz?
Ha, ben de “zaman” dediniz sanmıştım.
Hem her şeyi Garibce çözecek değil ya!
Sarkıntılık yaptığı kadına mesaj vermek amacıyla öpüp durduğu ve neden dendiğinde de “adı Muhammed de ondan!” dediği çocuğu yerine, sokaktan tutulup getirilen eli yüzü kirli, sümüklü çocuğu öpmesi istenen adam “Muhammed ümmeti yalnız ben miyim, onu da mübaşir öpsün!” demiş ya hani.
Garibce de onu söylüyor.
Dua ile!
24.11.2013
GARİBCE




[1] صحيح البخاري ـ حسب ترقيم فتح الباري - (4 / 35) 2858- حَدَّثَنَا أَبُو الْيَمَانِ ، أَخْبَرَنَا شُعَيْبٌ ، عَنِ الزُّهْرِيِّ ، قَالَ : أَخْبَرَنِي سَالِمُ بْنُ عَبْدِ اللهِ أَنَّ عَبْدَ اللهِ بْنَ عُمَرَ ، رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمَا ، قَالَ : سَمِعْتُ النَّبِيَّ صلى الله عليه وسلم يَقُولُ إِنَّمَا الشُّؤْمُ فِي ثَلاَثَةٍ فِي الْفَرَسِ وَالْمَرْأَةِ وَالدَّار.
2859- حَدَّثَنَا عَبْدُ اللهِ بْنُ مَسْلَمَةَ ، عَنْ مَالِكٍ ، عَنْ أَبِي حَازِمِ بْنِ دِينَارٍ عَنْ سَهْلِ بْنِ سَعْدٍ السَّاعِدِيِّ ، رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ ، أَنَّ رَسُولَ اللهِ صلى الله عليه وسلم قَالَ : إِنْ كَانَ فِي شَيْءٍ فَفِي الْمَرْأَةِ وَالْفَرَسِ وَالْمَسْكَنِ. 
[2] وَقَدْ أَنْكَرَتْهُ أُمُّ الْمُؤْمِنِينَ عَائِشَةُ - رَضِيَ اللَّهُ عَنْهَا - عِنْدَمَا سَمِعَتْهُ وَاعْتَبَرَتْهُ مِنْ أَوْهَامِ رَاوِيهِ ، وَأَنَّهُ قَدْ أَخْطَأَ فِي رِوَايَتِهِ . فَقَدْ رَوَى أَحْمَدُ أَنَّ رَجُلَيْنِ مِنْ بَنِي عَامِرٍ دَخَلا عَلَى عَائِشَةَ فَقَالا : إِنَّ أَبَا هُرَيْرَةَ قَالَ : " الطِّيَرَةُ فِي الْفَرَسِ وَالْمَرْأَةِ وَالدَّارِ " فَغَضِبَتْ غَضَبًا شَدِيدًا وَقَالَتْ : " مَا قَالَهُ " . وَإِنَّمَا قَالَ : < إِنَّ أَهْلَ الْجَاهِلِيَّةِ كَانُوا يَتَطَيَّرُونَ مِنْ ذَلِكَ > .الموسوعة الفقهية: 25/331
[3] صحيح مسلم ـ مشكول وموافق للمطبوع - (4 / 178) 3716 - عَنْ عَبْدِ اللَّهِ بْنِ عَمْرٍو أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- قَالَ « الدُّنْيَا مَتَاعٌ وَخَيْرُ مَتَاعِ الدُّنْيَا الْمَرْأَةُ الصَّالِحَةُ ».

22 Kasım 2013 Cuma

Cuma bereketi: Salih Tuğ Hoca ile hasbihal!


Bugün Cuma!
Çok bereketli bir gün olarak başladı.
Komşum adına çok sevindirici bir işle başladım. Malatyalı komşumun  kuru kayısılarını arkadaşlara tanıtımda yardımcı oluyorum.
Sonra onu elindeki yüklerle (kayısı-ceviz) gideceği yere bıraktım.
Fakülteye geldim, Salih Tuğ hocayı gördüm. Fal-ı hayır var bizde. Dedim işler inşallah yolunda.
Hoca haza delikanlı.
Ben üşüyorum. Hoca üzerinde ceketle indi arabadan. Odasına girince de çıkardı, hırkasıyla duruyor. Bina soğuk.
Epey bir dertleştik.
Bilmeyenler için söyleyeyim hoca bizim kurucu dekanımız. Daha önce de Yüksek İslam Enstitü müdürlerinden. Hamidullah’ı Türkiye’ye tanıtan adam. Şu anda bizim alanda yetişmiş olan her hocanın bir dönemde belki jürisinde bulunmuş yahut bizzat danışmanlığını yapmış bir büyük ilim ve ahlak adamı. Bunca idareciliğine rağmen onun aleyhinde bir söz edeni şimdiye dek duymadım.
Ona el-Mevsûayı Fıkhiyye’yi satmayı denedim. “Biz” dedi “daha güncel şeylerle uğraşıyoruz!” Sonra aslen Mısırlı olan Yahya Abdurrahman adlı bir Amerikalı profesörün İslam Bankacılığı Teknikleri ile ilgili hacimlice bir kitabını (The Art of İslamic Banking and Finance) Türkçeye kazandırmaya çalışıyormuş. Onu gösterdi. Az kalmış, yeni yılın başında kisve-i tab’a bürünebilirmiş.
“-Hocam, odanıza hani şu sizin meşhur fiş kataloglarınızı içeren çekmecelerinizi görmeye gelen oldu mu!?” dedim. 
“-Yok!” dedi. “Gelen olmadı”.
Bitirme Ödevi dersimiz var. Geçenlerde sınıfımda bilgi fişi, bibliyografya fişi bahislerini anlatırken öğrencilere “Gidip Salih Tuğ hocanın odasına varacaksınız, hocanın elinden öpeceksiniz, benim de selamımı söyleyeceksiniz ve ‘Hocam sizin meşhur fiş çekmeceleriniz varmış, onu görmek ve sizin engin tecrübelerinizden yararlanmak istiyoruz’ diyeceksiniz. Hoca cömerttir de, size kayısı falan ikramında da bulunur” demiştim.
Bak şu keratalara ki içlerinden biri dahi olsun hocayı ziyarete gelmemiş. Ben onlara yapacağımı bilirim.
el-Mektebetü’ş-Şâmile’nin kullanımını bir meleke halinde öğrenmelerini şart koşmuştum, artık bilsinler ki “Bernamec-i şahane” el-Mevsûa el-Fıkhiyye’den de sorumludurlar. Duyduk duymadık demesinler. Aha buradan ilan ediyorum!
“-Hocam!” dedim, “Niye böyle! Neden bu çemberi kıramıyoruz. Oysa bu çocuklar oldukça zeki”.
Hoca: “Galiba bunlarda araştırma zekası yok!” dedi ve kendi çocukluğundan bahsetti. Hırsız polis oyunu oynarlarmış. Takım halinde hem eğlenirler hem de araştırıcı zekalarını geliştirirlermiş. “Ben içlerinde en iyisiydim. Çok iyi saklanır, kamufle olur ve yakalanmadan hep hırsızları yakalardım. Onların nereye ve nasıl saklanabileceklerini düşünürdüm, zekamı kullanırdım.” diye anlattı ve  “Yoksa bu çocuklar yeterince oynamıyorlar mı?” diye de sordu.
Onu bunu bilmem amma, bu çocuklar genelde kırsal kesimlerden geliyorlar, medeni cesaretleri yeterince gelişmemiş oluyor. Hocaya kendimden örnek verdim. Vaktiyle Haseki mezuniyet töreninde talebeler adına konuşmayı ben yapmıştım ve o zaman dekan olan Salih Hoca da tören sonrasında beni tebrik etmiş ve fakülteye gelerek görüşüp daha yakından tanışmamızı istemişti. Ben de ondan cesaret alarak gelmiş ve hocayı görmek istemiştim. Hocanın kapısında bir gardiyan gibi iş gören bir santral memuru vardı: Ümit. Rahmetli olmuş! Ben Ümid’i aşıp da hocayla görüşememiştim. Şimdi düşünüyorum da çoğu benim gibi olan bu çocukların bu haleti ruhiyeyi üzerlerinden atmaları kolay değil, ama bunu başarmak zorundayız. Öğrencilerimizin girişken, araştırıcı, fırsat kollayıcı  olmaları lazım. Bir zaman sonra “Ben Salih Hoca’yı görmüştüm!, Hatta odasına da gitmiştim, Hocanın pantolonunun sağ cebinden sarkan bir çakı bıçağı vardı” demenin bile ne kadar önemli bir şey olduğunu öngörebilmeleri lazım.
Tabi herkesin bu arzulanan durumun oluşması için katkıda bulunması gerekiyor. Biz hocalar olarak bu çocuklara değer vermek ve onların odalarımıza rahatça girip çıkmalarına zemin hazırlamak, onlara ikramda bulunmak, her gördükçe selam verip hal hatır sormak ve özellikle derslerde kendi doğrularımıza itiraz da etseler onları yüreklendirmek gibi tavırlarla onlara müzahir olmamız lazım.
Öte yandan benzer şekilde cemaatlerin de aynı hassasiyeti göstermeleri gerek. Ama olan her zaman öyle değil. Fakülteye daha düşmeden havada cemaatler tarafından kapılıyorlar onlar da bu çocuklara birer at gözlüğü takıyor, çoğu kez kendilerine özgü programlara boğuyorlar, hocalara karşı şartlandırıyorlar. Talebeler oraya gitme, buraya gitme, şunu yapma bunu yapma  kabilinden sıkı bir denetim altında oluyorlar. Dolayısıyla İstanbul gibi muazzam bir imkan sonuçta çocuklar için ha var ha yok haline dönüyor.
Beni dinleyince “Bak bu da önemli!” dedi hoca. Bir müddet daha muhabbet ettikten sonra Hoca itina ile kuru kayısı kutusunu çıkardı, “Bak şu büyük, şunu al! Hem bir tane daha al!” diye cömertliğini de göstererek bize maddeten de ikramda bulundu. Vaktiyle binlerce dolarlar verip almış olduğumuz muhtemelen üretimden kaldırıldığı için çöplük üssü olarak kullanılan Türkiye’ye ihraç ettikler Macintosh Plus’un bir sonraki modeli Classic'in hatıra fotoğrafını da çekip ayrıldım.
Çıkar çıkmaz İsmail hocayı gördüm, el eyledi. Kahve hazırmış, Abdullah hocanın ikram dolu masasında hem kahvemizi içtik hem de bu arada  hocanın bilgisayarına Mevsûayı yükledik ve kurduk. Herkes gibi o da emeğe maşallah dedi. Ayrıca hoca benim USB’deki bir hatayı da düzeltti.
Oradan da ayrıldım ve aha şimdi odamdayım.
Garibceyi besliyorum.
Bugün Cuma!
Çok bereketli bir gün olarak başladı.
İnşallah bereketli bir gün olarak da biter.
Cümlenize sağlık, huzur ve mutluluk dolu bir Cuma günü diliyorum.
22.11.2013

GARİBCE






21 Kasım 2013 Perşembe

Çocuklar arasında ayrımcılık!


İnsan ve mülkiyet hakkı arasında güçlü bir ilişki olmalı. Belli ki özümüze mal tutkusu yerleştirilmiş. İyi ki de yerleştirilmiş. Bu tutkuyla koşuşturacağız derken belli bir yaşa geldiğimizde bir hayli malımız olabiliyor. Sonra da bu malı ne yapacağız kaygısı başlıyor.
Bir tarafta ona göz dikenler, diğer tarafta da bizim kendi yapmak istediklerimiz oluyor.
Hesabını bizim vereceğimiz mallar, bu mallar. Hem nasıl kazandığımızın hem de nasıl harcadığımızın sorusu sorulacak deniyor. Öyle olunca da helal-meşru yollardan kazanmak için çaba göstermek lazımdır. Hem de gene meşru yollara harcamak gerekmektedir.
Kişinin mal varlığı arttıkça ailesine genişlik yaşatması iyi bir şey deniyor. Yoksul iken yaptığımız harcamaların aynısını varsıl iken de sürdürmeye çalışmak, nimete şükür gibi görülmüyor. “Allah, nimetlerinin eserini kulunun üzerinde görmeyi sever” deniyor.
Kişinin malı harcamada en çok arzulu olduğu konuların başında belki de sevdiklerini kayırmak ve onlara destek olmak geliyor.
Kişinin arkasında bırakacağı çocukları ve torunları herhalde en çok sevilenlerin başında gelir ve biriktirmiş olduğu mal varlığının onlara intikal edeceğini bilmesi kişiyi rahatsız etmez aksine daha fazla memnun eder ve buna sebep de kendi ihtiyaçları bitse bile çalışmasını ve kazanmasını sürdürür.
İmdi kişi özellikle çocukları arasında bir ayrım yaparak daha kendisi henüz hayatta iken  malını ya da bir kısmını içlerinden birine bağışlayabilir mi?
Buna hukuk açısından bakıldığı zaman cevap elbette yapabilir şeklindedir. Çünkü kişi kendi kazandığı malı hali sıhhatinde istediği gibi harcayabilir. Fiil ehliyetinin tam olması halinde buna herhangi bir mani yoktur.
Ama işin bir de diyanî/ ahlakî boyutu vardır.
Bir babanın çocukları arasında ayrımcılık yapması diyaneten hoş karşılanmaz. Nitekim böyle bir uygulama Hz. Peygamber zamanında da olmuş. Olay şöyle: en-Numan b. Beşîr anlatıyor: Babam bana bir malını (köle) bağışlamıştı. (Annem Amra Bint Ravâha) babamdan  beni Hz. Peygamber’e götürüp, bu bağışa onu şahit kılmasını istemiş. Babam beni götürdü ve Hz. Peygamber’e “Bu çocuğuma bana ait bir köleyi bağışladım. Bu bağışa (çocuğun annesinin isteği üzerine) senin tanık olmanı istiyorum!” dedi. Hz. Peygamber: “Senin başka çocukların var mı?”  diye sordu. O da “Var!” deyince Hz. Peygamber “Peki diğer çocuklarına da aynı şekilde bağışta bulundun mu?!” diye sordu. Babam da “Hayır!” deyince Hz. Peygamber “Allah’tan korkun ve çocuklarınız arasında adaletli davranın! buyurdu ve ekledi: “O takdirde buna beni tanık kılma, başkalarını şahit tut. Ben haksız bir işleme tanık olamam!” buyurdu. Rivayetlerde Hz. Peygamber’in ona “Çocuklarının sana iyilik yapmaları konusunda ayrımcılık yapmaları hoşuna gider miydi!” dediği ve hayır cevabını alması üzerine de “Öyle ise senin de ayrımcılık yapman doğru olmaz” buyurduğu da ifade edilmektedir.
Bu örnek olayda da görüldüğü gibi Hz. Peygamber’in “Olaya beni değil başkasını şahit tut!” demesi bu uygulamanın hukuken geçerli olabileceğini gösterir. Ancak diyaneten/ahlaken bir babanın çocukları arasında ayrımcılık anlamına gelecek ve “adalet” ilkesiyle bağdaşmayacak bir davranışta bulunması asla tasvip edilebilecek bir durum olamaz.
Burada şunu da belirtmekte yarar vardır: Adalet, her zaman eşitlikle sağlanmaz. Çocuklar arasında eşitlik bazen adalet ilkesine uygun düşmeyebilir. Söz gelimi çocuklar içerisinde hali vakti iyi olanlar olur, gerçekten bakıma muhtaç durumunda olanlar olabilir. Bu durumda ille de eşitlik ilkesine uymak gibi bir gereklilik söz konusu olmaz. Aksine herkesin ihtiyacını dikkate alarak –aralarında eşitlik olmasa bile- destekte bulunmak adalet esasına daha uygun olabilir.
Dua ile!
21.11.2013

GARİBCE
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...