7 Eylül 2014 Pazar

İmam Azam Ebu Hanife ve Tekfir



Günümüzde tekfirci bir anlayış revaç buluyor gibi. Ellerine nereden geçirdikleri belli olmayan bir damga ile her önlerine gelene Kafir damgası vurmayı bir maharet sanıyorlar.
İslam’ın geniş dairesini, kendi küçücük akıllarının ihatası kadar sananlar, kendince malum sınırları aşanları rahatlıkla tekfirle suçlayabiliyorlar. Muhtemelen her günah da aynı değerde ve etkinlikte değil. Öyle olsaydı başta kendileri de olmak üzere  dairenin içinde zaten kimse kalmazdı. Çünkü insan olup da şöyle ya da böyle günahı olmayanımız da var mı ki?
Mecdelli Meryemlere ilk taşı atabilecek günahsızlarımız var mı?
Her günah içki gibi sarhoşluk verseydi ayık olanımız kalır mıydı ki!
Üstelik tekfir bumerang gibi, eninde sonunda sahibine de dönebilecek bir şey.
İşte tam da böyle bir Harici anlayışın yaygınlaştığı bir ortamda gel de İmam Azam Ebu Hanife’yi rahmet ile anma.
Koca imamın bu konudaki tavrı hala bizler için de ufkumuzu aydınlatacak gibi.
Garibce, sizin için üşenmedi ve onun bir öyküsünü tercüme etti. Buyurun. Birlikte okuyalım ve imamımızı bir kez daha rahmetle analım.
Ebu Yusuf  (ra) anlatıyor:
Havâric’e Ebu Hanife’nin Rabb’in marifetini ispat ettiği (?)  ve günaha sebep hiç kimseyi tekfir etmediği haberi ulaşınca  Şürat = Satı[1] grubundan kırk kişi İmam Ebu Hanife’ye geldiler. Ellerinde sıyrılmış kılıçlar vardı.
“-Ey Ebu Hanife!  Bil ki bugün senin dünya hayatının son günü, ahiret hayatının da ilk günü olacak. Sana iki mesele sormak üzere geldik. Her ikisi de bizim en zor sorularımız. Eğer bu soruların içinden çıkabilirsen ne ala! Yoksa kellen gidecek!” dediler.
Ebu Hanife (ra): “-Bana karşı insaflı olacak mısınız?” dedi.
“-Evet!” dediler.
Ebu Hanife: “-Yahu önce şu kılıçlarınızı kınlarına koyun! Yaldırayışları gözümü alıyor!” dedi.  Onlar:
-“Hiç olur mu?! Onları kınına nasıl sokabiliriz ki?! Biz onları senin kanınla boyamayı umuyoruz.” dediler.
İmam: “-Peki, konuşun!” dedi.
Şöyle sordular:
“Mescidin kapısında iki cenaze var. Bunlar hakkında ne dersin?
Bunlardan birincisi şarap içmiş sarhoş olmuş ve boğazına içki durması yüzünden de ölmüş.
İkincisi ise bir kadın; zina etmiş, gebe kalmış, gebelik belli olmaya başlayınca ilaç içmiş bu yüzden çocuğu düşmüş, kendi de ölmüş.
İmdi sen bu iki cenaze hakkında ne diyorsun?”
İmam Ebu Hanife:
“-Bu sözünü ettiğiniz iki kişi Yahudi dininden mi idiler?” diye sordu:
-“Hayır!” dediler.
“-Hıristiyan mı idiler?”
“-Yok, Hıristiyan da değildiler” diye karşılık verdiler.
“-Öyle ise hangi dinden idiler?” diye sordu. Onlar da:
“Allah’tan başka tanrı olmadığına ve Hz. Muhammed’in onun Rasulü olduğuna şehadet eden Müslümanlardandı!” dediler.
“-Peki, onlar “Allah katından gelen her ne var ise onları kabul ediyorlar mıydı?” dedi.
-“Evet!” dediler.
“-O zaman söyleyin bana bu ikrar (kabul)  küfür müdür yoksa iman mı?”
“-İman!” dediler.
“-Peki,  bana söyleyin bu imanın ne kadarı; yarısı mı, üçte biri mi, dörtte biri mi?”
“İman imandır, imanın yarısı, üçte biri, dörtte biri olmaz ki!” dediler.
“-Yani tümü mü o zaman?” dedi.
“Elbette tümü!” diye karşılık verdiler. Diyalog bu noktaya gelince İmam:
“-İmdi, buna göre bana sorduğunuz cenazelerin mümin olduklarını bizzat siz kendiniz söylemiş oldunuz!” dedi.
İçlerinden biri: “-Bunları bırak da sen bize söyle hele! Onlar cehennem ehlinden midir yoksa cennet ehlinden mi?”
Ebu Hanife bu soru üzerine onlara şöyle cevap verdi:
“Ben o iki cenaze hakkında Hz. Nuh’un  bu kişilerden çok daha ağır günah içinde olan kavmine söylediğini söylerim. O şöyle demişti:
Nûh, şöyle dedi: “Onların yaptıklarına dair benim ne bilgim olabilir?”
Onların hesaplarını görmek ancak Rabbime aittir. Bir anlayabilseniz!”  (Şuara 26/112-113)
{ قال وما علمي بِما كانوا يعملون، إنْ حسابُهم إلا على ربي لو تشعرون }
Hz. İbrahim’in onlardan çok daha büyük günah içinde bulunan kavmi için dediğini derim. O şöyle demişti:
“Rabbim! Çünkü o putlar insanlardan birçoğunu saptırdılar. Artık kim bana uyarsa, o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, şüphesiz sen çok bağışlayan, çok merhamet edensin.” (İbrahim 14/36)
{ فمن تبعني فإنه مني ومن عصاني فإنك غفور رحيم }
Gene onlar hakkında onlardan daha büyük günah içinde bulunan kavmi için Hz. İsa b. Meryem’in söylediğini söylerim. O şöyle demişti:
“Eğer onlara azap edersen, şüphe yok ki onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, yine şüphe yok ki sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin.” (Maide 5/118)
{ إن تعذبْهم فإنّهم عبادك وإن تغفر لهم فإنك أنت العزيز الحكيم }
Ve nihayet onlar hakkında Hz. Peygamber efendimize indirilmiş olan şu ayetler doğrultusunda söyleyeceğimi söylerdim.
“Size ben, “Allah’ın hazineleri yanımdadır”, demiyorum; gaybı da bilmem. “Ben bir meleğim” de demiyorum. Sizin hor gördüğünüz kimseler için, “Allah, onlara asla hiçbir hayır vermez” de diyemem. Allah, onların içlerindekini daha iyi bilir. Böyle bir şey söylersem, o zaman ben gerçekten zâlimlerden olurum.” (Hûd 11/31)
{ ولا أقول(5) لكم عندي خزائن الله، ولا أعلم الغيب، ولا أقول إني ملك، ولا أقول للذين تزدري أعينُكم لن يؤتيهم الله خيرا، الله أعلم بِما في أنفسهم، إني إذاً لمن الظالمين }
Bunun üzerine o eli yalın silahlı adamlar insaf ile hareket edip:
“-Ey Ebu Hanife! Sen bizi aydınlattın ve içinde bulunduğumuz çıkmazdan çıkardın! Allah da seni sıkıntılardan korusun!  Biz, içinde bulunduğumuz her bir yanlış durumdan dolayı Allah’a tevbe ediyoruz ve O’nun bizi bağışlamasını diliyoruz.!” dediler ve  sonra da İmam’ın halkasına katılıp, onunla birlik oldular. [2]
İşte böyle!
Yoruma ihtiyaç yok!
Ama akla, izana ve insafa ihtiyaç çok.
Büyük İmama rahmet olsun!
Dua ile!
07.09.2014
GARİBCE




[1] Bunlara Şürât deniliyor. Şârin kelimesinin çoğuludur. Bunlar “Bakara 2/207’de ifade edilen “İnsanlardan öyleleri de vardır ki kendilerini Allah rızası için satarlar” ayetinden mülhem olarak kendilerine bu ismi almışlardı. Güya zalim yöneticilerden ayrılıp, kendilerini cennet karşılığı satıya çıkarmışlar.
{وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَشْرِي نَفْسَهُ ابْتِغَاءَ مَرْضَاتِ اللَّهِ وَاللَّهُ رَءُوفٌ بِالْعِبَادِ} [البقرة: 207]
Şürat’ın Türkçedeki karşılığı Satılar ya da Satılmışlar olmalıdır. Nitekim bizdeki bu şekildeki isimlerin de arka planında böyle bir anlayış vardır. Ayrıca bk. Tevbe 9/111.
[2] Sa’ıd en-Nisaburi, el-İ’tikad, s. 115-116.

4 Eylül 2014 Perşembe

Sala sala üstüne!


Bugünlerde salalar veriliyor; sala sala üstüne! Mevsim hasat mevsimi midir bilinmez.
Hani genelde hayvanlar kış boyu açlık ve susuzluğa, soğuğun şiddetine dayandıkça dayanırlar da tam bahar yaklaşmışken  tüm enerjileri biten ve ölürler. Ölümlerin çoğu böylesi bir mevsime rast gelir.
İnsanlar için de ölümün öyle bir mevsimi var mı bilmem.
Ama bildiğim bir şey var ise bugünlerde çokça sala duyduğum. Üst üste mi geliyor ne?
İstatistiklere bakmak lazım.
Şöyle ya da böyle denilebilir, ama sanıyorum benimkisi algıda seçicilik ile ilgili olsa gerek.  Belli ki bu salaların ardı arkası öteden beri kesilmiyor. Doğumlar gibi. Hatta ben kendim de nice sala vermiştim talebe iken. Talas Merkez’de Ali Saib Paşa namında küçük ve şirin tarihi bir cami var. Ağabeyim orada imam idi. O sırada ezanın minareye çıkıp şerefeden okunması emri vardı. Müezzin hocamız çıkmaya üşenir ve orada olduğumda beni çıkarırlardı ve ben de buna sebep bol bol ezan okurdum. Severdim de. Öyle bir de çekerdim ki, ağlamaklı yanık bir ses ile… hoşuma da giderdi hani.
Birinde salayı gene ben vermiştim ve ilan sırasında “Falanca kişi Rahmet-i Rahman’a kavuştu” demiştim. Daha sonra eski İmam-Hatip Okulu müdürümüz Celalettin Karakılıç Hoca beni uyarmış ve “Rahmet-i Rahman’a kavuştuğunu nereden biliyorsun, öldü, ya da vefat etti!’ deyiver!” demişti. Öyle ya adamın nereye gittiği ancak O’na malum. Ama biz belli ki iyi niyetimizden “Rahmet-i Rahman’a” gönderiyorduk.
Neyse bu bir bahs-i diğer.
İmdi dedim ya bizimkisi galiba algıda seçicilik.
Muhtemelen benim duyduğum bu salalar nice gençler tarafından duyulmuyor ya da öylesine bir prosedür gibi tabii görülüyor.
Ölüm bir gerçeklik olarak ürkütmüyor.
Bazen olgunlaşmış meyvelerin hasadı gibi vaktinde gerekli gibi geliyor. Lakin gök ekinin yolunması gibi olunca acı veriyor.
Ve ardından gelen yalnızlık korkutuyor.
“Ölüm ölüm nedir ki gülüm, biz senin için yaşamayı göze almışız!” diyen canlar çıkıyor.
Buradan bakınca hayat daha zor mu ne?
Zorluğu şuradan belli ki, sonsuz bir hayata karşılık geliyor.
Ne diyelim hayatı da ölümü de yaratan O!
Ve her bir şeyle bizi sınayan da O!
Ha bir de tadılan bir şeymiş ölüm.
Tadı da nasıl ola ki!
Dua ile!
04.09.2014

GARİBCE

3 Eylül 2014 Çarşamba

İnsan kader mahkumu mu?!




Hepimiz kader mahkûmuyuz. Bu bizim insanlığa ve elan içinde bulunduğumuz yakın dünyaya mahkûm oluşumuz anlamında oluyor.
Kesb ve türevleri Kur’an’da  57 yerde geçiyor[1]. Bunların ortak anlamı insana nispet edilebilecek bir iradenin mevcudiyeti ve ona bağlı olarak yapıp etme alanı olduğudur.
Kader konusu her zaman tartışılmış, günümüzde de tartışılıyor ve buna sebep bir takım insanlar, kendileri gibi düşünmeyen ve inanmayan kimseleri dışlama ve İslam dairesinin dışına itme gibi davranışlar içine giriyor.
Geriye doğru baktığımızda kader diye bir şeyin mevcudiyetini inkâr etmek mümkün değil. Ama bu mevcudiyet, ileriye doğru insanı mahkûm eden bir şey mi?
Başka bir ifade ile insan herhangi bir şekilde mahkûm mu?
Benim buraya aldığım ve almadığım diğer ayetlerden anladığım şu: İnsan bir şeyi yapmaya mahkûm değil, ama yaptığı şeylerin mahkûmu. Kader denilen şey de bu mu ne?
Bu mahkûmiyet ya da bizzat Kur’an’ın ifadesiyle tutsaklık ve rehin olma hali nasıl çözülecek ve söz konusu mahkûmiyet bitecek:
Cevap: Yüzleşilerek ve karşılıkları ödenerek.
-Ne zaman ve nerede?
-Burada ya da orada. Ne fark eder ki? Eğer ölüm yok olma değil, insan varlığının yeni bir boyutta devamı ise, görülecek karşılığın  yakın hayatta (el-hayatu’d-dünya) ya da sonraki hayatta (el-hayatu’l-âhire) olması arasında ne fark vardır ki?! Ne ki bu hayatta olması halinde belki insanlar bundan ibret alırlar da daha bir kendilerine gelirler.
Peki, bu karşılık adaletle mi rahmet ve merhametle mi ölçülecek?
İş adalete binerse halimiz perişan olacağa benziyor. O takdirde yeryüzünde hiçbir canlının hayat hakkı olmayacağı bildiriliyor. Her yanlışta, yanlış yapanın üzeri çizilmiyor, mühlet veriliyor. Yani o ki, ihmal yok, imhal var.
Başa gelenler ise her daim tenzilatlı deniyor.
Bu yakın hayatta küresel felaketlerden söz ediliyor.
Allah, bu bozgunu (fesad) bizzat bizim yapıp ettiklerimize bağlıyor.
Bu yakın hayatta bozgun yapan düzgün de yapar. Kesb ile vurgulanan da işte bu anlam olmalı.
Ey bozgun yapan, düzgün yapmak da senin elinde. Tutsaklığın, mahkumluğun işte bu esas doğrultusunda. Bundan böyle ister bozgun yap, ister düzgün. Nasıl olsa yapıp ettiğin seni kuşatacak ve illa ki onların mahkûmu olacaksın, yaptığın her bir şeyle yüzleşecek ve karşılığını göreceksin.
Hal böyle iken, rahmeti öne geçen, lütuf ve ihsanı bol olan bir Rabb’ın kulu olarak kollanmak da güzel bir şey olmalı.
Umut bu ya!
Kulunun hülyasıdır. Neden tükensin ki.
Dua ile!
03.09.2014
GARİBCE



[1] Bu metne esas olan ayetlerden bir kısmı şöyle:

وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللَّهُ النَّاسَ بِمَا كَسَبُوا مَا تَرَكَ عَلَى ظَهْرِهَا مِنْ دَابَّةٍ وَلَكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى فَإِذَا جَاءَ أَجَلُهُمْ فَإِنَّ اللَّهَ كَانَ بِعِبَادِهِ بَصِيرًا (45) فاطر
{ وَرَبُّكَ الْغَفُورُ ذُو الرَّحْمَةِ لَوْ يُؤَاخِذُهُمْ بِمَا كَسَبُوا لَعَجَّلَ لَهُمُ الْعَذَابَ بَلْ لَهُمْ مَوْعِدٌ لَنْ يَجِدُوا مِنْ دُونِهِ مَوْئِلًا (58)} [الكهف: 58]
{وَمَنْ يَكْسِبْ إِثْمًا فَإِنَّمَا يَكْسِبُهُ عَلَى نَفْسِهِ وَكَانَ اللَّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا (111) وَمَنْ يَكْسِبْ خَطِيئَةً أَوْ إِثْمًا ثُمَّ يَرْمِ بِهِ بَرِيئًا فَقَدِ احْتَمَلَ بُهْتَانًا وَإِثْمًا مُبِينًا (112)} [النساء: 111، 112]
{ظَهَرَ الْفَسَادُ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ أَيْدِي النَّاسِ لِيُذِيقَهُمْ بَعْضَ الَّذِي عَمِلُوا لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ (41) } [الروم: 41]
{الْيَوْمَ تُجْزَى كُلُّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ لَا ظُلْمَ الْيَوْمَ إِنَّ اللَّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ (17)} [غافر: 17]
{وَمَا أَصَابَكُمْ مِنْ مُصِيبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ أَيْدِيكُمْ وَيَعْفُو عَنْ كَثِيرٍ} [الشورى: 30]
{كُلُّ امْرِئٍ بِمَا كَسَبَ رَهِينٌ} [الطور: 21]
{كُلُّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ رَهِينَةٌ } [المدثر: 38]

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...