28 Kasım 2014 Cuma

Bekir Topaloğlu’nu ziyaret ve bir tevafuk!

Bugün cumaydı ya! Ayda bir Kazdal camiinde sohbet ediyoruz. Dönüşte İSAM’a uğrayıp Bekir Topaloğlu hocamın ellerini öpmek ve duasını almak istedim.
Tevafuk nedir bilir misiniz?
Birçoklarınca keramet sanılan şey. Tevafuk için, illa ki tarikatların velayetini ilan ettikleri şeyhler elinde tezahür etmesi kabilinden olmaya gerek yok.
Zaten iş Allah’a kalsa velayet dediğin ne ki? İman ve takva şartını bir araya getirenlere Allah “veli ç. evliya” buyuruyor. “Elâ inne evliya Allah’i la havfun aleyhim vela yahzenun. Ellezîne âmenû ve kânû yettekûn”
{أَلَا إِنَّ أَوْلِيَاءَ اللَّهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ (62) الَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ} [يونس: 62، 63
Yanına vardığımda Fahrettin Atar hocam ile İlyas Çelebi hocamız da oradaydılar. İmdi hoca Maşallahı var anlatıyor. Neler anlattı derseniz çoğu benim bu akşam Hayrettin Hoca’yı tanıtma konuşmamızda anlatabileceğim şeyler. Ben özel olarak isteseydim Hoca’dan belki bu kadar bereketli şeyler anlatmazdı.  Yani anlattıkları hem üç dinleyici hocayı ilgilendiren şeylerdi ve ama daha çok da benim ihtiyacıma uygun düşen hatıralardı.
Bu gibi durumlara tevafuk deniyor.
Hoca, o günlerde birlikte nasıl çalıştıklarını anlattı.
Merhum Muhammed Tanci hocanın Hayrettin Hoca’nın tezini baştan sona nasıl dinlediğinden dem vurdu. Tabi Çamlıca’da seyyar tüple yaptıkları demli çay eşliğinde. Merhum çayı çok severmiş.
Sade Hayrettin bey mi, o dönemde  formalite icabı danışmanlar tayin edilse de bu işi pek anlamadıkları için iş hep Tanci hoca’ya düşermiş. Allah gani gani rahmet eylesin.
Sonra birlikte yazdıkları Arapça-Türkçe Yeni Kamus ile diğer Arapça kitaplarını…
Arapça kitaplarının hazırlanmasında Mehmet Zihni Efendinin kitaplarından çok yararlandıklarını da söyledi. (Onun Nimet-i İslam adlı ilmihali yanında Muktadab ve Müntehab gibi bol örnekli ve iddialı Arapça kitapları var.)
O zaman bilgisayarı bırakın daktilo da yok. Arapça metinleri el ile  Türkçelerini de daktilo ile mumlu kağıda yazıyorlar ve teksir makinesinde çoğaltıyorlar. Böyle elden ele dolaştırıp ihtiyacı gidermeye çalışıyorlar.
Bir gün Sirkeci’de bakınırlarken bir dükkanda Arapça bir daktilo görmüşler, öyle ufak tefek kabilinden değil kocaman bir şeymiş. Hemen içeri dalıp fiyatını sormuşlar ve istenilen fiyata almışlar. Bulmuşlar ya sen ona bak, böyle bir durumda hiç pazarlık yapılır mı? Omuzlarına vurup nöbetleşe Vapura kadar taşımışlar, vapurdan inince de gene nöbetleşe omuzlarında taşıyarak Enstitü’ye getirmişler. Aman ne sevinmişler ne sevinmişler! Odaları  sırf bu daktiloya sebep ihtiyaç sahiplerinin uğrak yeri olmuş.
Sonra bastıracaklar para yok. İlim Yayma’ya gitmişler, onlardan borç istemişler. Bir sene sonra öderiz, demişler. Bekir Topaloğlu İmam Hatibi birincilikte bitirdiği için o adamlar hocayı tanıyorlarmış ve istedikleri borç parayı aralarında taksim ederek vermişler. İçlerinden biri  buna hiç memnun olmadı, parayı gene de verdi ama yüzünün asıklığı hiç gitmedi diyor.
Piyasa o kadar açmış ki daha altı ay dolmadan borçlandıkları paralar geri dönmüş ve gidip borçlarını ödemişler. Adamlar şaşırmışlar.
Ha bir de  matbaada basım öncesi dizgi yapılıyordu ya. Arapça hurufat çok zor bulunuyormuş. Basmaya karar veren matbaa bir iki sayfa diziyor, hocalar tashih ediyor ve son şekli veriliyormuş. Gel gör ki hurufat kutusundaki vav ve elif harfi çok kullanıldığı için hemen bitiyor, buna sebep de iş aksıyormuş. Her işi bırakıp Topkapı’daki matbaaya yakın bir otele yerleşmişler. Dizdikleri bir iki sayfayı hemen kontrol edip geri iade ediyolarmış onlar da hemen kalıbı alıp dizdikleri hurufatı bozup tekrar diziyorlarmış. Böyle böyle dizgi ve basım işi tamamlanmış.
Teksir makinesini yeni nesil bilmez. Önce daktilo ile mumlu kağıda yazılır, sonra o mumlu kağıt teksir (çoğaltma) makinesine takılır ve ondan sonra da  bir kolu vardı o kol çevrildikçe her dönüşte bir kağıt (saman kağıdı boyayı iyi çektiği ve de ucuz olduğu için teksir kağıtları hep üçüncü hamur olurdu) çoğaltırdı. Bir anlamda “mumlu kağıt getir, ne kadar çevir, o kadar götür” usulü.
“Sonra duyduk ki” diyor hoca “İstanbul Üniversitesinde mumlu kağıt olmadan teksir yapıyorlarmış. Allah Allah nasıl olur dedik” diyor ve ekliyor: “Sonra öğrendik ki o makine fotokopi makinesiymiş.”
İşte böyle imkansızlıkları imkana dönüştürerek bizim nesiler için yol açan o kuşağa saygı duymamız gerekiyor. Ha bunu yaparken onları göklere çıkarıp da ayaklarını yerden kesmeye de gerek yok. Onlar bizim hocalarımız olarak önümüzden gitmeye devam etsinler ki biz de arkalarından gelmeye cesaret edebilelim. Çıkardın göklere, sonra ne olacak? Sevgide de saygıda da övgüde de ölçü gerek.
Cuma bereketi olarak sizlerle paylaşayım dedim.
Geçmiş de olsa cumamız mübarek olsun. Nice mübarek, bereketli ve tevafuklu cumalar dileği ile.
28.11.2014


GARİBCE 

26 Kasım 2014 Çarşamba

Önce önerme sonra gönderme: Keşfedilen Şâtıbî ile ilgili bir düzeltme!


Garibce ama öyle.
İnsanlar her nedense önce bir önerme oluşturuyorlar, ondan sonra da ona gönderme yaparak bir sonuca varmaya kalkışıyorlar ve bunu hep yapıyorlar/ yapıyoruz. Çünkü işimize geliyor.
Hasbî bir İslam âlimi olduğuna inandığım merhum Salih Akdemir hocanın bir makalesini okurken orada bir atıf gördüm. Şöyle diyor:
“Diğer taraftan Kur'an-ı Kerîm'den bir konuyla ilgili bir hüküm çıkarırken konuyla ilgili bir ya da birkaç ayete dayanmak yerine konuyla ilgili tüm ayetleri dikkate almak gerekir. Ancak bütün ayetler degerlendirildikten sonradır ki Kur'an-ı Kerîm'in konuyla ilgili görüşü isabetli bir şekilde ortaya konmuş olabilir. Aksi halde, hatalara düşmekten kurtulunamaz. Ancak büyük Usul-ı Fıkıh alimi İmam-ı Eş-Şatıbî'nin de, .( eş-Şatıbî, Kitab el-Muvafakat, Kahire, 1969, 1, 13-14, Bu metodun modern bir yorumu ve uygulaması için bkz. Prof. Dr. Fazlur Rahman, İslam ve Çağdaşlık, Fecr Yay. Ank. 1990. Terc. Doç. Dr. Alparslan Açıkgenç, Doc. Dr. M. Havri Kırbaşoğlu, s. 93-99). ifade ettiği gibi bazı hukukçular bu metodu tamamen ihmal etmişler ve dolayısıyla zaman zaman hatalara düşmekten kurtulamamışlardır.”[1]
Ben şahsen bu paragrafta hata görmüyorum. Yapılan göndermenin doğru olmadığını ve hatta sözü edilen Fazlur Rahman tarafından kelimenin tam anlamıyla Şâtıbî merhumun  istismar edildiğini[2], hocanın da bir anlamda mütercimlerin dolduruşuna geldiğini düşünüyorum.
İmdi merhum Şâtıbî sözü edilen önermede Usulün katî olması gereğinden bahisle söylediklerini söylüyor. Şatıbî gibi bir İslam âliminin usul ile hükm’ü ayırt edememesi akıllara ziyandır.  Şâtıbî merhum bilir ki füru-ı fıkıhta hükümlerin elde edilmesi için zan düzeyinde bir bilgi yeterlidir. Orada katiyet aransa fıkıh diye bir şey kalmaz, hak hukuk zayi olur. O takdirde, yalan söylemeleri ve yanılmaları pekâlâ mümkün olan iki şahidin şahitliğine dayanarak hüküm veremezsiniz. Çünkü onların verdikleri bilgilerin katiyeti söz konusu olamaz.  Nahnu nahkumu bi’z-zavâhir valluhu yetevvelâ’s-serâir.  Biz zâhire göre hükmederiz. İşin iç yüzünü bilemeyiz. O’nu gerçekliği üzere ancak Allah bilir.
İmam der ki üzerine füruu bina edeceğimiz asıllar (ç. usûl) katî olmalıdır, orada zannî bilgi yeterli değildir. Bunun için ilgili alana dair usulü (yani füru-ı fıkha temel ve esas olacak ilke, umde ve gayeleri) ancak o alanla ilgili tüm nasların istikrası sonucu elde edebiliriz. Usulü belirledikten sonra da o usulün ışığında kendilerinden şerî hükümleri (ç. Ahkâm) çıkaracağımız tikel nasları değerlendirir ve varacağımız sonuçları (hükümleri) böylece ortaya koyarız. O bunu, genel esaslardan hareketle problem çözmek için yapmaz, aksine problemle ilgili  şerî tafsîlî delilleri değerlendirip bir hükme ulaşmaya çalışırken o genel esasların ışığı altında bunu yapmamızı söyler. Başka bir ifade ile dinî/ şerî hükümler genellemelerden hareketle değil, her bir mesele kendine özel delilden hareketle ancak çözüme bağlanmak zorundadır.
Uzmanı değil ama mütevazi  bir mütercimi olarak Garibce onun bu yaklaşımını şöyle formüle ediyor: Fıkıh faaliyetlerinin tümü  umdelerden hareketle, ilkelerin ışığında ve gayeleri (makâsıd) gerçekleştirecek biçimde olacaktır. Bu aynen hareket ve varış noktası belli ve her türlü ışıklandırması ve işaretlemesi yapılmış bir yolda yolculuk etmek gibidir. Yolun varlığı ve aydınlatılmış, işaretlenmiş olması sizi gideceğiniz yere götürmez, götürecek olan tikel araçlardır.
Yanlış bir yol tutmayacaksınız, yol boyunca yolun aydınlatılmış ve işaretlenmiş olması sizin özel araçla (şerî tafsîlî/ tikel delil) yol alırken hata yapma ihtimalinizi en aza indirecek ve varış noktasına varmış olmanız (gayenin tahakkuku) da o ana kadar takip edilen sürecin isabetli olduğunu gösterecek. Yani işin sağlaması olacak.
Merhumun kastettiği işte budur.
 “Kur’an nassı dahi hüküm ifade de tek başına yeterli değil” şeklinde bir görüşü ona nispet etmek sadece bühtan olur.
Vesselam.
Dua ile!
26.11.2014
GARİBCE



[1] Salih Akdemir,  “Tarih Boyunca Ve Kur'an-ı Kerim'de Kadın” . Bu makale, Türk Yurdu Temmuz 1991 sayısında yayınlanmıştır.
[2] Bu konudaki tespit ve eleştiri için bk. Mehmet Erdoğan, “Fıkıh Usulünün Katîliği”,  Bilimname, II, 2003/II, 171-178.

23 Kasım 2014 Pazar

Garibce’nin Dili!


Bizim Garibce bir dil tutturmuş gidiyor. “Uyuyor mu uymuyor mu?” demiyor.
İçinden geldiği gibi yazıyor. Duyduğu gibi yansıtmak istiyor.
Seyit Mehmet Şen Hoca vaktiyle Duygu ve Hikmet ile Öykülerin Büyüsü kitapları için beğendiğini, üslubunu sevdiğini ancak diline biraz daha dikkat etmesi gerektiğini söylemişti: “Edebiyat’ın edeb’den geldiğini” falan ima etmişti. Dinlemiyor. “Ben edebiyat yapmıyorum ki!” diyor.
“Yahu” diyorum “bak sen  bu işin bazen ölçüsünü kaçırıyorsun. Olur olmaz şeylerle uğraşıyor, bazı şeyleri fazla kurcalıyor, iyice tadını (aslında buraya gelecek kelimeyi ben de Garibce gibi çok iyi biliyorum da Erzurumlu Şoförün muavini uyarması gibi olmasın diye böyle yazıyorum) çıkarıyorsun. Bak bu gidişle sen bir bok (haydi sonunda ben de söyleyeyim) olamazsın” diyorum. Lafımı tınmıyor.
“Yahu ‘Dilim dilim etti beni dilim!’ diyen sen değil misin?” diyorum, taşa söylemişim gibi yüzüme bakıyor.
“Hele şu istihza üslubun yok mu? Hiç yakışmıyor!” diyorum. “Hop! Hop! Orada dur!” diyor ve karşı çıkıyor “Bir kere mizah ile istihza birbirine karıştırılmasın: İstihza bize uymaz!” diyor. “Biz yerine göre muhabbet, yerine göre mizah, yerine göre latife yapıyoruz” diye de ekliyor. “İyi de latife latif gerek!” diyorum. O da “Zaten biz de öyle yapıyoruz!” diyor.
“Anadolu irfanını ‘Bu ne koku? Yokluğun boku!’ demeden nasıl anlatabilirim?” diyor.
“Bayram namazını binlerce cemaate ‘İki salla bir bağla üç salla bir yolla!’ demeden akılda kalacak şekilde daha kısa ve öz nasıl anlatabilirim?” diye tutturuyor.
“Hayatında belki hiç leblebi görmemiş insanların ‘Leb demeden leblebi diyeceğini anlamak’ ile aynı manayı ifade için kullandıkları ‘Ağzının domaltısından Omar diyeceğini bilirim’ sözlerini nereye koyabilirim?” diyor.
“Garibce’nin böyle giderse bir bok olacağı yok diyorsun ya boşa yorulma! Zaten onun öyle bir derdi yok, insan olmak varken niye başka bir şey olmaya çabalasın ki!” diyor.
“Hem olanları gördük de ne oldu?” diye de hayıflanıyor.
Bir kimse yedisinde ne ise yetmişinde de o olurmuş. Küllün ya’melu alâ şâkiletih / Herkes neye yatkın idiyse öyle yaparmış. Doğasında olan her ne ise dışa da o vururmuş. Garibce, doğalı henüz üç yıl oldu. Ona hayat verenler karar vermeli. Belli ki bu böyle devam edecek. O gene bildiğini okuyacak. Velinimetleri yemini ve suyunu verdikçe Garibce özgür ikliminde kanat çırpmaya devam edecek. Kendine has ötüşünü sürdürecek. Ötüşü makes buldukça daha da bir iştaha gelecek.
Ama velinimeti ona dut yedirirse işte o zaman susacak.
Ve bir de tabii emr-i hak vaki oldukta!
Kalın sağlıcakla!
Dua ile!
23.11.2014

GARİBCE 

Yeter oyalandığın gayrı, çalışsana öllüğün körü!

 

Feys’de şöyle bir muhabbet geçmiştik az önce.
Garibce, belki iki saattir başına tebelleş olmuş uyuşuk güz sineklerini kovmaya çabalıyor. Feys de diyor ki: Ne düşünüyorsun? Elinin körünü.
 “Elinin körü!” dedimdi ya daha buğusu üzerinde iken can anamın diline hıyanetlik ettiğimi hissettim. Çünkü ben bu tabiri hep “Öllüğün körü” diye duyar ve öyle bilirdim. “Niye öyle dedim ki?” diye hayıflandım. “Bu tavır, hiç Garibce’ye uyar mı?” diye kendi kendime sitem ettim. Sonra Herbilen’e sordum: Yahu bilmediği yok arkadaş: Aynen öyle imiş. Üstelik “öllüğün körü” diye Ankara bölgesinde meşhur bir yemek de varmış. İsim de nereden geliyormuş biliyor musunuz?
Kıymalı veya peynirli erişte pişirilirken komşu sormuş. “Hu! Komşu! Ne yemeği yapıyorsun?” Yorgun ve sinirli olan kadıncağız da alıngan bir tavırla  “öllüğün körü” demiş ve böylece o yemeğin adı “öllüğün körü” olmuş. Yedin mi? Ben yemedim.
İnsan bu ya, üç boyutlu zamanı bir anda yaşayabiliyor. Geçmişi hatıralarıyla, anı içinde yapmakta oldukları ile ve geleceği de hayalleriyle.
Ben de bu tabirin kullanım şekillerini hatırlamak için hatıralarıma gittim.
Hemen bir kadın düştü aklıma. Tam on tane hayatta çocuk anası, üç de öylesine telef olmuş. Hepsi de yiyici. Kadıncağız koca kazan ile yemek pişiriyor, koca leğen ile ortaya servis ediyor, hemen her gün bazlama pişiriyor ama gene de baş edemiyor. Ayrıca bir sürü iş var ve hiç bitmiyor. Haliyle yorgun  düşüyor. Üstelik herif de, avratlık bekliyor…
-Ana!
-Ne var gene!
-Acıktım, gıı!
-Zıkkımın kökünü ye! Teştte bazlama var, alıp yesene de  ana diye adımı üzberliyon. (Bu n sesi genizden gelir ve eski dilde sağır kef ile yazılır)
Ya da şöyle:
-Ana gı!
-Öllüğün körü! Ne var gene?
Köy şartları o zamanlar gerçekten çok zordu. Arapların bir sözü var: Hadis diye de rivayet edilir: “Men sekene fi’l-bâdiyeti cefâ!” diye.  Bâdiyede yani zor hayat şartları altında yaşayanlar kaba saba/ acımasız olurlarmış. Sözün anlamı bu.
Acaba diyorum köyün o günkü şartları -bugünü çok iyi bilmiyorum- insanlarımızı katı ve sevgisiz mi yapıyordu. Tabii her zaman böyle  de değildi.
Bazen de seslenmelerde şöyle denebilirdi: “Haydi bir su getiriver, gadasını aldığım!” “Gurban olduğum!” “Bilmem neresini yediğim!” (Yenilecek yer her neresiyse olduğu gibi söylenirdi.)
Ama hatıralarda kalanlar daha çok “Öllüğün körü” gibiler sanki.
Anamın dilindeki bu tabiri TDK’ya sordum, bilemedi, daha dorusu sahip çıkmadı. Peki, “elinin körü’nü biliyor musun dedim. Onu bildi ve  “Bıktırıcı, usandırıcı durumlarda bir azar sözü” diye açıklama getirdi.
Türkiye Türkçesi Ağızları Sözlüğü’nde Kızınca söylenilen sövgü” diye açıklanmış ama kanaatimce bu bir sövgüden çok azar olmalı.
Bu tabir “Yeter yaptığın gayrı öllüğün körü!” gibi hitap şeklinde de kullanılabiliyor.
Tabir sağlam ve yüzde yüz bize ait. Anadilimizde (yazı dilinde) olmasa da analarımızın dilinde mevcut. Ama nereden gelmiş, ilk çıkış öyküsü nasılmış, onu bilemedim ve de bulamadım.
İşte böyle!
Feys’in halden anlamazlığı başımıza bak neler açtı.
Güya oturacak ve ders çalışacaktım.
Ama tembel talebeler gibi bahane arayıp duruyorum. Biri çıksa da şimdi keşke:
“Sabahtan beri ne oyalanıp duruyorsun, çalışsana öllüğün körü!” dese. Ve bu ses tanıdık olsa, yürekten gelse, özlem dolu bir ses olsa: Azar dolu anamın sesi olsa!
Heyhat! Olmayacak dua.
Rahmet olsun!
Dua ile!
23.11.2014

GARİBCE

Sarhoş olmak istiyorum diye neden hep gözün üstümde! Bre Fakı!


“-Yahu Fakı! Neden bizim keyfimize karışıyorsunuz?”
“-Tövbe Estağfirullah! O da nereden çıktı evladım!”
“-İyi de şöyle bir kafamızı bulalım, bulutların üstüne çıkalım, kâm alamım şu kahpe dünyadan istiyoruz. Hemen müdahale ediyorsunuz. Yok mu kuzum başka işiniz, kendi dünyanıza gidiniz. Daha dün Garibce’de okudum içenimize kırk ne kırkı seksen sopa dayak atarız diyormuşsunuz.”
“-Evet evlat! Var say ki öyle diyoruz ve öyle de yapıyoruz. Biz de biliyoruz ki bu meret iyi bir şey değil. O yüzden de zaten “atıyoruz”. Ama sen bir de yiyen tarafından bak. Onun açısından güzel bir şey olmalı ki demek o “yiyor”. Bu yemeler olmasa insan nasıl beslenebilir ve bu erişkin  hale gelebilir ki?”
-“Mugalatayı bırak da sahi neden insanların her işine burnunuzu sokuyor, dünyaya nizamat vermeye kalkışıyorsunuz. Ne güzel kırk yılın başında –bu yıl iki tane koskoca on iki saat sürüyor- bir keyif edelim diye muhabbet sofrası kuruyor, bir iki kadeh atıyoruz, bir güzel demleniyor ondan sonra da kafayı buluyor, alıp başımızı bulutların üstüne çıkıyoruz, bir elimde şişem bir elimde nargilem… ne güzel keyfini çıkarıyoruz. Söyleyin şimdi şişe mi batıyor nargilenin marpucu mu? Neden karışıyorsunuz.”
“-Ah be evladım haydi çıktınız oraya, dürüst durmuyorsunuz ki başlıyorsunuz çekirdek çitlemeye, çitlediklerinizin kabuğunu tükürmeye. İnsanlar La havle çekiyorlar gene  kıyamet alameti başladı rahmet yerine gökten tükürük yağıyor diye. Haydi, onunla da kalsanız bazı kereler hacetinizi de oradan görmeye başlıyorsunuz üstümüze.
Geçenlerde itfaiyeye ihbar gelmiş, bulutların üstünden kusmuk yağıyor diye cümle itfaiye arabaları merdivenlerini birleştirip de bir türlü erişip kaynağına ulaşamamışlar. Zaten yetişmek ve toplamak da mümkün değilmiş. Bir iki değillermiş ki. Sayıları da üstelik gün be gün artıyormuş.
Bir bilseniz adamların işleri başlarından aşkın. Bir ihbar, efendim delinin biri çatıya çıkmış. Ne delisi yahu, hiç deli olan çatıya çıkar da kendini aşağıya atar mı? Bunu ancak aklı olan yapar. Şeytan şeytan diyoruz ya. O bile masum kalıyor insanoğlunun yaptıkları yanında. Zaten öyle dermiş: “Ben bir şeytanım. Elimden gelen kötülük ancak budur, daha iyisini hep İnsanoğlu bulur.”  
Diğer yandan çocuk kuyuya düşmüş. İtfaiye yetiş. Yangınların -ki bir çoğu kundaklama- ardı arkası kesilmiyor. İtfaiye yetiş! İtfaiye yetiş! Bunlar yetmiyormuş gibi bir de oldu olacak bulutların üstünden insanların üzerine yağan pislikleri temizlesinler. Oradan atılan izmaritlerin sebep olduğu yangınların ise çetelesi tutulacak gibi değil.
Hem unutma ki bulutların üstüne  haydi çıktın diyelim, iyi de oradan nasıl ineceksin! Asıl mesele orada.
Nice müteşeyyih bilinir uçmaya kalkışıp da yere çakılan.
Ve nice ehl-i zevk bilinir bulutların üstünde zevku safa sürüp de çöplükte ayılan.
Senin anlayacağın evlat, sırf size olan şefkat ve merhametimizin sonucudur ki gözümüz hep üstünüzde oluyor.
Su içmişsin, ayran içmişsin, kefir içmişsin, boza içmişsin hatta kımız içmişsin, hiç karışıyor muyuz? Ne kadar meşrubat varsa iç afiyet olsun.
Ama gel şu zıkkımdan uzak dur be evlat.
Uzak dur!
Bizim şeriatımız kol kanat budamaya, dayak atmaya çok hevesli de değil zaten. Biz bugün bu gibi meselelerle değil nasıl daha erdemli olunuru konuşmalıydık seninle.
Mekarim-i ahlakı nasıl tamamlardık ve işte o zaman “Bugün size dininizi tamamladım!” muştusu yerini bulurdu.
-Ne dersin evlat!
-Söyle şimdi kim haklı?
-Uçmaya kalkan sen mi?
-Ayaklarından asılıp yere indirmeye çabalayan ben mi?

Dua ile!
23.11.2014

GARİBCE 

Bana bir masal anlat!


“-Bana masal anlat!” dedi.
“-Bilmem!” dedim.
“-Hayır! Bilirsin, eskiden anlatırdın!” dedi.
İçimden “-Peki!” dedim. Çıktım masal aramaya… Günler geçti aramaktayım. Gel gör ki  bulamadım.
Sahi ben eskiden anlatırdım, peki nereden bulurdum.
Yokladım, yokladım bilemedim. Hayal meyal hatırladım, sanki bir şey vardı. Masallar, masal ülkesinden  gelirdi. Sordum, soruşturdum, nasıl ederim, nasıl giderim dedim. Hatırlamaya zorladım. Sonunda başa düştü, anladım.
Oraya gidebilmek için Atta’ya gider gibi duvarları yıkmak, evden çıkmak lazımmış.
Oraya ermek için ayakların yerden kesilmesi lazımmış.
Senin anlayacağın heyecanın, kanı deli bir canın, manda gibi bir yüreğin olmalıymış, hem de başın dumanlı, gözün kara olması da cabası.
“-İyi de sen sarhoş olmayı anlatıyorsun!”.
“-He ya!” dedi. “Zaten sarhoş olmak lazımmış.”
Hem biliyor musun sarhoşluk da iki çeşitmiş. Bir ban otu ya da ilaç içmek gibi mubah bir yolla olurmuş, O zaman akıbetinden de sorumlu olmazmışsın. Bir de şarap içmek gibi haram yoldan olurmuş; o zaman (en azından bizimkilere göre) içtiğin şarabın günahı yanında  yaptıklarının akıbetinden de sorumlu olurmuşsun.
“-Yahu sarhoş adam, nasıl sorumlu olabilir ki?”
“-Eee, ne yapalım içmeyeydi, haram olan o perdeyi yırtmayaydı, akledeydi fikredeydi de aştığı eşiğin arkasında kendisini hangi badirelerin beklediğini bileydi.”
Sokrandı. “-Gene başladı bizimki!” dedi.
Neyse ki işte ancak böyle ayakların yerden kesilip de bulutların üzerine çıktığında artık orada ne rüzgar kalırmış ne yağmur; her şey bir anda güllük gülistanlık olurmuş. Çocukların Atta’sı, aşıkların sevdası işte oralarda, hatta oraların da ötesindeymiş.
“Allah’ım! Nasıl bir akıl verdin ki geminin denize demir atması gibi ruhumu yere çakmış, bir türlü elinden kurtaramıyorum. Çıkamıyorum. Eremiyorum. Atta’lara gidemiyorum. Oradan bin bir türlüsünden tek bir tane olsun bir masal getiremiyorum.
Elim boş, masal bekleyen canın gözlerinin içine bakamıyorum…! Sevgisini hak edemiyorum. “-İşte bak önümü kesen devlerin kestiğim  kulakları…” deyip de bin bir caka ile onları önüne atamıyorum. “Gökkuşağından kestiğim bir parçayı aha kendime bak kuşak yaptım, bir parçasını da sana yadigar sakladım” diyemiyorum.
Evet, bir türlü duvarları yıkamıyor, etrafımı çevreleyen bunca engelleri aşamıyorum. Seni elinden tutup Atta’ya götüremiyorum. Bırak onu, sensiz bile gidemiyorum.
Şimdi soru şu gibi geliyor bana:
Bir şekilde sarhoş olup, bulutların üzerine çıkıp, uçan halılar üzerinde Alaaddin’in lambası koynumuzda aşağıda debeleşenlere bakıp, keyif sürmek mi…
Ya da yerde ahanda burda, işte tam da bu zaman ve mekanda, evde, işyerinde, hayatın  acımasız gerçekliği içinde kedi köpek dalaşını sürdürmek mi?
Bilemedim.
“-Fakı dedim, sarhoş olmanın cezası var mı?”
“-Olma mı?” dedi ve ekledi. “Eskiden kırk sopaydı da Ömer’inen Ali’yinen oturduk, ‘-Bunların kırk sopa ile uslanacakları yok, gelin şunu seksen sopaya çıkaralım da varsın görsünler!’ dedik. İşte ondan beri  kim haram yoldan sarhoş olur da elimize düşerse seksen sopa atıyoruz.”
“-Deme ya!”
“-Hee!” dedi. “Öyle!”
“-Peki, sopalarınız nasıl bi şey hani. Yenilir mi? Yutulur mu?”
“-Ula oğlum sen hiç dayak yemedin mi? Elbette yenilir cinsten. Dayağın yutulduğu da nereden gönülmüş!” dedi.
Haydi, şimdi gel bu işin içinden çık.
Atta’ya gitmem lazım. Çünkü masal bekleyenim var.
Oraya da ancak akıl başta yok iken yol bulunuyormuş, iyi mi?
Ne olacak şimdi? Hem akıl başta hem yol yokuşta.
Akıl demir atmış, bırakmam diyor.
“Şegav ırak, emmim oğlu ufak, dadaşım şaştı kaldı!” demiş ya evlenme vakti geçmekte olan Erzurumlu kızcağız.
Valla Garibce de şaştı kaldı. Bu işten.
Varsın o şaşırsın. Ama ne olur siz şaşmayın, şaşırtmayın.
Huzurla kalın!
Dua ile!
23.11.2014
GARİBCE

20 Kasım 2014 Perşembe

Koca Çınar Salih Hoca’nın Dayanağı Göçmüş! Rahmet Ola!



Ey insaniyetliği ve pek çok şeyi kendisinden öğrendiğim kıdemli “baş hademe”!
Ey tevazu abidesi koca çınar!
Duydum ki eşini kaybetmişsin.
Belli ki kıyametin kopmuş.
Eskiler “eşim öldü küçük kıyamet, ben öldüm büyük kıyamet” derlerdi.
Şimdi galiba bunun tersi.
Erkekler için eşin ölümü asıl büyük kıyamet.
Allah, sana sonsuz merhametiyle lütuf buyursun, sabırlar versin, ecrini artırsın. Ve senin gölgeni başımız üzerinden eksik etmesin.
Rabbim sana sağlıklı, sıhhatli uzun ömürler versin.
Merhume Binnaz annemize Yüce Allah sonsuz rahmet ve merhametiyle muamele buyursun.
Başımız sağ olsun.
Dua ile!
20.11.2014

GARİBCE 

18 Kasım 2014 Salı

Esnemenin tadını çıkaramadım iyi mi?!

 

İkindi namazı  için biraz geç de olsa mescide girdiğimde gözüme  bir musallinin esnemesi ilişti. Allah var, gözü gözüme değmedi. Adamcağız doyasıya esniyordu. Belki amel-i kesir olur kaygısıyla  ağzını kapama ihtiyacı duymamıştı ya da  kendisini namaza öyle kaptırmıştı ki esnediğinden haberi bile yoktu. Hem esnemek ayıp da değildi ki.
Yine de görüntü doğrusu hoşuma gitmemişti.
Neyse ki namaza durduk. Sen misin şimdi esneyen o adama kem gözle bakan. Sebebi her ne ise üzerime albastı gibi abandı. Az öncekinin görüntüsü de aklıma geldi mi! Bütün gücümle çenelerimi sıktım da sıktım. Ağzımı açmamak için direndim durdum. Ta namaz bitene kadar  hali pür melalim devam etti. İyi mi?!
Aksırmanın Rahman’dan esnemenin şeytandan olduğuna dair hadisler var. Dahası  esneme gelip de kişi ah sesi çıkardığında şeytanın kendisine katıla katıla güldüğü falan da ifade ediliyor[1]. Belli ki aksırma zindeliği, esneme de tembelliği, uyuşukluğu, miskinliği ifade ediyor.
Öyle sandım ki şeytan sırtıma bindi, bir ağırlık bir ağırlık ki deme gitsin. Sanki ellerinde de iki kanca birini alt çeneme öbürünü üst çeneme taktı, var gücüyle ağzımı açıp ah dememi ve böylece  görüntümün keyfini çıkarmaya, karnımdan katıla katıla gülmeye çalıştı. Ben de inadım ya direndim de direndim. Bre melun sana o keyfi yaşatmayacağım dedim.  Sonunda ne namazın keyfini sürebildim, ne de esnemenin doyasıya tadını çıkarabildim.
Bu şeytan var ya! Başımız bir türlü elinden kurtulmuyor.
Vay lanet olası vay seni.
Bazen de diyorum ki  bu şeytan iyi ki de var.
Yoksa tembelliğimizi, miskinliğimizi, içimizdeki kötücül dürtüleri kime yıkacaktık.
Bak bak! Gene gülmeye başladı lanet olası.
Tövbe estağfirrullah!
وَإِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللَّهِ إِنَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
“Şeytandan bir dürtü  hissettin mi hemen Allah’a sığın!”
Sığındık Ya Rabbi!
Sığındık!
Dua ile!
18.11.2014
GARİBCE



[1] مسند أحمد ت شاكر (7/ 353) "إن الله يحب العُطاس، ويُبْغض، أو يكره التثاؤب، فإذا قال أحدهم: ها، ها، فإنما ذلك الشيطان يضحكَ من جوفه".

15 Kasım 2014 Cumartesi

“Ey iman edenler! Verdiğiniz sözleri yerine getirin...!” Sahi verdiğiniz söz neydi?!



Kur’an tertibine göre beşinci suremizin ilk ayeti şöyle başlıyor:

يا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَوْفُوا بِالْعُقُودِ …

“Ey iman edenler! Verdiğiniz sözleri yerine getirin...!”
(Mâide 5/1)
“Verilen sözler” diye çevirdiğimiz “ukûd” kelimesi “akd”in çoğuludur.
Sözcük anlamı “düğüm” demektir.
Düğüm nasıl atılır?
İki ipin/ ipliğin uçları bir araya getirilir ve yapılan maharetli bir işlemle bunların birbirine bağlanması sağlanır.
Türkçemizde akit kelimesi sözleşme anlamında kullanılır.
Bir sözleşme ya da akit için iki tarafın olması ve bunların iradelerini özgür bir biçimde aynı şey üzerinde ortaya koymaları gerekir.
Ayetteki العقد atılan düğüm gibi pekiştirilmiş olarak verilen söz, vaat ve ahit demektir.
Zemahşerî’ye göre burada sözü edilen ahitlerden maksat, Allah Teala’nın kulları üzerine yüklediği ve gereği ile onları sorumlu tuttuğu yükümlülüklerdir.
Bu ahitlerden maksadın insanların kendi aralarında yapmış oldukları güven esasına dayalı karşılıklı teminatlar içeren sözleşmeler olduğu da belirtilir.
Ayetin genel bir ifade ile sevkinden her iki anlamın da kastedilmiş olması mümkündür.
İnsanlar arasında yapılan sözleşmelerin düğüm temsili üzerinden ifadesi açıktır. İki insan bir araya gelir ve almak ya da vermek istediği şey ile ilgili iradesini ortaya koyar –ki buna icap denir-, karşı taraf da ona uygun bir şekilde iradesini ortaya koyarsa –ki buna da kabul denir- düğüm atılmış dolayısıyla akit yapılmış olur. Artık her iki tarafa da düşen bu akdin, sözleşmenin gereğini yerine getirmektir.
Peki, Allah’a verilen söz, ahit anlamında bu düğüm işi nasıl gerçekleşmiş olur.
Bunun izahını esasen emanet ayetinde[1] bulmamız mümkün. Hani Allah, emaneti göklere, yere ve dağlara arz etmişti de onlar kaçınmışlardı, onu insan yüklenmişti.!!
Koca koca göklerin, yerin ve dağların kaçınıp da minnacık varlığı ile insanın yüklenmesi “yatkınlık” anlamındadır.
Yani emanet öyle bir şeydi ki onu yüklenmeye ne gökler, ne de yer ve ne de başka bir cesim varlık yatkın değildi. Ona yatkın olan yegâne varlık insandı. O yüzden de İnsan onu üstlendi, daha doğru ifade ile emanet onun üzerinde kaldı.
Yüce Allah varlık âlemini var etmeyi, insanlık âlemini de halife kılmayı irade buyurunca hilafetin gereği olan sorumluluğu kime tevdi etmeliydi. Ey insan dedi, bak seni öyle bir donanımla yaratacağım ki, bu işe liyakatli olan yegane varlık sen olacaksın. Bu itibarla bundan kerli emanet denilen şey yani yeryüzünde Allah’a hilafet etme, O’nun her bir esmasının tecellilerini gerçekleştirme yetki ve sorumluluğu senin boynuna binecek, istesen de istemesen de… Çünkü varlık alemine çıkarken ki donanımın (fıtratın) bunu iktiza edecek. İnsan da fıtrat diliyle “Evet!” dedi böylece ahit tamamlanmış oldu.
Ve şimdi sen ey insan! Vaktiyle fıtrat diliyle vermiş olduğun ahdin, yapılan sözleşmenin gereğini yerine getir.
Unutma ki sadece sana öğretilen esmâ’nın tecellileri sende ve seninle olacaktır.
O büyük ahde vefasızlıkla kafir olma. Kafirlik, mutlak gerçekliğin üzerini örtme çabasıdır.
Büyük ahdin gereğini yerine getirdiğin gibi, kendi aranızda gerçekleştirmiş olduğunuz ahitlerin, sözleşmelerin gereğini de yerine getir.
İslam’ın gerçek ederi işte bu ahlakilik ilkeleri iledir.
Namaz, oruç, hac, zekat gibi şeyler ise İslam’ın sadece şartlarıdır. Yani bunların varlığı İslamlık için gereklidir lakin varlıkları İslamlığın kendisi değildir; asıl İslamlık için verilen sözlere vefa gibi ilke ve esaslara ihtiyacımız vardır.
Dua ile!
15.11.2014

GARİBCE


[1] {إِنَّا عَرَضْنَا الْأَمَانَةَ عَلَى السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالْجِبَالِ فَأَبَيْنَ أَنْ يَحْمِلْنَهَا وَأَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْإِنْسَانُ إِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا } [الأحزاب: 72]

12 Kasım 2014 Çarşamba

Garibce ve Köşesi



M. Meral Hocamız Ziya hocamdan için benim Şems’im benzetmesi yapardı. Haliyle bu da bizim hoşumuza giderdi. Öyle ya bu benzetmeye göre ben de Mevlana oluyordum.
Bu değerli dost gerçekten de benim ziyalandığım bir arkadaş. Akıl itibariyle akıllı mı akıllı, fazlası var eksiği yok! Tarihçi olması hasebiyle de geçmişle ilgili güzel anekdotlar anlatır.
Geçenlerdeki ziyaretinde bana takılıyordu. Göz önünde olmanın gereğinden bahsediyordu. Köşenden çık, şöyle insanların içine karış, ne olduk var ne olmadık var diyordu. Gözden ırak olanın gönülden de ırak olacağına işaret ediyordu.
Kendisi Sahaflar Şeyhizade Esat Efendi üzerinde çalışmıştı. Bu arada onun iyi bir neşirci olduğunu da söylemem bir borç olmalı. İyiliğine belki bizim de katkımız olmuştur. Çünkü içinde geçen Arapça metinleri hep birlikte çözdük. Muhtemelen çözemeyip atmışlığımız da olmuştur, ama şimdiye dek isabetsizliğini söyleyen olmamıştır. Bu bizim başarımız kadar, kimsenin okumadığı anlamına da -maalesef ki öyle- gelmektedir.
İşte bu meşhur Esat Efendi tarihçimiz hep Şeyhülislam olmak istermiş. Bu yüzden de hep göz önünde bulunmaya canhıraş çaba gösterirmiş. Rivayete göre kendisi Kanlıca’da oturur, kışın kayığına tandır yaktırır ve lapa lapa kar yağıyorken bayramlaşma için Saraya gelirmiş. Hani ne olduk var ne olmadık var diye. Olur ya bir boşluk olursa göz önünde olmak lazım diye düşünür ve bunu da böylesine fiiliyata koyarmış.
Garibce, garibceliğini köşesine borçlu. Neme lazım benim göz önünde olmaya, olur olmaz yerde ve biçimde rol kesmeye.
Ben halimden memnunum.
Ben köşemi seviyorum, köşem de beni koynuna almış zaman öğütüyor.
Masam, kapıya yandan bakıyor. Ama bilgisayar masam kapıya tersten bakıyor. Çoğu zaman da ben onunla meşgul bulunuyorum.  O halde iken kapı açıldığı zaman girmek isteyen kişi Garibce’nin sırtını kendisine dönük buluyor. Bir kısmı bakıyor Hoca çalışıyor sessizce kapıyı örtüp geri çıkıyor. Bir kısmı da bekliyor ve o zaman Garibce tam 180 derece dönüp gelene şöyle bir bakıyor ve meramını, kime baktığını soruyor. Aranan kişi kendisi ise onunla ilgileniyor, değilse de yol gösteriyor. Süs kabağından kendi eliyle yapmış olduğu şekerlikten ikramda bulunuyor. Çayı ve ikisi bir arada kahvesi de eksik olmuyor.
Ve böyle günler ayları, aylar yılları kovalıyor. Seneler geçmiş bulunuyor.
Bugün Yusuf Ziya Kavakçı hocamla karşılaştık. Dersimize girmemişti. Kendimi tanıttım 1979 İslami İlimler Mezunu Mehmet Erdoğan dedim. Hoca bir anda eskilere gitti ve epey bir şeyler anlattı. Onunla ilgilenmekte olan ve bizim yeni hocalarımızdan felsefeci Hikmet Yaman, “Hocam, ben sizi hocaların hocası diye takdim ediyordum ya! Bak Erdoğan hocam benim hocam olur. O da sizin talebenizmiş.!” diye sohbete karıştı.
Az değil hani… 1984 yılından itibaren bu fakültedeyiz ve hasbelkader hocalık yapıyoruz.
Şeref işte bu.
Bundan fazlası bize göre değil.
Dua ile!
12.11.2014

GARİBCE 



11 Kasım 2014 Salı

Osmanlı Ulemasının Dili Neden Ağırdı?



8-9.11.2014 tarihinde Ömer Nasuhi Bilmen Sempozyumu düzenlenmişti ve bendenizin de bir tebliği vardı. Tebliğim Ömer Nasuhi Bilmen’in İlmihali’nin Dili hakkındaydı.
Aslında tebliğin asıl konusu İlmihalin dilinin ağır oluşu değildi, daha  çok tüm geleneğe ait eserler gibi onun da tarım dili ile yazılmış olduğu idi. Bu itibarla da tezim, onun, tarım döneminin ardından sanayi devrimini gerçekleştirmiş, bilim çağına ulaşmış ve hatta finans devrine ermiş ve bunun sonucu olarak da nüfusun yüzde seksenlerine yakın kısmının artık şehirlerde yaşadığı yeni dönemin ilmihali olmaya bundan böyle yeterli olmayacağı tespiti idi.
Yeni ihtiyaçlar, kendine özgü çözümlerini de doğurmalıydı. (el-Hıyle bintü’l-hâce!).
Artık günlük hayatımızda iç içe yüz yüze olduğumuz yeni durumlar vardı ve bunların ilmihali henüz yazılamamıştı.
Esas konusu bu olmakla birlikte  dilinin sadece bugünkü nesiller için değil, eski nesiller için de ağır olduğunu, bir hocamızın (Hüseyin Elmalı) yaşamış olduğu bir tecrübe üzerinden anlatmaya çalışmıştım.
Sonra kürsüde tebliğimi sunduktan sonra diğer arkadaşları dinlerken aklıma “Bilmen de dahil olmak üzere Osmanlı ulemasının  dillerinin neden ağır olduğu sorusu üzerinde düşünmeye çalıştım ve o anda aklıma bir izah şekli geldi.
Dedim bu Garibce’ye uyar ve sizlerle paylaşmak istedim.
Şöyle ki: Osmanlı ulemasının yetişme tarzı bildiğim kadarıyla hep Arapça dili üzere olmaktaydı. Önce uzunca bir süre Arap dili öğrenilir ondan sonra da gene Arapça eserlerden olmak üzere tefsir, hadis, fıkıh gibi ilimler okunurdu. Bunlar, Türkçeyi bir dil olarak tahsil etmezlerdi. Çok daha önemlisi ilim dili Türkçe olan fizik, kimya, tarih, astronomi… gibi başka ilimler de tahsil etmezlerdi. Öyle olunca Türkçe bilgileri kendi aile çevrelerinde ve yörelerinde konuşulan dilden ibaretti. Konuşma dilinin de oldukça fakir olduğu ve epey bir kısmının da mahalli özellik taşıdığı bilinir.
Arapçayı çok iyi öğrenmiş biri olarak oradaki öğrendiklerini  Türkçe ifade etmesi gerektiğinde, çoğu kez asıl kaynakta geçen kelime ya da kavramın Türkçesini ya bilemez, ya hatırlamakta zorluk çeker, o yüzden de oradaki kelimeyi ya olduğu gibi ya da masdarını alarak  yaygın Türkçe yardımcı fiillerle karşılamaya çalışır. Yazılanları okuyanlar da genelde aynı tahsili yapmış kimseler olduğu ve oldukça dar bir kesimle sınırlı olduğu için bu durum onlar için bir sorun oluşturmaz.
Söz gelimi süt haramlığı bahsinde geçen hadislerdeki imlâce ve mass kelimelerini ele alalım. Birincisi annenin memesinin ucunu çocuğun ağzına sokması ikincisi de çocuğun annesinin memesini soğurması demektir.
İmdi ille de Türkçesini bulma kaygısı yoksa bir kimsenin bu gibi karşılıkları arayıp bulmak yerine “imlace ve massetmek” deyivermesi daha bir kolayına gelmektedir.
İfrat ve tefritin Türkçe karşılığını bulmak ha deyince öyle kolay değildir.
İlzam  ve iltizam keza öyle.
İsti’fa ve istîfâ da öyle.
Marifetin iltifata tabi olması da.
Bazen de öldü demek yerine “irtihal-i dâr-ı bekâ eyledi” demek belki daha bir havalı oluyordu.
Elbette ki başka sebepler de vardı. Ama Garibce nazarım odur ki sözünü ettiğimiz durum bu konuda en etkin rolü oynuyordu.
1982 yılında Hollanda’ya gittiğimde Ramazan boyu çocukları da okutmuştum. Liseli ve oldukça zeki kızlarımız vardı. Onları teşvik için konular verir ve basit makaleler yazmalarını isterdim. O zekadaki çocukların yazdıklarını gördüğümde şok olmuştum. Sonra işin sırrını çözdüm. Meğer bu liseli çocuklar Türkçeyi bilmiyorlardı. Zira okulları Hollanda lisanıyla okuyorlardı. O zamanlar oralarda Türkçe yayın yapan TV falan da yoktu. Dolayısıyla onların bildikleri Türkçe vaktiyle Anadolu’nun köylerinden oralara çalışmak üzere gitmiş olan ve çoğu tahsilsiz olan Anne ve babalarının konuşma dili ile sınırlı idi. Yazı dilini hiç bilmiyorlardı.
Şimdi sınıfımda altı yaşında iken Ailesiyle Japonya’ya gitmiş ve Lise tahsilini Japon dili ile yapmış olan zeki ve de çok çalışkan bir öğrencim var. Benzer şekilde Fransa ve Almanya’dan gelmiş Türk öğrencilerimiz de var. Bunların Türkçeleri ailelerinin Türkçesi kadar. O yüzden de soruları anlamakta zorluk çekiyorlar ve konuyu daha iyi bildikleri dil üzerinden anlamaya çalışıyorlar.
Günümüzde de medrese okumuş ve resmi okullarda hiç okumamış, bu okulları dışarıdan bitirmiş öğrenciler ve mezunlar var. Bunlarda da –aynı ders kitaplarını bir şekilde okumuş olmaları gereğine rağmen- tahsilini normal okullarda ve belirli süresi içinde tamamlamış diğerlerine göre Türkçe diline vukufiyet bakımından eksiklikler gözlenmektedir.
Valla ne yapayım, aklıma gelen böyleydi. Daha orada not aldım. Şimdi de işte yazıya döktüm ve sizlerle paylaşmak istedim.
İsabet ettimse ne mutlu.
Etmedimse buna sebep kıyamet de kopmaz ya!
Dua ile!
11.11.2014

GARİBCE
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...