23 Şubat 2014 Pazar

İslamî olarak en çok hoşumuza giden şey!



“-Bir şey sorayım mı? Bu güne kadar İslamî olarak en çok hoşunuza giden şey nedir? Bilmek isterdim!” dedi.
Doğrusu böyle bir soru ile sanki ilk kez muhatap olmuştum.
Düşündüm. Yiyecek olsaydı hemen “Soğanın cücüğü” ya da hani yoksul bir çocuğun dediği gibi “patates” derdim. Hani hatıramızda cevabı  hazır sayılan şeylerdi bunlar. Lakin, “İslamî olarak en çok hoşunuza giden şey” deyince düşündüm ve:
“-Zor mu desem!”, dedim.
O: “-O kadar çok var ha, ama illa ki bir şey daha güzeldir, öyle olmalı..!” dedi. Aklıma ilk geleni söyledim:
“-Bayram namazları sanki!”
Öyle ya gerçekten bayram namazları benim için çok önemli dinî tecrübelerdi. Sabah namazına mümkünse oğlumla birlikte katılmak, ardından bayram vaazını dinlemek ve maşerî bir coşkuyla kubbeleri çınlatan tekbirlerle bayram namazını kılmak ve arkasından bayramlaşmak… Sanırım bunlar, benim için çok değerli anlar olmalı.
Sonra ekledim: “-Kurban kesmek de öyle, eğer kendim keseceksem.”
Hacda topluca telbiye getirmenin de beni etkilediğini söyledim.
Bu arada hanıma sordum. “Sence ne olabilir?” dedim. O da “Yardımlaşma!” deyiverdi. Allah adına verebilmenin heyecanı da bir başka olmalıydı.
Sonra düşündüm ve gerçekten beni din adına en çok etkileyen şeylerin neler olduğunu gözümün önüne getirmeye çalıştım. Elbette birçok şey vardı anılabilecek. Fakat bunların hemen hepsinin bir ortak yönü var gibiydi. Hepsi de duygu boyutunu öne çıkaran tecrübelerdi. Mesela Hindistan’da Benares şehrinde yapayalnız kaldığım o akşamleyin tam da ağlamaklı olduğum gurbet hüznü içinde bir türlü tükenmişlik halindeyken bir anda duyduğum  yatsı ezanı sanki beni küçükken kaybetmiş olduğum annemi bulup da onun kucağına atılmak gibi bir hisse büründürmüştü ve  gam keder, yalnızlık namına her ne varsa bende  hepsini unutturuvermişti.
Öbürlerini düşündüm. Geriye doğru en çok mutlu olduğum anların hep en fazla duygu yoğunluğu yaşadığım anlar olduğunu gördüm.
Buradan şöyle bir sonuca vardım: Demek ki dedim din deyince evvelemirde akla duygu boyutu geliyor. “Din akıl dinidir” şeklinde  çokça duyduğumuz sözlerin  sanki içi boş gibi. Din demek büyük ölçüde duygu demektir. O yüzden de dinin kullandığı dil de daha çok duygulara hitap eden hatabî bir dil oluyor.
Din, duyguyu önemsiyor ama bu duyguların aynı zamanda maşerî bir duygu olmasını da istiyor.
Dinlerin inananlarını bir araya getirmeye çalıştığı ortak zemin de işte bu maşerî duygu birliği olmalı.
Namaz gibi bireysel ifa edilebilecek ibadetlerin bile topluca eda edilmesinin din nazarında ne kadar önemli olduğunu bilmek bu tespiti doğruluyor.
Haccın, hep aynı ayda, aynı günde ve aynı mekanda olmasının zorunluluğu da aynı amacı besliyor.
Arafat’ta ve diğer hac vazifelerinin (menasik) ifa edildiği yerlerde bir mahşer provasını andırır gibi insanların  hep aynı Lebbeyklerle benzer duyguları yaşıyor olmaları din açısından son derece önemli oluyor.
Birlikte tutulan oruç ve ardından hep birlikte yapılan bayramlar keza öyle.
Hele hele bayramlarımız İslam açısından asla vazgeçilemez değerlerdir. Bayramlara sevgili peygamberimizin namaz kılamaz halde bulunan kadınların bile katılmalarını istemesi ve o coşkuda herkesin hazır bulunmalarını arzulaması manidar olmalıdır.
Sonra kendisine -“Peki sence nedir?” diye sordum.
“-Allah! Allah! diye atan kalp, bütün vücudunun bunu hissetmesi!” dedi ve ekledi: “Çok alakasız yerlerde de olabiliyor, düşünürken varlığını solumak gibi!”
İçimden  “Valla senin bu cevap karşısında benim cevabın yüzü kızarmış olmalıdır” dedim.
Zira ki kitabın tam da ortasından bir cevaptı bu.
Sanki şu ayetlerin bir özeti gibiydi:
الَّذِينَ آمَنُوا وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُمْ بِذِكْرِ اللَّهِ أَلَا بِذِكْرِ اللَّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ  [الرعد : 28]
إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ إِذَا ذُكِرَ اللَّهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَإِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ آيَاتُهُ زَادَتْهُمْ إِيمَانًا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ (2) الَّذِينَ يُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ (3) أُولَئِكَ هُمُ الْمُؤْمِنُونَ حَقًّا لَهُمْ دَرَجَاتٌ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَمَغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَرِيمٌ  [الأنفال : 2 - 4]

 “Onlar, inananlar ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.
İnanan ve salih amel işleyenler için, mutluluk ve güzel bir dönüş yeri vardır.” (Ra’d 13/28-29)

“Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. O’nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler.
Onlar namazı dosdoğru kılan, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayan kimselerdir.
İşte onlar gerçekten mü’minlerdir. Onlara, Rableri katında yüksek mertebeler, bağışlanma ve cömertçe verilmiş rızık vardır.” (Enfâl 8/2-4)
Dua ile!
23.02.2014

GARİBCE

16 Şubat 2014 Pazar

Hz. Ömer’in celadeti


Hz. Ömer adaleti kadar celadetiyle meşhurdur. Onun yanlışa tahammülü pek yoktur. Hele bu Hz. Peygamber’in bizzat kendisine ve onun yapıp ettiklerine, Müslümanların genel izzet ve şerefine yönelik saldırı şeklinde ise onu lakayt görmek asla mümkün olmazdı. Hemen “Bırak Ya rasûlallah! Boynunu vurayım!” diye ileri atılır; Hak ve Hakikat uğrunda yapamayacağı hiçbir şey olmadığını ortaya koyardı.
(Sadece) Buhârî’de anılan olaylara baktığımız zaman onun öfkesini kabartan olayların özetle şunlar olduğu görülüyor:
(Deccal olduğu söylenen) İbn Sayyâd’ın kehanetine tepki olarak böyle bir istekte bulunması ancak Hz. Peygamber tarafından buna izin verilmemesi.
Ehl-i Bedir’den olan Hâtıb b. Belte’a’nın, Mekke’de kalan yakınlarını korumak amacıyla Medine’de olup bitenleri Müşriklere bildirmesinin ortaya çıkması, bir kadın tarafından gönderdiği mektubun yakalanması sonucu tepkisi.
Temim oğullarından Zül’l-Huvaysıra’nın Hz. Peygamber’e ganimet dağıtırken “Âdil ol!” demesi üzerine Hz. Peygamber’in “Yazıklar olsun! Ben de âdil olmayacaksam o zaman kim adaletli olacak!...” demesi üzerine celallenip tepkisini ortaya koyması.
Bir gazve esnasında Muhacirlerden birinin Ensar’dan birinin kabasına bir şamar atması yüzünden Ensârdan olanın Ensarı, Muhacirden olanın da Muhacirini yardıma çağırması üzerine tam bir fitne kopacakken duruma Hz. Peygamber’in “Bu ne biçim cahiliye tavrı!” diyerek müdahale etmesi ve böylece olayın büyümeden kapanması hadisesi var. Medineli Münafıkların reisi Abdullah b. Übey bu olayı duyunca arayı bozmak için bunu bir bahane olarak kullanıp “Medine’ye vardığımız zaman aziz olanlar zelil olanları  oradan kovup çıkaracak!” şeklinde bir herzede bulunmuş bu da haliyle Hz. Peygamber’in kulağına kadar ulaşmıştı. İşte bunun üzerine Hz. Ömer gene celallenip “Bırak ya Rasûlallah! Şu münafığın boynu vurayım!” demişti.
Elbette konu ile ilgili daha başka örnekler de vardır.
Biz bu örneklere baktığımızda Hz. Ömer örneğinden hareketle gayretli bir müslümanın tepkisiz kalamayacağı bazı konuları örneklendirmiş olabiliriz.
Buna göre dinin özünü korumak, tevhidi yerleştirme çabası içinde olmak ve bu esasa mugayir davranışlar karşısında tepkisiz kalmamak gerekir.
Müslümanların birliğini ve dirliğini bozucu davranışlara fırsat vermemek, iyi niyetli de olunsa ya da zor durumda da kalınsa müslümanların sırlarını başkalarına pazarlama yoluna gitmemek. Ümmet aleyhine olabilecek durumlarda, başka güçlerle işbirliği içine girmemek.
Rol model (üsve-i hasene) olan Hz. Peygamber’i ve onun bize bıraktığı yüce değerleri tartışmaya açmamak ve tam bir teslimiyet ile gereğini yapmaya çalışmak.
İslam’ı her şeyin üzerinde bir izzet ve şeref olarak görmek ve Müslümanların izzet ve şerefinin de ancak İslam ile olacağını bilmek ve izzet ve şerefi başka yerlerde aramamak, Müslümanların birlik ve beraberliğini bozucu her hangi bir davranış içine girmemek, şaka yollu da olsa hassasiyet gösteren konularda daha bir temkinli davranmak.
Dua ile!
16.02.2014

GARİBCE

14 Şubat 2014 Cuma

Tesmau’l-muaydî…


Faruk hoca anlatıyor: Zaman gazetesinde Fıkıh Köşesi’ni yazmaya başladığım sıralar diyor, bir hayli çalışıyordum. Yazılar da epey bir ses getiriyordu. Birinde sırf benimle tanışmak için ta Kayseri’den Ahmet Coşkun hoca gelmiş ve beni görünce; “O yazıları yazan Faruk Beşer sen misin!?” dedi diyor. Belli ki beni görünce hoca epey bir hayal kırıklığına uğramıştı diye de ekliyor. Hani daha tıfıl sayılabilecek genç bir yaşta karşısında beni görünce hoca nasıl birini bekliyordu ise inkisarı hayale uğradı diyor.
Doğrusu bu ve benzeri hatıra çoktur.
Tesmu’l-Muaydî hayrun min en terâhu.
“Muaydî’nin ününü  işitiyor olman, kendisini görmenden daha iyidir” demiş Araplar.
Bizzat benim de benzer duygularım olmuştu, Bekir Topaloğlu ile ilk karşılaşmamda.
Azeri öğrencimiz Eldar, ben kendi öykümü anlatınca  o da bana: “Hocam, benim için de aynı şekilde siz öyle oldunuz.” demişti.
Şimdi yazı esnasında Çanakkale İlahiyat’tan bir kız öğrenci geldi, İsmimi görünce “Aaa! dedi, “Mehmet Erdoğan siz misiniz!”
“He!” dedim. “Hayal kırıklığına mı uğradın!”.
“Yok!” dedi “ama ben sizi daha genç hayal etmiştim”.
Takıldım ve “Yani yaşlı mı demek istedin” dedim. “Bak bunun yerine ‘Sizi daha olgun buldum’ da diyebilirsin ve o zaman aynı anlama gelse de bu söz daha çok hoşuma gider! dedim.
Yemekte de gene benzer laf açıldı. Bir Hocamız (A.Y.) “Hocam dedi benim için de hep aynı şey oluyor. Beni görenler, ‘Hocam, yazdıklarınızdan sizi daha ciddi sanıyorduk… Ama gördük ki pek öyle değilmişsiniz’ diyorlar” dedi.
Söz, peygamberimizin bir ışık huzmesi halinde temsiline geldi. Ben, aslında peygamberimizin de bir insan olarak resmedilebileceğini ancak bunun pek çoğu için hayal kırıklığına müncer olabileceğini söyledim. Çünkü her insan peygamberini kendince yüce bildiği eşkal üzere tahayyül eder ve zihninde öyle canlandırır. Somut tarihi bir şahsiyet değil de herkesin kendi hayal dünyasında tahayyül etmiş olduğu soyut bir peygamber imgesi insanlara daha yakın ve munis gelir. İslam Ümmeti de sanırım bunun farkında olmasının bir sonucu onu bir şekilde resmetmeye yanaşmamış, resmetmeye çalışanlara da prim vermemiştir.
Ancak bu anlayış, bir insan olarak Hz. Peygamberimizi hâşâ Allah gibi algılama gibi bir sonuca da götürmemeli.
Dua ile!
14.02.2014

GARİBCE

13 Şubat 2014 Perşembe

İnsanlık ve İyilik



İnsan ortada bir varlık, bir elini melek tutmuş, diğerini şeytan.
Melek tamam, ona eyvallah, ama şu şeytan denilen melûn olmasaydı olmaz mıydı?
Olmazdı. Olsaydı olurdu zaten.
İnsan gerçekten muamma bir varlık.
Bir bakıyorsun şeytanın pabucunu dama atmış. Öyle numaralar var ki şeytan bunları görünce Allah’a serzenişte bulunmuş ve “Ben bir şeytanım, elimden ancak bu kadarı geliyor. Bundan ötesini Âdemoğlu bilir!” diyormuş.
Hikâyeye göre Şeytan bir âbidi baştan çıkarmak için çok uğraşmış. Bir türlü baş edememiş. Umudunu kaybedecekken bir taşeron bulabilir miyim diye akıl etmiş. Bir kundura karşılığında onu baştan çıkarmak üzere bir kadınla anlaşmış. Şeytan kadına kundurayı üç günahtan sadece birini yaptırması karşılığında vermeyi taahhüt etmiş. Kadın altından girmiş üstünden çıkmış değil birini üçünü de işletmiş. Şeytan sözünü tutup kundurayı vermek istemiş. Fakat onları öyle eliyle uzatmak yerine up uzun bir sırığın ucuna koymuş ve kadına öyle uzatmış. Neme lazım, beni de çarpar diye kendisini güvene almak istemiş.
Genelde bu türden hikâyeler hep kadınlar üzerinden anlatılıyor. Herhalde bu da şeytanın erkeklerle kadınların arasını açmak için kullandığı bir kışkırtma biçimi olmalı. Yoksa öyle erkekler var ki nice Lilit’in kızları tipindeki dişilere taş çıkarır.
Öbür taraftan insanın hamuru iyilikle de yoğrulmuş gibidir. Ne kadar kötü de olsa ya da kötü işlerde yapsa içinde hep iyilik duygusu olagelmiştir.
Gene kadınlar üzerinden anlatılan hikayeler arasında bir fahişenin susuzluktan toprak yalayan bir köpeği görünce, inerek ancak içebildiği kuyuya tekrar inip, çizmelerine su doldurup ağzıyla çıkardığı ve hayvanı suladığı belirtilir ve o kadının cennetle müjdelendiği söylenir. Bu demektir ki kadının kötü işlere boyunca batmış olması, onun içindeki iyilik duygularını yok edememiş.
Tabi bizim fahişe dediğimiz kadınlar, bedenlerini satan kimseler. Herkes onları kınıyor, ama bunun yanında ruhlarını satanlarımız var ve az çok hepimiz de bu illetle muallel bulunuyoruz, onlar şerefsiz ama biz şerefli oluyoruz.
Bu gibi bataklıkta yüzenlerin keyif içinde olduklarını sanıyoruz. Neye sebep oraya düştükleri ve ne gibi ıstırap çekebiliyor olmaları bizi hiç ilgilendirmiyor.
“İyilik nedir?” diye bir soru sorduğumuz zaman doğrusu buna cevap olarak net bir şey söylemenin zorluğunu da biliyoruz.
“İyilik” diyor Kur’an, “yüzünüzü doğuya ya da batıya dönmeniz değil, mutlak bir imandır, tutkunu olduğunuz malı verebilmektir, namazı hakkıyla kılabilmektir, zekatı verebilmektir, verilen ahde sadakat gösterebilmektir, zorluk, sıkıntı ve şiddet  anlarında sabır ve tahammül göstermektir…” ve onu örnekler üzerinden bize açıklıyor[1].
Buna göre iyilik şekilsel değil özsel bir şeydir. Bu şekillerin önemsizliği anlamına da gelmemelidir. Çünkü cevizin kabuğu ve özü ilişkisinde olduğu gibi, çoğu kez özsel varoluş, ancak bir form ile mümkün olabilmektedir. Namazı oluşturan fiillerin içinin de doldurulması halinde ancak namaz bir iyilik olacaktır.
Zekat da öyle, hac da öyle, oruç da öyle.
Başa kakılan bir iyilik iyilik değil, eza olmaktadır.
İyilik, tutkulu olduğun şeyi verebilmektir. “Sevdiğiniz şeylerden vermedikçe iyiliğe erişemezsiniz!” ayeti indiği zaman Ebu Talha Hz. Peygamberimize geliyor ve “Ya Rasûlallah! Allah böyle böyle buyuruyor. Benim en çok sevdiğim malım Beyruhâ adlı bahçemdir. O, Allah yoluna sadakadır!” diyor[2].
Niceleri, zekatı ve içinde yaşamakta olduğu ülkenin sunduğu hizmetlere mukabil toplanmak istenilen vergiyi angarya sayar. Elinden geldiğince vermemeye, kaçırmaya çalışır. Oysa iyilik verebilmektir.
İyilik, toplumun basma kalıp davranış biçimleri de değildir. İyilik, takva sahibi olabilmektir. Korku ve umudu dengeleyebilmektir.
İyilik, iç aydınlığıdır, gönül huzurudur, neşe ve sevinçtir.
İyilik, akşam yattığımız ve özümüzü Hakk’a tuttuğumuz zaman yüzümüzü aydın eden şeydir.
İyilik, amel-i salihtir.
İyilik Mutlak İyi (el-Berr) olan Allah’ın bu isminin kullarında tecelli etmesidir.
İyilik, güzel ahlaktır. Her bir şeyde ahlakîliği yaşam tarzı olarak benimsemek ve asla ondan ödün vermemektir[3].
İyilik, sadakatin, doğruluğun ve bir hayat boyu istikamet sahibi olabilmenin bir hasılasıdır[4].
İyilik, hukuka riayettir. Eşitler arasında ayrımcılık yapmamaktır.
İyilik, ebeveyn hukukunu gözetmek ve onlara hep müteşekkir olmaktır.
İyilik baba (aile)  dostlarının dostluklarını sürdürebilmektir.
İyilik, düşmana bile duyulan kin ve nefretin, adaletsizliğe imkan vermemesidir.[5]
Bunları çoğaltmak mümkündür. Bu saydıklarımız özel olarak âyet ve hadislerde değinilen hususlardır.
İyi olmak ve iyi kalabilmek zordur. O yüzden  “sâdıklarla beraber olmak” ve “iyilik ve güzellikte yardımlaşma ve dayanışma içinde olmak” lazımdır.

Bir iyilik hikayesi
“Öğretmenim!” dedi ve bir şey diyecekti yutkundu, diyemedi.
“Neyin var?” dedi öğretmen. Gözlerine bakarak onu cesaretlendirdi.
“Şey!” dedi. “Artık ben okuyamayacağım!”
“O da ne demek! Niye ki?”
Okulun en iyi öğrencilerindendi. Üstelik öğretmeninin güvenini de kazanmıştı. Kendisine daha bir yakın hissediyordu. Ne güzel her şey yolundaydı. Gelecek vadeden bir öğrenciydi.
Öğretmen merak etti.
“Hele bir anlat!” dedi.
“Öğretmenim ben artık okuyamayacağım. Çünkü…”
“Çünkü ne?”
“Siz bilmiyorsunuz. Benim babam geçenlerde bir suç işlemiş, hapse  düşmüştü. O şimdi mahpus. Geçimimizi abim sağlıyordu. Onu da şimdi askere alıyorlar. O askere gidince bize kim bakacak. O yüzden beni okuldan alacaklar. Artık okula gelemeyeceğim ve sizi de göremeyeceğim.”
Öğrenci bunları derken öğretmen, öğrencinin bu söylediklerinin ne anlama geldiğini pek kavrayamadığını düşündü.
Bu ne demekti acaba biliyor muydu?
Onun okuldan ayrılması geleceğe ait tüm hayallerinin heba olup gitmesiydi.
Günümüzde artık geleceğin kapıları hep tahsille açılıyordu. Hem de iyi bir tahsil gerekiyordu. Bu can öğrenci şimdi okulunu bırakmak mecburiyetinde kalacak hayat değirmeni kim bilir onu ne hale getirecekti. Ham meyveyi dalından koparmak gibi miydi, daha mı kötüydü. Elbette daha kötüydü. İnsanın yetişmesi ve hayata hazır hale gelmesi ne kadar da zor bir şeydi. Her şey yolunda iken bir anda gidişat alt üst oluyor ve düzen bozuluyordu. Bu körpe yavrunun bu olup bitenlerde en küçük dahli yoktu. Gidişatta hiçbir sorumluluğu  bulunmuyordu ama  belli ki fatura ona kesilecek gibi görünüyordu.
Öğretmen, öğrencinin derdini kendisine açmasını sevmişti velakin çaresizliğin pençesinde olduğunu da hissetti. Ne yapabilirdi ki? Onu teselli etmeye çalıştı. Ve ayrıldılar.
Öğretmenin içine keder sanki çöreklenmişti. Çok üzülmüştü. Öğrencinin neden başkasına değil de kendisine açıldığını da hesaba kattı, düşündü düşündü, boşa koyuyor dolmuyordu, doluya koyuyor almıyordu.
Zihnine çöreklenen bu derdini bir dostu ile paylaştı, ne kadar üzüldüğünü ve çaresizliğini ona dert yandı. Ne yapılabiliri konuştular.
Öğretmen, sonunda bir şeyler yapabileceğini en azından teşebbüste bulunabileceğini düşündü ve çocuğun ailesinin bulunduğu ilçenin kaymakamına bir e-mail attı ve durumu anlattı. Bir beklentisi yoktu ama en azından içini kemiren duyguları kısmen de olsa hafifletmiş olurdu.
Anında o ilçenin kaymakamı bizzat öğretmene döndü. Öğretmen şaşırmıştı, heyecanından ne yapacağını bilemiyordu. Karşısındakinin kaymakam olduğuna bir türlü inanamıyordu. Kaymakam olayla ilgileneceklerini bildirdi ve kendisinden gerekli malumatı istedi. Öğretmen, çocukla ve ailesiyle ilgili bilgileri öğrendi ve gönderdi. Sonunda o öğrenciye Kaymakamlık sahip çıktı, burs bağladı ve aileye de yardım elini uzattı.
Şimdi o çocuğumuz okumaya devam ediyor.
Gene eskisi gibi gelecek hayalleri var. Geleceğe olan umudu dipdiri  yaşamaya devam ediyor. Bizim de onunla ilgili umutlarımız var.
Aile, başlarına gelen bu musibet sebebiyle yalnızlığa itilmediklerini görüyor ve devletin desteğini arkasında görmenin mutluluğunu yaşıyor.
En büyük pay da şüphesiz öğretmenimizin oluyor. Gözündeki  ışıltı, sevinç göz yaşlarına dönüyor.  Gerçek anlamda mutluluğun ne demek olduğunun bir örneğini yaşıyor.
İşte bu öykü, bir iyiliğin hikayesi.
Birebir yaşanmış bir olayın anlatısı.
Bizi mutlu edecek olan şey, büyük anlatılar değil, tam da böylesi küçük hikayeler.
Bir elden tutuş.
Düşeceğini gördüğün birinin henüz düşmeden elinden, eteğinden  tutuş.
Düşmüş olanın da kalkması için bir elden tutuş.
“Güler yüz  sadakadır” diyor sevgili peygamberimiz.
“Hayra kılavuzluk eden sanki onu işlemiş gibidir!” buyuruyor.
“Kul, kardeşinin yardımında oldukça Allah da kulunun yardımında olur” buyuruyor.
İşte iyilik, işte amel-i salih.
İnsanların dertleriyle dertlenmek, onlara yardımcı olabilmek için çabalamak en büyük iyilik.
Allah bizi iyilerden ve iyilerle beraber eylesin!
13.02.2014
GARİBCE



[1] لَيْسَ الْبِرَّ أَنْ تُوَلُّوا وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَالْمَلَائِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ وَآتَى الْمَالَ عَلَى حُبِّهِ ذَوِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَالسَّائِلِينَ وَفِي الرِّقَابِ وَأَقَامَ الصَّلَاةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ إِذَا عَاهَدُوا وَالصَّابِرِينَ فِي الْبَأْسَاءِ وَالضَّرَّاءِ وَحِينَ الْبَأْسِ أُولَئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ [البقرة : 177]
[2] صحيح البخاري ـ حسب ترقيم فتح الباري - (2 / 148) 1461- حَدَّثَنَا عَبْدُ اللهِ بْنُ يُوسُفَ ، أَخْبَرَنَا مَالِكٌ ، عَنْ إِسْحَاقَ بْنِ عَبْدِ اللهِ بْنِ أَبِي طَلْحَةَ أَنَّهُ سَمِعَ أَنَسَ بْنَ مَالِكٍ ، رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ ، يَقُولُ كَانَ أَبُو طَلْحَةَ أَكْثَرَ الأَنْصَارِ بِالْمَدِينَةِ مَالاً مِنْ نَخْلٍ ، وَكَانَ أَحَبَّ أَمْوَالِهِ إِلَيْهِ بَيْرُحَاءَ وَكَانَتْ مُسْتَقْبِلَةَ الْمَسْجِدِ ، وَكَانَ رَسُولُ اللهِ صلى الله عليه وسلم يَدْخُلُهَا وَيَشْرَبُ مِنْ مَاءٍ فِيهَا طَيِّبٍ قَالَ أَنَسٌ فَلَمَّا أُنْزِلَتْ هَذِهِ الآيَةُ {لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتَّى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ} قَامَ أَبُو طَلْحَةَ إِلَى رَسُولِ اللهِ صلى الله عليه وسلم فَقَالَ يَا رَسُولَ اللهِ إِنَّ اللَّهَ تَبَارَكَ وَتَعَالَى يَقُولُ {لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتَّى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ} وَإِنَّ أَحَبَّ أَمْوَالِي إِلَيَّ بَيْرُحَاءَ وَإِنَّهَا صَدَقَةٌ لِلَّهِ أَرْجُو بِرَّهَا وَذُخْرَهَا عِنْدَ اللهِ فَضَعْهَا يَا رَسُولَ اللهِ حَيْثُ أَرَاكَ اللَّهُ قَالَ ، فَقَالَ رَسُولُ اللهِ صلى الله عليه وسلم بخْ ذَلِكَ مَالٌ رَابِحٌ ذَلِكَ مَالٌ رَابِحٌ وَقَدْ سَمِعْتُ مَا قُلْتَ وَإِنِّي أَرَى أَنْ تَجْعَلَهَا فِي الأَقْرَبِينَ فَقَالَ أَبُو طَلْحَةَ أَفْعَلُ يَا رَسُولَ اللهِ فَقَسَمَهَا أَبُو طَلْحَةَ فِي أَقَارِبِهِ وَبَنِي عَمِّهِ.
[3] صحيح مسلم ـ مشكول وموافق للمطبوع - (8 / 6) 6680 - عَنِ النَّوَّاسِ بْنِ سَمْعَانَ الأَنْصَارِىِّ قَالَ سَأَلْتُ رَسُولَ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- عَنِ الْبِرِّ وَالإِثْمِ فَقَالَ « الْبِرُّ حُسْنُ الْخُلُقِ وَالإِثْمُ مَا حَاكَ فِى صَدْرِكَ وَكَرِهْتَ أَنْ يَطَّلِعَ عَلَيْهِ النَّاسُ ».
[4] صحيح البخاري ـ حسب ترقيم فتح الباري - (8 / 30) 6094-عَنْ عَبْدِ اللهِ ، رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ ، عَنِ النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم قَالَ : إِنَّ الصِّدْقَ يَهْدِي إِلَى الْبِرِّ وَإِنَّ الْبِرَّ يَهْدِي إِلَى الْجَنَّةِ وَإِنَّ الرَّجُلَ لَيَصْدُقُ حَتَّى يَكُونَ صِدِّيقًا وَإِنَّ الْكَذِبَ يَهْدِي إِلَى الْفُجُورِ وَإِنَّ الْفُجُورَ يَهْدِي إِلَى النَّارِ وَإِنَّ الرَّجُلَ لَيَكْذِبُ حَتَّى يُكْتَبَ عِنْدَ اللهِ كَذَّابًا.
[5] وَلَا يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآنُ قَوْمٍ أَنْ صَدُّوكُمْ عَنِ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ أَنْ تَعْتَدُوا وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوَى وَلَا تَعَاوَنُوا عَلَى الْإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ [المائدة : 2]

11 Şubat 2014 Salı

İnsanlık ve sorumluluk


İmdi öyle ayetler var ki sorumluluğun bireysel olduğunu ve hiçbir kimsenin başkasına ait bir yükü taşımayacağını ifade ediyor. (bk. El-En’âm 6/164; el-İsrâ 17/15; en-Necm 53/38)
“Herkes, kendi yapıp ettiği karşılığında tutsaktır” buyruluyor (bk. el-Müddessir 74/38)[1]
Buna mukabil topyekun insanlık ailesinin de bir şahs-ı manevi olarak muhatap alındığı ve dolayısıyla içlerinden bazılarının işledikleri yüzünden sorumluluğa topluca dahil olduklarını ve hatta bu yüzden başa gelen musibet ve belaların ayrım yapmaksızın hereksin başına benzer şekilde geleceğini ifade eden ayetlerimiz de bulunmaktadır.
Karada ve denizde meydana gelen bozgunun, insanların kendi yapıp ettiklerinin bir sonucu olduğunu ve başa gelecek azaba da topyekun muhatap olacaklarını belirten ayet mesela böyledir. (el-Kehf 18/58)
Günümüzde çevre felaketleriyle yüz yüze olduğumuz söyleniyor.
Ve yine bir çok ayet-i kerime insanların belayı hak etmelerine rağmen Allah’ın eşsiz rahmetinin ve Gafûr oluşunun bir sonucu olarak azabın geciktirildiği ve gelen azabın da –şayet gelmişse- üstelik bir hayli indirimli olarak geldiği ifade buyruluyor. (bk. el-Kehf 18/58) eş-Şûrâ 42/30, 34)[2]
Sünnetullah olarak şöyle bir sosyal yasadan bahsediliyor:
Allah bir kavmi helak etmek istediği zaman ora halkının mütreflerine (kodamanlarına, ileri gelenlerine) emreder, onlar da fıska, lüks ve sefahate dalar, yoldan çıkarlar, Allah da onların başına belayı sarar[3]. Haliyle gelen bela da ayrım yapmadan, içlerindeki masumlarla birlikte hepsini yok eder, etkiler.
Hz. Peygamberimizin gemi benzetmesini hatırlayalım. Hepimiz aynı gemide yolculuk yapmaktayız. İçimizdeki bazılarının yanlışları yüzünden bunlar iyi niyetli bile olsalar gemi su almaya başladığı zaman hep birlikte batarız ve de öyle oluyor.
Alkollü bir sürücü trafiğe çıkıyor, nice mala ve cana zarar verebiliyor. Hiç dahli olmayan nice masum insanlar onun bu hatalı davranış yüzünden zarar görüyor.
Bir sigara müptelası izmariti rastgele atıyor ve bunun sonucunda sebebiyet verdiği yangın yüzünden tam bir çevre felaketi yaşanabiliyor ve yerde sürünen karıncalara varıncaya kadar nice canlı varlıklar bundan zarar görüyor.
İşlenen her cinayetin, nice masum mağdurları oluyor. Her birine sebep toplumun vicdanı kanıyor.
Bir baba suç işliyor. Tüten ocakları sönmeye mahkum oluyor. Bu ocağı tüttürmek henüz ortaokula giden bir çocuğun omzuna bir yük olarak biniyor. Annesini ve küçük kardeşlerini geçindirebilmek için o çocuğun okuldan alınması gibi bir durum söz konusu oluyor. Bir anda o çocuğun bütün gelecek umutları suya düşüyor ve hayatı kararıyor.
Sonra kim bilir o çocuk omzuna binen bu ağır yükün altında eziliyor, ekmek parası kazanamadığı için ekmeğini çalmaya başlıyor. Kolay para kazanmak için yollar arıyor ve belki mafyanın eline düşüyor. İş ekmek parası kazanmaktan çıkıyor ucu cinayetlere varan korkunç bir şebekenin bir parçası olma noktasına ve oradan da kim bilir hangi mecralara doğru gidiyor.
Beyşehir gölünün kuzey tarafında adını yeni öğrendiğim Anamas dağları varmış. Rivayete göre isim “Anamı as!”dan geliyormuş. Rivayet bu ya, bir adam çok suç işlemiş, sonra o dağları mekan tutmuş, sonunda yakalanmış ve asılmasına karar verilmiş. İdam mahkumu “Beni değil anamı as, çünkü beni bu hale o sürükledi!” falan diyesiymiş. İsim oradan geliyormuş. Bu hikayeyi duyduğum zaman bizim ilk okulda oynadığımız bir piyes aklıma geldi. Bir adam idama mahkum olmuş, son arzusunu soruyorlar. O da “Anamın dilini öpmek istiyorum!”  diyor. Anasını getirtiyor hakim ve son arzusunu yerine getirmesini istiyor. Annesi dilini uzatınca oğlu hart diye anasının dilini ısırıyor ve kadının dilini koparıyor. “Niye böyle yaptın insafsız ve de hayırsız evlat!” dediklerinde: “Ben ilk kez yumurta çaldığımda Anam bana yanlış yaptığım söylemedi, bana aferin, dedi ve yaptığıma sevindi. Ben de annemi memnun etmek için bu kez tavuk çaldım. Annem gene bana aferin dedi ve arkamı sıvazladı. Sonra koyun çaldım. Derken iş bu noktaya geldi!”. demiş.
İmdi insanların başına bir şey geldiği zaman biz insanlık olarak onun sebebini illa ki kendimizde aramak durumundayız. Kader diye Allah’a yüklemeye çalışmak çok hoşumuza gidiyor ve böylece sorumluluktan da kurtulmuş oluyoruz (Daha doğrusu öyle sanıyoruz. Sonra da o sorumluluk katlanarak önümüze fatura olarak bir şekilde konuyor!)
İmdi  okulu terk etmek durumunda olan bu çocuğun ne suçu var? Belli ki kader diyebiliriz.
Peki, o çocuğun okulu terk etmesine sebep olan hadise nedir, tabi onu bilmiyoruz. O çocuğun babasını suça iten sebep ne? Acaba insanlık olarak suç işleyen insanların suça itilmesinde şöyle ya da böyle bir katkımız yok mudur?
Olur ya insan olması hasebiyle ayağı kaymış ve lağım çukuruna düşmüş bir insanla karşılaşsak, acaba kaçımız elimizi uzatır ve o insanın oradan çıkması için çare arar, yardım ederiz. Kahir ekseriyetimiz burnumuzu tutarak oradan kaçarız. O çukura düşen kişi de çaresizlik içinde bocalarken, oradan kurtulması halinde içine itildiği öfke haliyle her tarafı pislik eder ve ondan sonra da hep birlikte ah eder sızlanırız. Her tarafımıza pisliğin bulaşmasını kader diye gene Allah’a yıkarız.
Hapishaneye düşen insanlara hep kader mahkumu diyorlar. Bu kader ne menem bir şey ise, insanları seçiyor ve bir kısmını hapishanelere tıkıyor, bir kısmını batakhanelere düşürüyor ve bir kısmını da gönenmeleri için dünya cennetlerine koyuyor.
Madem ki kader, öyle ise hiç kimsenin hiç kimseye de bir diyeceği olmamalı.
Bilemiyorum. Ama bu anlayış bana yanlış gibi geliyor.
Evet, bazen her türlü tedbire rağmen gerçekten hiç ilgisi olmayan insanlar mağdur oluyor, canları yanıyor. Trafik bunun en açıklayıcı örneklerinden biri.
Adam park ederken, öteden takla atarak gelen bir aracın altında kalıyor, can veriyor veya sakat kalıyor. Eh ne yapalım kader. Doğrudur o adamın yapabileceği bir şey yoktur. Yapması gerektiği halde yapmadığı bir tedbiri yoktur, herhangi bir ihmali bulunmamaktadır. Kendisi tamamen kurbandır. Ne kurbanı? Belli ki insanlık kurbanı.
İnsanlık da bir şahs-ı manevi olarak yapıp ettiklerinden dolayı mükafat görüyor ya da cezalandırılıyor. Eğer insanlık o takla atarak gelen aracın varlığına izin vermeseydi, bu kaza olur muydu?
İnsanlık top yekun bir beden gibi hareket etseydi ve bir uzvun rahatsızlığının bütün bedeni huzursuz ve uykusuz etmesi gibi, bireylerin yanlış ve hatalı davranışlarından huzursuz olsaydı, buna sebep sorumluluk alsaydı, tüm olup bitenlerden evvelemirde ve bizzat insanlığın sorumlu olduğuna inansaydı, her biri elini taşın altına koysaydı, insanlığın genel huzur ve mutluluğu için lazım olan her bir irtifakın (ihtiyacın) karşılanması için gerekli olan kurumları oluştursaydı ve bu kurumların işlemesi sorumluluğunu üstüne alsaydı adına kader dediğimiz musibetlerin pek çoğu olmazdı.
Ehliyet, ancak ehil olana verilseydi, can yakanların canlarının yanacağı ve hiçbir kimseye yaptığının yanına kâr kalmayacağı toplum içinde  bir inanca dönüştürülseydi, trafik kuralları yerinde olsaydı, denetim tam olsaydı, hata yapanlara asla müsamaha gösterilmeseydi, bazı adamlar kayırılmasaydı, imtiyazlı kimse olmasaydı… daha huzurlu bir toplum olurdu ve bireyler de o genel huzurdan daha çok mutluluk devşirirlerdi.
Mutlu ve huzurlu insan niye suç işlesindi. Babası evlerine ekmek getiriyorken orta okul çocuğu okulunu neden terk etmek zorunda kalsındı.
Bütün yanlışlar için benzer sebepler halkasını söz konusu etmek mümkündür. O yüzden Allah “Bütün bunlar ellerinizle işlediniz yüzünden…” buyuruyor.
İblis, isyan edince çözümü Allah’ı suçlamada buldu. “Beni azdırdığın hakkı için…” diye söze başladı.
Âdem babamız da kendini suçladı, işlediği kabahati kendinden bildi.
Biri insan oldu.
Diğeri de şeytan oldu.
İmdi biz de her ikisine yatkın varlıklar olarak insan olma şansımız da var, şeytan olma bedbahtlığımız da var.
İnsan diyordu bir zat (ismini hatırlayamadım) bir eliyle meleğin diğer eliyle de şeytanın elini tutmuş halde.
“Ve hedeynâhu’n-necdeyn…”
“Ona iki yolu da gösterdik.”
Artık seçmesi bize kalmış.
Ne yapalım kader deyip de çamura yatmak seçimimiz olmamalı.
Dua ile!
11.02.2014
GARİBCE




[1] كُلُّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ رَهِينَةٌ  [المدثر : 38]
أَلَّا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى (38) وَأَنْ لَيْسَ لِلْإِنْسَانِ إِلَّا مَا سَعَى (39) وَأَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرَى (40) ثُمَّ يُجْزَاهُ الْجَزَاءَ الْأَوْفَى (41) وَأَنَّ إِلَى رَبِّكَ الْمُنْتَهَى [النجم : 38 - 42]
وَلَا تَكْسِبُ كُلُّ نَفْسٍ إِلَّا عَلَيْهَا وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى ثُمَّ إِلَى رَبِّكُمْ مَرْجِعُكُمْ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ فِيهِ تَخْتَلِفُونَ  [الأنعام : 164]
مَنِ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدِي لِنَفْسِهِ وَمَنْ ضَلَّ فَإِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولًا
[2] وَرَبُّكَ الْغَفُورُ ذُو الرَّحْمَةِ لَوْ يُؤَاخِذُهُمْ بِمَا كَسَبُوا لَعَجَّلَ لَهُمُ الْعَذَابَ بَلْ لَهُمْ مَوْعِدٌ لَنْ يَجِدُوا مِنْ دُونِهِ مَوْئِلًا  [الكهف : 58]
ظَهَرَ الْفَسَادُ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ أَيْدِي النَّاسِ لِيُذِيقَهُمْ بَعْضَ الَّذِي عَمِلُوا لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ  [الروم : 41]
وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللَّهُ النَّاسَ بِمَا كَسَبُوا مَا تَرَكَ عَلَى ظَهْرِهَا مِنْ دَابَّةٍ وَلَكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى فَإِذَا جَاءَ أَجَلُهُمْ فَإِنَّ اللَّهَ كَانَ بِعِبَادِهِ بَصِيرًا [فاطر : 45]
الْيَوْمَ تُجْزَى كُلُّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ لَا ظُلْمَ الْيَوْمَ إِنَّ اللَّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ [غافر : 17]
وَمَا أَصَابَكُمْ مِنْ مُصِيبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ أَيْدِيكُمْ وَيَعْفُو عَنْ كَثِيرٍ  [الشورى : 30]
[3] وَإِذَا أَرَدْنَا أَنْ نُهْلِكَ قَرْيَةً أَمَرْنَا مُتْرَفِيهَا فَفَسَقُوا فِيهَا فَحَقَّ عَلَيْهَا الْقَوْلُ فَدَمَّرْنَاهَا تَدْمِيرًا  [الإسراء : 16]

3 Şubat 2014 Pazartesi

Fıkhu’l-evleviyyât: Her şeyi yerli yerine koyabilmek ve öncelikleri bilebilmek!



İnsanın zihninde yapacağı işlerle ilgili bir ehem mühim sıralaması (sıradüzen) bulunmalı ve her soruna kendi önemine göre bir değer atfetmeli ve ona göre hayat mücadelesini sürdürmelidir.
Ne var ki bu öyle kolay yapılabilecek bir şey değildir. Bunun olabilmesi için insanın hikmet sahibi (bilge) olması gerekiyor.
Çünkü hikmet, her şeyi yerli yerince yapmak, taşı gediğine koyar gibi sözü yerinde söylemek, işi yerinde yapmaktır.
Yüce Allah hidayetini esirgemediği gibi hikmetini de esirgemedi ve biz insanlara lütufta bulundu. Ne var ki kimimiz bundan yeterince nasiplendi kimimiz ise mahrum kaldı.
Birey olarak öyle olduğumuz gibi ümmet olarak da ilahî hikmetten yeterince nasiptar olamadığımız yapıp ettiklerimizden ve bunların sonucu şu anda dünya milletleri arasındaki  bulunduğumuz yerden anlaşılıyor.
Büyük İslam âlimi Yusuf el-Karadâvî vaktiyle yazmış olduğu Fıkhu’l-evleviyyât adlı eserinin girişinde genel bir değerlendirme yapar ve kamu Müslümanların bu hikmetten yoksunlukları sonucu yapmış oldukları bazı hataları tespit eder.
Özetle şöyle der:
1.Müslümanlar, ümmetin tamamını ilgilendiren ve farzı kifaye kabilinden olan hususları –büyük ölçüde- ihmal ettiler: İlim, savaş ve sanayi alanlarında  üstün başarı göstermek gibi.
2. Farz-ı ayın olan bazı hususları ihmal ettiler ya da onlara gereken değeri vermediler. Mesela Kur’an’ın imana dair hususları anlatırken namaz ve zekattan bile önde tuttuğu iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma (el-Emru bi’l-marûf ve’n-nehyü ani’l-münker) şeklindeki farzın durumu böyledir.
3. Rükünlerin bir kısmına diğerlerinden daha fazla önem verdiler. Mesela orucu namazdan daha fazla önemsediler.
4. Bazı nafilelere, farz ve vaciplerden daha fazla önem verdiler. Nitekim pek çok dindar kişide görülen durum budur. Onlar zikir, tesbih ve evradı çok yaparlar fakat aynı önemi pek çok farza, özellikle de sosyal alanla ilgili olanlara vermezler. Mesela ana babaya iyilik, akrabaları ziyaret (sıla-ı rahim), komşuya iyilik ve yardım, güçsüzlere merhamet, yetim ve yoksulları koruma ve gözetme, çirkin ve yanlış şeylere karşı çıkma, sosyal ve siyasî zulme tepki gösterme gibi  konulara tesbih ve zikre verdikleri önemi vermezler.
5. Namaz ve zikir gibi, ferdî ibadetlere cihat, fıkıh, insanların arasını düzeltme, iyilik ve takvada yardımlaşma, sabır ve merhameti tavsiye etme, adalet ve şuraya devam etme ve genel olarak insan haklarına, özel olarak da güçsüz insanlarınkine riayet etme gibi, faydası genel olan sosyal ibadetlerden daha çok itina gösterdiler.
6. İnsanların çoğu, usul (ilke/ esas) ile ilgili meseleleri ihmal edip furû (ayrıntı) ilgili amellere önem verdiler. Din binasının esası durumunda olan akide, iman, tevhit ve dini sadece Allah’a mahsus kılma gibi hususlardan habersiz oldular. (Çoğu kez dini başörtüsü, el kesme gibi imgelere indirgediler).
7. İnsanların çoğu yaygınlaşan haramlara karşı veya zayi edilmiş farzlar uğruna mücadele vermekle meşgul olmaktan çok, mekruh veya şüpheli şeylerle meşgul olmaktadır. Aynı şekilde haramlığı kesin olan mesele dururken, haramlığı veya helalliği tartışmalı hususlarla meşgul olunmaktadır. Fotoğraf çekilmek, şarkı söylemek, peçe takmak vb. ihtilaflı meselelere merak sarmak gibi.
8. İnsanların çoğu helak edici büyük günahlardan haberdar olmadıkları halde, küçük günahlara tepki göstermeye yönelmişlerdir. Bu helak edici günahlar dinle ilgili olduğu gibi, sosyal konularla ilgili de olabilir.
Dini olanlara örnek: Büyücülük, kehanet, kabirleri mescit ve adak yeri haline getrime, ölülere kurban kesme, ölülerden medet umma, onlardan ihtiyaçlarını yerine getirmelerini ve sıkıntılarını defetmelerini isteme ve tevhit inancının safiyetini bozan diğer meseleler gibi.
Helak edici büyük günahların sosyal alanla ilgili olanlarına bazı örnekler ise şunlardır: Şura ve sosyal adaleti zayi etmek, hürriyeti, insan haklarını ve insan saygınlığını yok etmek, işi ehlinden başkasına teslim etmek, seçimlere şaibe karıştırmak, ümmetin servetini yağmalamak, soy-sop ve tabaka imtiyazını kabul etmek ve helak edici israf ve lüksün yaygınlaşması. (Özetle: Yusuf el-Karadâvî, Fıkhu’l-evleviyyât, Öncelikler Fıkhı, trc. Abdullah Kahraman, İz Yayıncılık, İstanbul 2007, s. 30-33)
Dua ile!
03.02.2014

GARİBCE
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...