25 Aralık 2014 Perşembe

Ben seni Allah için sevmiyorum!


 

1978 yılıydı ve Hüseyin Agam Saimbeyli’de vaizdi. Buna sebep ben de muhtemelen yazın oradaydım. Orada Hasan Yener adında bir müftü efendi vardı. Çok halim selim, mütevazi ve efendi bir zattı. O anlatmıştı:
Bir alim varmış. Gerçek bir ilim adamı imiş. Kendini talebelerine ve ilme vermiş, meşguliyeti hep öğrenmek ve öğretmekmiş.
Bir de orada ona akran bir ehli tasavvuf birisi varmış. Kendisini Allah’a adamış, hayatını ibadetle geçirirmiş.
Bir gün bu iki zat buluşmuşlar. Alim olanı  ehl-i tasavvuftan olana:
-“Ben seni Allah için çok seviyorum!” demiş.
Ötekisi: “Ben de seni Allah için sevmiyorum!” demiş.
Bunu duyan alim kişi irkilmiş,  şok olmuş ve hayretle:
-“Aman efendim, neden? Sebebini lütuf buyursanız da kendimizi düzeltmeye çalışsak!” demiş.
-“Duydum ki sen ikindi namazının sünneti gibi bazı nevafili terk ediyormuşsun?” Demiş.
-“Efendim, ilimle iştigal ediyoruz, daha önemli bulduğumuz için ilim taliplerine ve insanlara hizmeti sözünü ettiğiniz türden nevafile takdim ediyoruz.” diye kendini savunmaya çalışmış.
“-Öyle mi? Demek sen mahluka hizmeti Hâlika itaate tercih ediyorsun ha?” Demiş ve “ben işte buna sebep Allah için sana buğz ediyorum!” demiş.
O anda alim olan zat kendine gelmiş ve o zatın ellerine kapanmış ve hüngür hüngür ağlayarak tevbe etmiş.
Tam bir içtenlikle ve sükunetle anlatılan bu hikaye beni o zaman bir hayli etkilemişti. Ne demek yani: Mahluka hizmeti Halik’a hizmete tercih etmek!
Şimdi geriye doğru bakıyorum da dindarlık anlayışımızın ipuçlarını veren bu ve benzeri hikayeler ne kadar da çok yaygın ve belki de bir o kadar etkili.
Bu anlayış namazımız niyazımız, orucumuz cümle ibadetlerimiz sanki bir kölenin efendisine karşı vazifeleri gibi haşa Allah’ımızı beslemek, O’na bakmak, O’nun zatına yönelik hizmette bulunmak gibi algılanıyor. Yani namazımızın Allah için olması, ona kılıyor olmamız gibi. Hani birine borcumuz olur tutar onu öderiz ya işte onun gibi bir şey.
Oysa ibadetlerimizin Allah için olması, hiçbir garaz taşımadan, şaibe içermeden tam bir ihlasla ifa etmemiz ve bunun sonucunda hasılasının da kendimize ve insanlığa  yönelik olmasıdır. Yani namaz ve sair ibadetlerimiz bize Allah’ı hatırlatacak, bizi her türlü münker olan şeylerden uzak tutacak, ahlaki anlamda olgunlaştıracak, kimseye eliyle diliyle, beliyle zarar vermeyen bir Müslüman olabilmek için bize katkı sağlayacaktır. Hal böyle olunca bir amelin değeri bize yönelik faydasıyla ölçülecektir. Evvelemirde kendi özümüze ve ailemize ve sair insanlara yarar sağlayan her amel  amel-i salih olacaktır. Amel-i salih -Allah’a değil- Allah için kıldığımız şu ya da bu ibadetten, namaz ve oruçtan ibaret değildir.
Hem İslam hukuk terminolojisinde Haklar dörde ayrılır: Allah hakları, Kul hakları ve karma nitelikli haklar gibi. Bu kısım da Allah hakkı galebe çalanlar ya da kul hakkı galebe çalanlar diye ikiye ayrılır.
Bu ayrımda Allah hakları diye belirtilen hakların örneklerine baktığınız da çoğunun kamu hakkı olduğu görülür. Yani Kamu hakları önemine binaen Allah’a nispet edilir. Söz gelimi Had cezaları tamamıyla Allah yani kamu haklarıdır. Bu hakların yerine getirilmesi sonucu Allah’a bir katkı olmaz, aksine kamu düzeni kaostan kurtulur, hak hukuk yerini bulur istikrar olur. O takdirde de insanlık güven ve huzur içinde yaşar. İbadetlerin daha bir huzur içinde yapılabilmesi ancak böyle bir ortamda mümkün olur.
İmdi bir ilim adamının dinde yapılması zorunlu olmayan, hatta yapılmasa da olur kabilinden nitelenen, yapılması isteğe bağlı olan bir takım nevafili terk ile ilimle iştigal edip, kendisini ilme ve ilim taliplerine adamasının, gerçekten salt dini saiklerle buğzu gerektiren bir durum gibi algılanması gerçekten din anlayışımızın sorunlu olduğunu gösteriyor gibi.
İmdi nafile bir ibadetle uğraşıp dersine geç kalan bir hocamızın durumunu değerlendirelim: Acaba bu ilim adamı hocamız sevap mı kazanmıştır yoksa asıl Allah hakkına riayet etmediği için –çünkü talebelerin hakkı kamu hakkıdır ve nevafile öncelenmesi gerekir- günah mı işlemiştir? Bunu yeni bir nazarla değerlendirmek gerekir. İlk mecliste çok önemli bir karar oylamasında bazı hoca milletvekillerinin oylamada bulunmadığı ve tam da o sırada mescitte nafile namazı kılmakla meşgul oldukları şeklinde bir hikâye anlatılır. Ne kadar doğrudur bilmem ama, olasılığı çok yüksektir. Çünkü bizim yaygın din anlayışımıza uygun bir davranış gibi gözükmektedir.
Hiç yazacağım yoktu. Ama yazdık işte.
Dua ile!
25.12.2014

GARİBCE

17 Aralık 2014 Çarşamba

Genç Alimlerimizi Tebrik ve Takdir Ediyoruz!

Bir sempozyumda Mahmut Kaya hoca diyor ki: Son otuz sene içinde İslamî ilimler alanında üretilen bilimsel çalışmalar koskoca Osmanlı döneminde üretilenlerden daha fazladır. Bu tespit Garibce tarafından da paylaşılan bir durumdur.
1974-1979 yılları benim İslamî İlimler’de öğrenci olduğum yıllardır. O sıralarda  ilim taliplerinin hemen hepsinde olduğu gibi kitap alma merakı bizde de uyanmıştı. Harçlığımızın çoğunu kitap alımına ayırırdık. İşte o zamanlarda kendi alanımızda çıkan her kitabı takip etme hatta alma imkanımız vardı. Aradan üç dört on yıl geçti geçmedi şimdi maşallah artık çıkan kitapları isim olarak bile takip etmede zorlanmaktayız.
Bu büyük bir başarıdır. Bu başarıda bizim hocalarımızın katkısı olduğu gibi artık bizim neslin katkısı da gözükür olmaya başlamıştır.
Dün iki kitap aldım. Biri kargo ile geldi. Eski bir öğrencimiz göndermiş. Birini de diğer bir öğrencimiz odama gelerek takdim etti. Üstelik de hoş bir ithaf yazısıyla.
Bu ikincisi Batı Gözüyle Tecdid İslam Dünyasında Tecdid Hareketleri 1700-1850 adını taşıyor. Editörü sevgili öğrencimiz ama şimdiden kendisini büyük hoca olarak gördüğüm ve hatta gıpta ettiğim taze doktorumuz Nail Okuyucu. Allah bu gibi öğrencilerimizin/hocalarımızın emsalini çok eylesin.
Bu çalışma Eyyüp Said Kaya rehberliğindeki  Modernleşme Öncesi Tecdid Atölyesi adlı uzun soluklu bir çalıştayın semeresinin kisveyi tab’a bürünüp kitap halinde görünür hale gelmesidir. Emeği geçen tüm hoca ve talebelerimizi kutluyorum ve daha nice tercüme ve telif eserler vermelerini diliyorum.
Bu kitap “modernleşme sürecinden nispeten kısa bir süre önce İslam dünyasının muhtelif bölgelerinde ortaya çıkan ve burada “tecdid hareketleri” olarak adlandırılan oluşumlar hakkındaki Batılı tasavvuru ortaya koymayı ve değerlendirmeyi hedefleyen derleme bir çalışmadır. Hind Alt-kıtasında Şah Veliyyullah ed-Dihlevî (ö. 1762), Arap Yarımadasında  Muhammed b. Abdulvahhab (ö. 1787), Batı Afrika’da Osman b. Fûdî (ö. 1817) Yemen’de  Muhammed b. Ali eş-Şevkânî (ö. 1834) Kuzey Afrika’da  Muhammed b. Ali es-Senûsî (ö. 1859) gibi âlim şahsiyetlerin  önderliğinde ortaya çıkan  tecdid hareketleri çalışmanın istihdaf ettiği hareketler olmaktadır.
Çalışma  Eyyüp Said Kaya’nın “Batılı Gözüyle Modernleşme Arifesinde Tecdîd” başlığını taşıyan ve  söz konusu hareketlere yönelik Batılı tasavvurları tarihi seyri içinde ele alan bir girişle başlamaktadır ve şu bölümlerden oluşmaktadır:
Birinci Bölüm: Tecdid Hareketlerinin Bir Panoraması
İkinci Bölüm: Network Tartışmaları
Üçüncü Bölüm: Networkun Bölgesel Boyutları: Fas ve Endonezya Örnekleri
Dördünce Bölüm: Fundamentalizm, Kapitalizm ve Aydınlanma  Tartışmaları
Beşinci Bölüm: Tecdidin Yansıdığı bir Alan Olarak Hadis İlmi.
Allah emeğinizi zayi etmesin sevgili Nail.
Elbette ki Gayret sizden/bizden, Tevfik Allah’tandır.
Diğer kitabımız ise  Sevgili Necmettin Kızılkaya’nın çevirdiği Wael b. Hallaq’a aid İslam Hukukuna Giriş (Ufuk Yayınları, 2014.) adlı eserdir. Bu çalışmayı diğerlerinden ayrıcalıklı kılan fıkhı İslam toplumunun içinden çıkan ve önemli bir fonksiyon icra eden bir olgu olarak incelemesi, özellikle fıkhı ortaya çıkaran ve ona tarihte dinamizm kazandıran kurumlar ve kavramlar üzerinden bir tarihsel incelemeye tabi tutmasıdır. Bir diğer özelliği de  modernleşme sonrası fıkıh tarihine  geniş bir yer ayırmasıdır.
Sevgili Necmettin’i de kutluyor ve daha nice eserler vermelerini diliyorum.
Eh artık bize de okumak düşüyor.
Zaten hep zor olanı bize bırakıyorlar.
Himmetimizin âli olduğunu var sayıyorlar.
Ne diyelim. Öyle olsun!
Dua ile!
17.12.2014

GARİBCE






13 Aralık 2014 Cumartesi

Bağlama dair: Ekmeği esirlere verdiler hurmayı kendiler yediler!


Bilindiği üzere Bedir’de Müslümanlar galip gelmiş ve müşriklerden yetmiş kadar esir alınmıştı. Hz. Peygamber (s.a.v.) onlara iyi davranılmasını emretmişti.
Ebu’l-As b. Er-Rebi’ anlatıyor:
“Ben Ensar’dan bir grupla birlikteydim. Öğle ya da akşam yemeğini yiyeceğimiz zaman  onlar beni kendi özlerine tercih ederler ve ekmeği bana ikram ederler, kendileri ise hurma ile iktifa ederlerdi…” (el-Vakıdi, Meğazi, I, 119)
Bu haberi ilk okuduğumdaki tepkimi  hatırlıyorum. “Allah! Allah!” demiştim kendi kendime. “Bu nasıl  ikram ki ekmeği güya kendilerine iyi davranılması istenilen esirlere vermişler, buna mukabil kendileri hurma yemişler. İkram bunun neresinde?!”
Öyle ya benim gibi bir Anadolu çocuğu ekmekten bıkmış olurdu. Hurma ise ancak hacıların gelişinde tadımlık olarak –o da çor çocuğa pek verilmezdi ya- görebildiği çok değerli, neredeyse erişilmez bir şeydi. Ekmek (yufka) evin en göze batan yerinde neredeyse dama değecek kadar kayılmış mebzullükte/bollukta olurdu. Belli ki çocukların karınlarından evvel gözlerinin doyurulması amaçlanırdı.  Doğrusu her gün yemekten bıktığımız ekmeği peygamberi emre imtisalen ikram olsun diye esirlere verip de kendilerinin hurmaya yumulmaları bana hiç de makul gelmemişti.
Eminim ki benim gibilerin tepkisi de benzer olmuştur.
Sonra zamanla öğrendik ki ekmek Medine halkı için hurma ile bir tutulamayacak kadar değerli ve nadir bir yiyecek. Çünkü Medine’nin temel gıda ihtiyacını karşılayan besin maddesi hurma olmaktadır. Hatta o kadar ki  “kara su” bile gıdadan sayılmaktadır. “el-esvedân = iki kara” dediklerinde kastettikleri biri hurma diğeri de sudur.[1] Günlerce, bazen aylarca  evlerde ocak yanmaz, aş pişmezdi.
İşte beslenme alışkanlığının böyle olduğu bu Medineli Ensar’ın yanlarındaki nadir olaraktan bulunan ekmeği kendileri yemeyip de esirlere buyur etmeleri hakikaten bir îsar örneği olmalıdır.
Bu bağlamın bilinmesi bencileyin birinin hayretini de böylece gideriyor.
Dua ile!
13.12.2014
GARİBCE
مغازي الواقدي (1/ 119) فَحَدّثَنِي محمد بن عبد الله، عن الزهري، قال: قال رسول الله صلى الله عليه وسلم: اسْتَوْصُوا بِالْأَسْرَى خَيْرًا. فَقَالَ أَبُو الْعَاصِ بْنُ الرّبِيعِ: كُنْت مَعَ رَهْطٍ مِنْ الْأَنْصَارِ جَزَاهُمْ اللهُ خَيْرًا، كُنّا إذَا تَعَشّيْنَا أَوْ تَغَدّيْنَا آثَرُونِي بِالْخُبْزِ وَأَكَلُوا التّمْرَ، وَالْخُبْزُ مَعَهُمْ قَلِيلٌ وَالتّمْرُ زَادُهُمْ، حَتّى إنّ الرّجُلَ لَتَقَعُ فِي يَدِهِ الْكِسْرَةُ فَيَدْفَعُهَا إلَيّ. وَكَانَ الْوَلِيدُ بْنُ الْوَلِيدِ بْنِ الْمُغِيرَةِ يَقُولُ مِثْلَ ذَلِكَ وَيَزِيدُ: وَكَانُوا يَحْمِلُونَنَا وَيَمْشُونَ.



[1] مختصر صحيح الإمام البخاري (2/ 182) 1166 - عن عروة عن عائشة رضيَ الله عنها أنَّها قالَت لعُروةَ: ابنَ أُختي! إنْ كُنَّا لنَنْظُرُ إلى الهلالِ، ثم الهلالِ، ثم الهلالِ، ثلاثةِ أهِلَّةٍ في شهرينِ، وما أُوقِدَت في أبياتِ رسول الله - صلى الله عليه وسلم - نارٌ. فقلتُ: يا خالَةُ! ما كان يُعيشكُمْ؟ قالت: الأسودانِ: التمرُ والماءُ؛ إلاَّ أنَّهُ قد كانَ لرسولِ الله - صلى الله عليه وسلم - جيرانٌ مِن الأنصارِ كانت لهُم مَنائِحُ، وكانوا يَمْنَحون رسولَ اللهِ - صلى الله عليه وسلم - مِن ألْبانِهِمْ فَيَسْقينا.

2 Aralık 2014 Salı

Güzelim yumurtalar neden kırılıyor?



Malum tarım toplumunda hayvanların yanında  illa ki kümes hayvanları da olurdu. Onların özel follukları olur, oraya bıraktıkları yumurtalar itina ile toplanır ve bir sepete konurdu.
Ama nasıl?
Saman mebzul ya önce sepetin altına  biraz saman serilerek yastık yapılır, ondan sonra bir sıra yumurta dizilir, üzerine yine saman serilir. Saman  yumurtalar arasındaki boşluğu doldurur ve onların birbirine değmesini önler. Böyle böyle biriktirilen yumurta pazara götürülür ve yolculuk esnasında bunca sarsıntıya rağmen  neredeyse hiçbir zayiat verilmeden yumurtalar değerlendirilmiş olurdu.
Özetle yumurtaların birbirine değmesini önlemek için saman tampon olarak kullanılırdı.
Öyle değil de bir de şöyle düşünelim: Yumurtaları saman olmaksızın sepete doldurduk ve o şekilde pazara götürmeye kalkıştık. Her arabanın sarsmasında bir iki yumurta kırılmış olacak ve pazara vardığımızda birçok yumurtanın bazı şiddetli darbeler karşısında belki de tümünün kırılmış olduğunu ve bütün emeklerin böylece heba edilmiş olduğunu göreceğiz.
Nereye gelmek istiyoruz?
Bir arada sorunsuz  yaşamanın imkanına.
Modernlik, bize özgürlük getirse de bazı şeyleri de götürdü. Götürdükleri arasında ilişkilerimizde tampon vazifesi görecek olan varlıklarımız da vardır.
Siz bir kadın ve bir erkeğin evlenerek tek başlarına bir evde yaşamaya başladıklarını düşünün. Birisindeki bir hareketlenme ister istemez ötekine çarpma etkisi yapacaktır. Çarpma sonucu kırılmalar olacaktır. Kırılmalar arttıkça da tamiri mümkün olmayacak ve öyle bir noktaya gelinecek ki eşler  bir bakmışsınız boşanmışlar.
Yahu siz niye boşandınız? Üstelik birbirinizi severek evlenmiştiniz.  Cevap olarak aldığınız söze baktığınızda bazı hallerde ciddi bir sebebin olmadığı da görülebilecektir.
Garibce diyor ki işte asıl sebep tamponsuzluktur. Yumurtaların arasında saman yoktur. O yüzden de en ufak sallantıda birbirlerine çarpmalar olmakta ve bu da kaçınılmaz olarak o istenmedik sonucu hazırlamaktadır.
Söz gelimi bunlar tek başlarına bir evde değiller de  büyükleriyle birlikte olsalardı, çocuklar olsaydı, gelinler, eltiler, kuzenler, amcalar, yeğenler, dayılar teyzeler, dedeler, nineler hep bir arada olsalardı basit hoşnutsuzluklara sebep ortaya çıkan hareketlenmeler bu zevat tarafından aynen yumurtalar arasındaki samanlar gibi massedilecek ve kırılmalar olmayacaktı.
Son senelerde boşanma oranının giderek artmasının sebepleri arasında bu hususun da düşünülmesi lazımdır.
Benzer bir durumu tek çocuk ile ebeveyn arasındaki ilişkilerde de gözlemlemek mümkündür.
Evet, doğrusu özgürlük çok güzel bir şey.  Aba bedeli ödenmeden hiçbir nimete sahip olunamıyor. Bazen bizden istenen bedel ise canımızı acıtıyor. Öyle de olmuyor böyle de olmuyor.
Garibce böyle diyor.
Dua ile!
02.12.2014

GARİBCE 

1 Aralık 2014 Pazartesi

Ziyaretleşme!


Daha önce bir süre oda arkadaşlığı yaptığımız saygılı Ramazan hocamız ziyaretimize geldi. Hoca dediğin öyle olacak. “Her şeyin yenisi dostun eskisi makbuldür” (Küllü cedid leziz illa’l-halîl) diye başladı ve özlemini dile getirdi. Sonra ziyaretin önemine geçti. Özellikle de hasta ziyareti, taziye ziyareti gibi onlara değindi.
İsimleri aklımda tutamam ki. Nasıl bir hafıza ki nerede nasıl ve hangi vakitte  tanıştığını en ince ayrıntılarına kadar anlatan hoca Bursa’da (orası aklımda kaldı) ağır  bir kaza geçiren bir dostunu hastanede ziyarete varır. Adamcağızın göğüsten aşağısı  alçı içindedir. Geçmiş olsun der, adamcağız şükreder ve bundan da ne hayırlar elde ettiğini anlatır. “Hayırdır, bizim göremediğimiz ne var!?” dediğinde de adam şöyle der: “Eskiden bir kimse hasta oldu mu, nasıl olsa iyileşir, çarşıda pazarda görünce geçmiş olsun derim derdim. Birisi vefat edince de gene benzer bir tavırla geçiştirirdim. Şimdi ise  bu hali yaşadıktan sonra bir kimse hasta olunca ilk ziyaretçisi ben olamazsam mutlaka ikincisi ya da üçüncüsü olacağım. Keza bir kimse öldüğünde de taziyeye ilk giden ben olmazsam mutlaka ikinci ya da üçüncü kişi ben olacağım!” demiş.
Hoca anlattı anlattı ve anlattı. Bu arada hasta ziyaretlerinde hastaya eziyet vermemek gerektiğinden de bahsetmeyi unutmadı.
İnsanların bir birlerine bigane kaldığını anlattıktan sonra  kaldığı on beş bin kişilik sitede kendisinin çok güzel bir uygulama başlattığını ve siteden her kim hasta ya da cenaze sahibi ise cemaati etrafına toplayıp ziyarete gittiklerini ve böylece insanların birbirleriyle kaynaştıklarını anlattı. Birinde  cemaatten bir albayın hasta olduğunu duymuşlar. Hemen diyor cemaate söyledim. Albayımızı ziyarete gelmek isteyen benimle buyursun. Tam altmış kişi evin kapısına dayandık. İçeride hasta küçük bir oda da yatıyordu, karga tulumba onu salona aldık ve dedim ki: “Albayım bak bu keşif kolu. Eğer iyileşip de bayram namazına gelemeyecek olursan bil ki tüm cemaat geleceğiz!”
Bayram namazından sonra sıra olup bayramlaşıyoruz. Baktım albay da sıraya girmiş zar zor ayakta duruyor ve sesleniyor: “Hocam bak ben iyi oldum!”
Bir başka ziyaretçiyi anlatıyor. Adam fena hasta ve yanında kimsenin olmasını istemiyor.  Adam ziyarete gelmiş bir türlü gitmiyor. Neyse dur şuna hafiften laf çakayım belki anlar da gider diyor ve ekliyor: Bazı münasebetsiz adamlar var hasta demiyorlar sayrı demiyorlar adamın başında bekle babam bekle, hasta ne çekiyor  halden anladığı yok!”
Adam, “Öyle öyle! Ne anlayışsız insanlar var!” diyor ve ekliyor: “Efendim durun ben kapıyı arkadan kilitleyeyim de kimse gelmesin!”  Hasta adamcağız “Vallahi kilitlemen  iyi olur da yalnız içeriden değil de dışarıdan olsa derim!” diyor.
Ve muhabbet devam ediyor.
Garibce de kısa günün kârı kabilinden aklında tutabildiği bakiyyetül bakiye kabilinden bir iki kelamı sizlerle paylaşmak istiyor.
Ders mi?
Hangisi?
Seçip almada arif olmak gerek.
Dua ile!
01.12.2014

GARİBCE

İnsanların adaleti mi heyhat kar gibi Güneşi görende erir öze düşmüş kor gibi


Bir deli bir kuyuya atarsa  bir taş
Cümle akıllılar yolar nafile saç baş

Bu da nereden çıktı? demeyin. Bizim delinin kuyusundan. Hani  bir deli bir kuyuya bir taş atarmış da kırk akıllı bir olur çıkarmaya çabalarmış. Bizim ki de öyle oldu. Zembile bir beyit düştü, ehl-i feys bir olduk ve aha başı aha sonu derken Cübran Halil Cübran'ın el-Mevâkib adlı kasidesinden bu bölümü elbirliği ile bir güzel Türkçeye çevirmiş olduk. Feys'in dalgasına kapılmasın deyu da işbu kütüğe tescil edelim dedik. 
Ormanın kanunu mu olurmuş diyor Üstad!
Dua ile!
01.12.2014
GARİBCE
ليس في الغابات عدلٌ
لا ولا فيها العقابْ

فإذا الصفصاف ألقى
ظلَّه فوق الترابْ

لايقول السرْو هذي
بدعةٌ ضد الكتابْ

إنَّ عدل الناس ثلجٌ
إن رأته الشمس ذابْ

أعطِني النايَ وغنِّ
فالغِنا عدلُ القلوبْ

Ormanlarda yoktur adalet

Ceza da yoktur orda elbet


Salkım söğüt gölgesini atanda toprağa
Servi demez bidat bu, aykırıdır Kitab'a


İnsanların adaleti mi heyhat kar gibi
Güneşi görende erir  öze düşmüş kor gibi


Neyi bana ver, sen bir türkü tuttur 
İşte o demde kalpler adlini bulur




28 Kasım 2014 Cuma

Bekir Topaloğlu’nu ziyaret ve bir tevafuk!

Bugün cumaydı ya! Ayda bir Kazdal camiinde sohbet ediyoruz. Dönüşte İSAM’a uğrayıp Bekir Topaloğlu hocamın ellerini öpmek ve duasını almak istedim.
Tevafuk nedir bilir misiniz?
Birçoklarınca keramet sanılan şey. Tevafuk için, illa ki tarikatların velayetini ilan ettikleri şeyhler elinde tezahür etmesi kabilinden olmaya gerek yok.
Zaten iş Allah’a kalsa velayet dediğin ne ki? İman ve takva şartını bir araya getirenlere Allah “veli ç. evliya” buyuruyor. “Elâ inne evliya Allah’i la havfun aleyhim vela yahzenun. Ellezîne âmenû ve kânû yettekûn”
{أَلَا إِنَّ أَوْلِيَاءَ اللَّهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ (62) الَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ} [يونس: 62، 63
Yanına vardığımda Fahrettin Atar hocam ile İlyas Çelebi hocamız da oradaydılar. İmdi hoca Maşallahı var anlatıyor. Neler anlattı derseniz çoğu benim bu akşam Hayrettin Hoca’yı tanıtma konuşmamızda anlatabileceğim şeyler. Ben özel olarak isteseydim Hoca’dan belki bu kadar bereketli şeyler anlatmazdı.  Yani anlattıkları hem üç dinleyici hocayı ilgilendiren şeylerdi ve ama daha çok da benim ihtiyacıma uygun düşen hatıralardı.
Bu gibi durumlara tevafuk deniyor.
Hoca, o günlerde birlikte nasıl çalıştıklarını anlattı.
Merhum Muhammed Tanci hocanın Hayrettin Hoca’nın tezini baştan sona nasıl dinlediğinden dem vurdu. Tabi Çamlıca’da seyyar tüple yaptıkları demli çay eşliğinde. Merhum çayı çok severmiş.
Sade Hayrettin bey mi, o dönemde  formalite icabı danışmanlar tayin edilse de bu işi pek anlamadıkları için iş hep Tanci hoca’ya düşermiş. Allah gani gani rahmet eylesin.
Sonra birlikte yazdıkları Arapça-Türkçe Yeni Kamus ile diğer Arapça kitaplarını…
Arapça kitaplarının hazırlanmasında Mehmet Zihni Efendinin kitaplarından çok yararlandıklarını da söyledi. (Onun Nimet-i İslam adlı ilmihali yanında Muktadab ve Müntehab gibi bol örnekli ve iddialı Arapça kitapları var.)
O zaman bilgisayarı bırakın daktilo da yok. Arapça metinleri el ile  Türkçelerini de daktilo ile mumlu kağıda yazıyorlar ve teksir makinesinde çoğaltıyorlar. Böyle elden ele dolaştırıp ihtiyacı gidermeye çalışıyorlar.
Bir gün Sirkeci’de bakınırlarken bir dükkanda Arapça bir daktilo görmüşler, öyle ufak tefek kabilinden değil kocaman bir şeymiş. Hemen içeri dalıp fiyatını sormuşlar ve istenilen fiyata almışlar. Bulmuşlar ya sen ona bak, böyle bir durumda hiç pazarlık yapılır mı? Omuzlarına vurup nöbetleşe Vapura kadar taşımışlar, vapurdan inince de gene nöbetleşe omuzlarında taşıyarak Enstitü’ye getirmişler. Aman ne sevinmişler ne sevinmişler! Odaları  sırf bu daktiloya sebep ihtiyaç sahiplerinin uğrak yeri olmuş.
Sonra bastıracaklar para yok. İlim Yayma’ya gitmişler, onlardan borç istemişler. Bir sene sonra öderiz, demişler. Bekir Topaloğlu İmam Hatibi birincilikte bitirdiği için o adamlar hocayı tanıyorlarmış ve istedikleri borç parayı aralarında taksim ederek vermişler. İçlerinden biri  buna hiç memnun olmadı, parayı gene de verdi ama yüzünün asıklığı hiç gitmedi diyor.
Piyasa o kadar açmış ki daha altı ay dolmadan borçlandıkları paralar geri dönmüş ve gidip borçlarını ödemişler. Adamlar şaşırmışlar.
Ha bir de  matbaada basım öncesi dizgi yapılıyordu ya. Arapça hurufat çok zor bulunuyormuş. Basmaya karar veren matbaa bir iki sayfa diziyor, hocalar tashih ediyor ve son şekli veriliyormuş. Gel gör ki hurufat kutusundaki vav ve elif harfi çok kullanıldığı için hemen bitiyor, buna sebep de iş aksıyormuş. Her işi bırakıp Topkapı’daki matbaaya yakın bir otele yerleşmişler. Dizdikleri bir iki sayfayı hemen kontrol edip geri iade ediyolarmış onlar da hemen kalıbı alıp dizdikleri hurufatı bozup tekrar diziyorlarmış. Böyle böyle dizgi ve basım işi tamamlanmış.
Teksir makinesini yeni nesil bilmez. Önce daktilo ile mumlu kağıda yazılır, sonra o mumlu kağıt teksir (çoğaltma) makinesine takılır ve ondan sonra da  bir kolu vardı o kol çevrildikçe her dönüşte bir kağıt (saman kağıdı boyayı iyi çektiği ve de ucuz olduğu için teksir kağıtları hep üçüncü hamur olurdu) çoğaltırdı. Bir anlamda “mumlu kağıt getir, ne kadar çevir, o kadar götür” usulü.
“Sonra duyduk ki” diyor hoca “İstanbul Üniversitesinde mumlu kağıt olmadan teksir yapıyorlarmış. Allah Allah nasıl olur dedik” diyor ve ekliyor: “Sonra öğrendik ki o makine fotokopi makinesiymiş.”
İşte böyle imkansızlıkları imkana dönüştürerek bizim nesiler için yol açan o kuşağa saygı duymamız gerekiyor. Ha bunu yaparken onları göklere çıkarıp da ayaklarını yerden kesmeye de gerek yok. Onlar bizim hocalarımız olarak önümüzden gitmeye devam etsinler ki biz de arkalarından gelmeye cesaret edebilelim. Çıkardın göklere, sonra ne olacak? Sevgide de saygıda da övgüde de ölçü gerek.
Cuma bereketi olarak sizlerle paylaşayım dedim.
Geçmiş de olsa cumamız mübarek olsun. Nice mübarek, bereketli ve tevafuklu cumalar dileği ile.
28.11.2014


GARİBCE 

26 Kasım 2014 Çarşamba

Önce önerme sonra gönderme: Keşfedilen Şâtıbî ile ilgili bir düzeltme!


Garibce ama öyle.
İnsanlar her nedense önce bir önerme oluşturuyorlar, ondan sonra da ona gönderme yaparak bir sonuca varmaya kalkışıyorlar ve bunu hep yapıyorlar/ yapıyoruz. Çünkü işimize geliyor.
Hasbî bir İslam âlimi olduğuna inandığım merhum Salih Akdemir hocanın bir makalesini okurken orada bir atıf gördüm. Şöyle diyor:
“Diğer taraftan Kur'an-ı Kerîm'den bir konuyla ilgili bir hüküm çıkarırken konuyla ilgili bir ya da birkaç ayete dayanmak yerine konuyla ilgili tüm ayetleri dikkate almak gerekir. Ancak bütün ayetler degerlendirildikten sonradır ki Kur'an-ı Kerîm'in konuyla ilgili görüşü isabetli bir şekilde ortaya konmuş olabilir. Aksi halde, hatalara düşmekten kurtulunamaz. Ancak büyük Usul-ı Fıkıh alimi İmam-ı Eş-Şatıbî'nin de, .( eş-Şatıbî, Kitab el-Muvafakat, Kahire, 1969, 1, 13-14, Bu metodun modern bir yorumu ve uygulaması için bkz. Prof. Dr. Fazlur Rahman, İslam ve Çağdaşlık, Fecr Yay. Ank. 1990. Terc. Doç. Dr. Alparslan Açıkgenç, Doc. Dr. M. Havri Kırbaşoğlu, s. 93-99). ifade ettiği gibi bazı hukukçular bu metodu tamamen ihmal etmişler ve dolayısıyla zaman zaman hatalara düşmekten kurtulamamışlardır.”[1]
Ben şahsen bu paragrafta hata görmüyorum. Yapılan göndermenin doğru olmadığını ve hatta sözü edilen Fazlur Rahman tarafından kelimenin tam anlamıyla Şâtıbî merhumun  istismar edildiğini[2], hocanın da bir anlamda mütercimlerin dolduruşuna geldiğini düşünüyorum.
İmdi merhum Şâtıbî sözü edilen önermede Usulün katî olması gereğinden bahisle söylediklerini söylüyor. Şatıbî gibi bir İslam âliminin usul ile hükm’ü ayırt edememesi akıllara ziyandır.  Şâtıbî merhum bilir ki füru-ı fıkıhta hükümlerin elde edilmesi için zan düzeyinde bir bilgi yeterlidir. Orada katiyet aransa fıkıh diye bir şey kalmaz, hak hukuk zayi olur. O takdirde, yalan söylemeleri ve yanılmaları pekâlâ mümkün olan iki şahidin şahitliğine dayanarak hüküm veremezsiniz. Çünkü onların verdikleri bilgilerin katiyeti söz konusu olamaz.  Nahnu nahkumu bi’z-zavâhir valluhu yetevvelâ’s-serâir.  Biz zâhire göre hükmederiz. İşin iç yüzünü bilemeyiz. O’nu gerçekliği üzere ancak Allah bilir.
İmam der ki üzerine füruu bina edeceğimiz asıllar (ç. usûl) katî olmalıdır, orada zannî bilgi yeterli değildir. Bunun için ilgili alana dair usulü (yani füru-ı fıkha temel ve esas olacak ilke, umde ve gayeleri) ancak o alanla ilgili tüm nasların istikrası sonucu elde edebiliriz. Usulü belirledikten sonra da o usulün ışığında kendilerinden şerî hükümleri (ç. Ahkâm) çıkaracağımız tikel nasları değerlendirir ve varacağımız sonuçları (hükümleri) böylece ortaya koyarız. O bunu, genel esaslardan hareketle problem çözmek için yapmaz, aksine problemle ilgili  şerî tafsîlî delilleri değerlendirip bir hükme ulaşmaya çalışırken o genel esasların ışığı altında bunu yapmamızı söyler. Başka bir ifade ile dinî/ şerî hükümler genellemelerden hareketle değil, her bir mesele kendine özel delilden hareketle ancak çözüme bağlanmak zorundadır.
Uzmanı değil ama mütevazi  bir mütercimi olarak Garibce onun bu yaklaşımını şöyle formüle ediyor: Fıkıh faaliyetlerinin tümü  umdelerden hareketle, ilkelerin ışığında ve gayeleri (makâsıd) gerçekleştirecek biçimde olacaktır. Bu aynen hareket ve varış noktası belli ve her türlü ışıklandırması ve işaretlemesi yapılmış bir yolda yolculuk etmek gibidir. Yolun varlığı ve aydınlatılmış, işaretlenmiş olması sizi gideceğiniz yere götürmez, götürecek olan tikel araçlardır.
Yanlış bir yol tutmayacaksınız, yol boyunca yolun aydınlatılmış ve işaretlenmiş olması sizin özel araçla (şerî tafsîlî/ tikel delil) yol alırken hata yapma ihtimalinizi en aza indirecek ve varış noktasına varmış olmanız (gayenin tahakkuku) da o ana kadar takip edilen sürecin isabetli olduğunu gösterecek. Yani işin sağlaması olacak.
Merhumun kastettiği işte budur.
 “Kur’an nassı dahi hüküm ifade de tek başına yeterli değil” şeklinde bir görüşü ona nispet etmek sadece bühtan olur.
Vesselam.
Dua ile!
26.11.2014
GARİBCE



[1] Salih Akdemir,  “Tarih Boyunca Ve Kur'an-ı Kerim'de Kadın” . Bu makale, Türk Yurdu Temmuz 1991 sayısında yayınlanmıştır.
[2] Bu konudaki tespit ve eleştiri için bk. Mehmet Erdoğan, “Fıkıh Usulünün Katîliği”,  Bilimname, II, 2003/II, 171-178.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...