27 Mart 2015 Cuma

Dine kıymet biçmek!


Bizde din adamlığı yok derler. Kasıt ruhbanlık ise doğrudur.
Ama bir dinin adamı/ adamları yoksa vah o dinin haline!
Kendisine dine adamış adamlar!
Din insanlar için var.
Öyle ise dinin adamları son tahlilde kendilerini insanlara adayan kimseler olmalı.
Dini onların hayatlarına ışık getirecek, onlara yön verecek şekilde sunacak adamlar.
Bizim yaptığımız ise daha çok dine değer biçmek gibi.
Din o kadar değerli ki bizim gözümüzde, onun uğrunda bütün canlar feda olsa yeridir, olması gereken budur deriz. Ve bir sürü din şehitlerimiz. Oh ne ala!
Din o kadar kıymetli ki onu en kıymetli mahfazalar içinde en yüksek yerlerde saklamalı.
Din olur olmaz kimselerin eline verilmemeli, çocuktan esirgenen oyuncak gibi, ya kırarsa, ya bozarsa…
Dinin hayatta ne işi olabilir ki! O paha biçilemez değeriyle itina ile saklanmalı.
Desene şunu müzede saklamalı diye.
Bizim din algımız biraz böyle gibi geliyor bana. Hayatın içinde ve her zaman ve mekanda var olması gereken bir din, öyle olmuyor, birtakım ritüellere indirgeniyor, semboller üzerinden kotarılmak isteniyor.
Yemeğin içindeki tuz gibi, sütün içindeki yağ gibi hayatın her zerresinde din olmalı ki yemeğimiz tatsız tuzsuz, yoğurdumuz imansız olmasın.
Allah’ı yücelteceğiz diye o kadar erişilmez kıldık ki artık şeyh efendi elimizi tutup himmet buyurup bizi O’na götürmeden erişemez olduk. Oysa O bize Şah damarımızdan daha yakındı, her dem biz O’nunla oldukça O da bizimle idi. Hal böyle iken bizi Allah’a götürüyoruz diye Atta’ya mı götürüyorlar.
Vah ki ne vah!
İnsanları gündelik yaşantılarıyla, yaşantılarındaki istikametle, özde, sözde ve işte doğrulukla, dürüstlükle ölçemiyoruz, çünkü bunları ölçebilecek elimizde ölçütlerimiz yok. Giydiğine bakıyoruz, saçına sakalına bakıyoruz, boyuna posuna bakıyoruz… İnsanlarımızın kıymetini bunlardan hareketle ölçmeye kalkıyoruz.
Dindarlık ne ki acep?
Eline, diline , beline sahip olmaksa işimiz gerçekten zor.
Müslüman, kimsenin elinden ve dilinden zarar görmediği kimse ise zor.
Mümin hoş geçimli kimse ise zor.
Mümin, müminin aynası ise zor.
Dindarlık belli ki zor, hem de çok zor.
Sakal ise, kolay.
Cübbe ise o da kolay.
Sarık sarmaksa… bunlar gerçekten kolay.
Dervişlik olsaydı tâc ile hırka 
Biz dahi alırdık otuza kırka
Derler ki kıyamette insanlar anadan uryan haşr olacaklarmış. Bu dünyada haydi otuza kırka demedik aldık; sarıkla cübbeyle, sakalla şalvarla  yırttık diyelim, orada ne yapacağız?
Garibce malum benim içimdeki ben. Arada ilginç muhaverelerimiz de oluyor kendileriyle.  Malum bir süredir sakalımız var hatta bir ara hakkını tam verelim deyu bir kabza kadar olsun için epey bir salıvermiştik. Rahmetli Ahmet Muhtar Büyükçınar hocam “Sakal, beynin antenidir!” derdi. Uzatmamıza sebep de oydu? Ne zaman sinyal almaya başlayacak diye epey bir bekledik.  O günden beri aklımın çalışmasında bir ilerleme oldu mu  doğrusu onu çok seçemedim. Ama  belli ki artık sakalımız da var şunun şurasında geriye ne kaldı bir sarık bir de cübbeden başka diye havalara girdiğimizi sezmiş olacak ki, bir gün beni dürttü, “Hey, hey!” dedi “Dur hele! o havalar da ne! Sonunda keramet zannettiğin şey bir tutam kıl değil mi. Sen köy hayatını bilirsin. Hiç keçi görmedin mi? Bir ömür boyu bir tutam sakal ile yaşar da  ne hikmetse kıçları hep açıkta gezer.  Eğer bu bir tutam kılın kendinde bir keramet olsaydı, hiç olmazsa ayıbını örtmeye yarardı!”
Dedim, “Garibce bak şimdi bu olmadı!”.
O ısrar etti, “geçen yazmıştım” dedi “ozanın öyküsünü: Hani zülfünün teline kurban olayım diye bir ömür türkü söyleyen adamın halini. Adam sonunda öğrenmiş ki bir ömür boyu kurban olduğu  zülüf, saç, tel de kıl imiş. Haydi gel de yanma!”
Laf aramızda bu Garibce bazen ters söylese de hep doğru söylüyor sanki.
O yüzden ben onu seviyorum. Ve onun -kendime rağmen- hep yaşamasını istiyorum.
Bunun da ancak sizin teveccühünüz ve duanızla olacağını da biliyorum.
Din adamı değil ama dinin adamı olmamız duasıyla!
27.03.2015

GARİBCE

21 Mart 2015 Cumartesi

Bağlamdan kopar, istediğin manayı sar!


Bugün derste Bin Baz’dan bir fetva okuduk. Eğlencenin hükmünü sormuşlar. Cevap olarak küllüsü haram deyiveriyor ve ondan sonra da hemen ayet ve hadis okumaya başlıyor. Yani ben bir şey demiyorum, bak bizzat Allah ve peygamberi böyle söylüyor anlamına getiriyor. Haliyle artık verdiği cevap kendi görüşü olmaktan çıkıyor, din halini alıyor ve tartışılmaz hale geliyor.
Eğlencenin haramlığına kullandığı ayet (31) Lokman suresinin altıncı ayeti oluyor:
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَشْتَرِي لَهْوَ الْحَدِيثِ لِيُضِلَّ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَيَتَّخِذَهَا هُزُوًا أُولَئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ مُهِينٌ
Bu ayetin eğlenceye delil olması için  içinde lehv =eğlence kelimesinin geçmesi yetiyor. Bu ayeti yıllarca Suud’un en üst düzey din âlimi ve müftüsü olan merhum eğlence için aleyhte delil olarak kullanıyor. Diyelim ki birkaç insan bir araya gelmiş, aralarında  şarkı türkü söylemişler, eğlenmişler, oynamışlar. İçki vb. gibi menhiyyat yok. Namazdan gaflet de yok. Merhum işte böyle kendi hallerinde eğlenmek isteyen kimseler için yukarıdaki ayeti rahatlıkla delil olarak kullanabiliyor.
Oysa ayetin siyak ve sibakına bakıldığında eğlence ile hiçbir alakasının olmadığı görülüyor. Çünkü bu ayetler surenin başından itibaren bir türlü Hz. Peygamber’in risaletini ve kendisine  Kuran’ın indirilmekte olduğunu kabul etmeyen, Kuran’ı bastırmak için  bin bir türlü çareye, desiseye baş vuran  bir takım müşriklerle ilgilidir.
“1.Elif Lâm Mîm.
2,3.Bunlar, hikmet dolu Kitab’ın; iyilik yapanlara bir hidayet ve rahmet olarak indirilmiş âyetleridir.
4.Onlar; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren kimselerdir. Onlar ahirete de kesin olarak inanırlar.
5.İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
6.İnsanlardan öylesi vardır ki, bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve o yolu eğlenceye almak için, eğlencelik asılsız ve faydasız sözleri satın alır. İşte onlar için aşağılayıcı bir azap vardır.
7.Ona âyetlerimiz okunduğu zaman; onları hiç işitmemiş gibi, kulağında bir ağırlık var da büyüklenerek arkasını döner. Ona, elem dolu bir azabı müjdele.”[1]
Diyanetin Mealinde şöyle bir not bulunmaktadır:
“Tefsir kaynaklarında belirtildiğine göre, 6. ve 7. âyetler, müşriklerden Nadr b. Hâris hakkında inmiştir. Nadr, ticaret amacıyla Hîre’ye gittiğinde Acem masalları içeren kitaplar satın alır ve döndüğünde Mekkelilere, “Muhammed, size Âd ve Semûd hikâyeleri anlatıyor, ben de Fars ve Bizans hikâyeleri anlatacağım” der ve getirdiklerini okur, böylece insanları Kur’an dinlemekten alıkoymaya çalışırdı”[2].
İnsaf etmek gerekir. Nadr gibi birtakım azılı İslam düşmanının sırf Kuran’ı bastırmak, Hz. Peygamber’in tebliğ için ortaya koyduğu çabayı etkisiz hale getirmek için onlara Rüstem, Behram… gibi Pers efsane kahramanlarının destanlarıyla eğlendirerek Hz. Peygamber’i ve Kuran’ı dinlemelerini engellemeye çalışmalarını istihdaf eden ayetleri, masum bir biçimde sırf biraz hoş vakit geçirmek amaçlı eğlence için kullanmak hiç insaflı değildir.
Habeşli folklor ekibi bizzat Mescid’de icrayı faaliyette bulunurken eğlenmiyorlar ve seyircileri eğlendirmiyorlar da acaba ne yapıyorlardı?!
Hz. Âişe de dahil olmak üzere onları usanıncaya kadar seyredenler ibadet mi ediyorlardı?!.
Gerçekten  baktığınız pencere çok önemli.
Pencere sizin hem ışık kaynağınız, hem yönünüz, hem de baktığınızda göreceğinizi belirleyen şey.
Kendini bir mezhebin bağnazlık duvarları arasına hapsedip de  tek bir pencereden başka ışık kaynağı olmayan ve o pencerenin tayin ettiği görüntülerden başka bir şey de görmeyen insanları sonuçlar itibariyle mazur da görmek lazım.
Ne yapaydı yani? Görmediği şeyleri gördüm mü diyeydi.
Vesselam.
Dua ile!
21.03.2015
GARİBCE



[1] Lokman 31/1-7.
[2] Teyit için bk. bk. Maturîdî, Tevîlât, VIII, 298; Zemahşerî,  Keşşâf, III, 490.

19 Mart 2015 Perşembe

Öykünme Sünneti II



Mücahid (ö. 103/721) anlatır:
İbn Ömer ile birlikte bir yolculuktaydık. Derken bir yere vardı ve biraz kavis yaptı. Kendine niçin böyle yaptığı sorulduğu zaman şöyle dedi:
“Hz. Peygamber’in (s.a.v.) böyle yaptığını gördüm de…”[1]
İbn Sîrîn (110/728) anlatır:
Arafat’ta İbn Ömer ile birlikte idim. O gittikçe onunla birlikte ben de gittim. Nihayet imama yetişerek birlikte öğle ve ikindi namazlarını kıldı. Sonra o, ben ve arkadaşlarım vakfe yaptık. İmam Arafat’tan ayrılınca biz de onunla birlikte ayrıldık. Me’zemin’e varmadan boğaza gelince devesini ıhtırdı (çöktürdü), biz de ıhtırdık. Biz onun namaz kılacağını sanıyorduk.  Hayvanını tutan kölesi şöyle dedi:
“O namaz kılmak istediğinden değil, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) buraya geldiğinde tuvalet ihtiyacını giderdiğini hatırladı da onun için durdu. Şimdi o da ihtiyacını gidermek istiyor”[2]
Doğrusu  İbn Ömer gibi kadri yüce bir sahabiyi böyle bir tavır almaya iten saik Hz. Peygamber (s.a.v.) sevgisi ve ona olan bağlılığı olabilir. O bu konuda kendisi açısından mazur da sayılabilir. Ancak sahip olduğu mevki ve kendisine uyulan bir konumda olması, onun bu yaptıklarının bir hatıranın tazelenmesi gibi görülmesine mani oluyor ve onların kendisince sünnet sayıldığı zehabını uyandırıyor[3].
Allah’a şükürler olsun ki bizim fıkhımız büyük ölçüde bu zatın babası Ömer ve onun gibiler elinde oluştu. Özellikle de Hz. Ömer’in yolundan giden İbn Mesud – Ebu Hanife çizgisi bu alanda oldukça önemli etkiler oluşturmuşlardır. Yoksa doğru yoldan giderken nice kez yoldan çıkardık. Hafazanallah.
Yahu iyi de insan sormaz mı neden çıkmış yoldan diye. İttiba Hz. Peygamber’in (s.a.v.)  yaptığı işi niye yaptığını bilerek yaptığımız zaman tam olur, aksi öykünmeden başka bir şey değil ki.
İmdi bize lazım olan tavır hangisi?
Baba Ömer gibi sorgulayan, akleden, fıkheden ve bu haliyle gelecek nesiller için her daim bir ufuk olan tavır mı?
Yoksa oğul Abdullah gibi davranıp öykünmeci bir tavır göstermek mi?
Dua ile!
19.03.2015
GARİBCE



[1] Ahmed, II, 32; Kadı Iyâz, Şifâ, II, 558.
[2] Ahmed, II, 131.
[3] Erdoğan, Sünnet, 249.

Öykünme sünneti!


Sünnete tabi olmayı öykünmek diye anlayanlarımız ne kadar da çok!
Allah akıl vermiş vermesine de  kullanmıyorsak kime ne diyeceğimiz var ki?
 Bir dost anlatıyor. Yahu diyor bazı camilerde tam namaza duracağımız zaman imam dönüyor “uûûu” diye bir sesler çıkarıyor ne olduğunu bir türlü anlamıyorum.
-Hay Allah hayrını versin ne olacak adam sünnet-i seniyyeyi işliyor.
-Nasıl yani!
-Nasıl olacak? Hz. Peygamber namaza durmadan önce sağına ve soluna dönerek “istevûuu!” dermiş ya işte o da onu yapıyor.
-İyi de o da ne demek ki?
“Düz durun, safları düzeltin!” demek.
-İyi de niye öyle söylemiyor ki?
-Öyle ama Hz. Peygamber Türkçe demedi ki, o ne söylediyse bizimde onu söylememiz lazım.
-Peki, bu namazın erkanından mı?
-Yook!
-Peki, cemaat olarak ben onun dediğini anlıyor muyum?
-Yook!
-O zaman neden benim anladığım şekilde söylemez.
-Yahu dedik ya kardeşim sünneti seniyye böyle söylemek.
-Haydaaa!. Bu namaz mı değil, belli ki safın düzeltilmesini amaçlayan bir uyarı imiş, insanların anlamayacağı şekilde “uuu” demekle  maksat hasıl olur mu?
Hem bu safı düzeltme işi ise, adam cemaat üç kişi iken gene aynı şeyi yapıyor. Şimdi buna ne demeli.
-Valla ne dersen de. Sünnet dedik ya. İlla ki uyacaksın.
-Yahu uyalım uymasına da bu uymak değil ki öykünmek.
Tövbe tövbe! Bugün tersinden mi kalktın ne?
İşte böyle muhabbet uzayıp  gidiyor. Bu ve benzeri bir çok konuda  biz sözde sünnet-i seniyye diye peygamberimize öykünmüş oluyoruz.
Bakın Hz. Ömer’e: İbn Hibbân’ın rivayetine[1] göre o cemaate imam olmak üzere safların arasından geçerken bakar, saflarda düzensizlik varsa “safınızı düzeltin!” derdi. Eğer saflar düzgün ise geçer ve tekbir alarak namaza dururdu.
Bu arada “safınızı düzeltin!” derken bunu Arapça olarak söylerdi. Çünkü söylediği dil karşısındaki kimselerin anadilleri idi. Türkçe zaten kendisi de bilmezdi.
Şimdi hocalarımız namaza durmadan arkaya dönüp şöyle bir eda ile “istevûuu!” derken muhtemelen arkadaki cemaat “Ne kadar derin hoca!” diyorlardır ya da başta sözünü ettiğimiz dostumuz gibi “Yahu bu adam ne diyor?” diye merak edip duruyordur.
Anlamını, mantığını, maksadını yitiren bir dindarlık işte böyle bir şey.
Şimdi biz tutmuş bizim dindarlık anlayışımızda mantık arıyoruz.
Olmayan şeyi aramanın da ne mantığı varsa sanki.
Neyse.
Kalın sağlıcakla.
19.03.2015
GARİBCE



[1] صحيح ابن حبان - محققا (15/ 350) قَالَ عَمْرُو بْنُ مَيْمُونٍ: وَإِنِّي لَقَائِمٌ مَا بَيْنِي وَبَيْنَهُ إِلَّا عَبْدُ اللَّهِ بْنُ عَبَّاسٍ غَدَاةَ أُصِيبَ، وَكَانَ إِذَا مَرَّ بَيْنَ الصَّفَّيْنِ قَامَ بَيْنَهُمَا، فَإِذَا رَأَى خَلَلًا قَالَ: اسْتَوُوا، حَتَّى إِذَا لَمْ يَرَ فِيهِمْ خَلَلًا، تَقَدَّمَ فَكَبَّرَ

17 Mart 2015 Salı

Babasının kızı Aişe’den bir ders!



Hz. Aişe[1] babasının kızı. Fevkalade zeki ve bir o kadar da anlayışlı.
Nice koca koca sahabileri Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sözlerini yanlış anlamalarına sebep düzelttiği bilinir.
Sahabenin ileri gelen fakihlerindendir.
Peygamberimizle evlenmiş ve müminlerin annesi olmuştur.
Gençliğine, güzelliğine ve zekasına sebep müthiş bir özgüveni vardı ve kıskandığı tek eş, çoktan ölmüş olan Hatice annemizdi. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ona olan sevgi ve vefasını hep kıskanmıştı.
Halden anlayış başlı başına bir erdem olmalı.
Hz. Peygamber (s.a.v.) efendimiz elbette bu konuda da örnekti.
Genç eşi Aişe’nin o yaşta eğlence arzusunu takdir ederdi.
Habeşistan’dan gelen folklor ekibinin mesciddeki gösterimini Aişe annemizi kendi ridasıyla sarmalayarak usanıncaya kadar  izlemesini sağlamıştı.
Aişe annemiz de öyle idi.
H. 58 M. 678 yılında vefat etmişti. O yüzden de Hz. Peygamber’in vefatının ardından uzun süre yaşamış ve ashaba Hz. Peygamber’in ev hayatı başta olmak üzere onun ahlakını tanıtma bakımından büyük rol oynamış, hadislerin ümmete mal edilmesi konusunda yeri asla doldurulamaz bir etkinlik göstermiştir.
İşte bu annemiz ashabı birçok konuda uyardığı gibi genç kızların davranışları ile ilgili olarak da anlayışlı olunması şeklinde uyarıyor.
Kendisine Hz. Peygamber’in o eşsiz anlayışlı tavrını anlattıktan sonra şu sözleriyle ümmeti uyarmış olmaktadır. O ümmet ki çok geçmeden “fitne” kavramını icad ederek kadınlara karşı pek çok haksızlığı bu perdenin arkasında işlemeyi marifet bilmiştir. İslam tarihinde sanırım bu kadar kaypak başka bir kavram daha yoktur:
“Eğlenceye düşkün olan genç yaştaki kızcağızların durumunu anlayışla karşılayın!”[2]
Evet bizden istenen anlayış.
Bir de ahlak açısından örneklik.
Sen Molla sansınlar diye ağır olmaya çalışma.
Bilge ol, nerede ve kime karşı nasıl davranılması gerektiğini bil yeter.
Dua ile!
17.03.2015
GARİBCE


[1] Ümmü’l-mü’minîn Âişe bint Ebî Bekr es-Sıddîk el-Kureşiyye (ö. 58/678)
[2] صحيح البخاري (7/ 38) 5236 - عَنْ عَائِشَةَ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهَا، قَالَتْ: «رَأَيْتُ النَّبِيَّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَسْتُرُنِي بِرِدَائِهِ، وَأَنَا أَنْظُرُ إِلَى الحَبَشَةِ يَلْعَبُونَ فِي المَسْجِدِ، حَتَّى أَكُونَ أَنَا الَّتِي أَسْأَمُ»، فَاقْدُرُوا قَدْرَ الجَارِيَةِ الحَدِيثَةِ السِّنِّ، الحَرِيصَةِ عَلَى اللَّهْوِ.

14 Mart 2015 Cumartesi

Boyayı mı beğenmedin, yoksa boyacıyı mı?



Derisi kazan karası ya gözleri ak mı ak
İnci gibi dişlerini örten kalın bir dudak

Merak mı ettiniz bilin bakalım haydi  kim
Olmasın bilgelikte timsal bizim Lokman Hekim

Sözlerine hayran biri varmış onu görmeden
Mest olurmuş sözlerine vuslatına ermeden

Nasip de varmış nasılsa görmüş adam birinde
Bir şaşkınlık alıvermiş Lokman’ı  gördüğünde

Bakmış bakmış adam şaşkınlıkla olamaz demiş
Hayalinde büyüttüğü Lokman yok bu değilmiş

Deri siyah gön gibi dudaklar kalın mı kalın
Nasırlı eller sırtta  kıl aba ayaklar yalın

Şaşkın şaşkın bakıyorken taaccüple Lokman’a
Allah Allah diyormuş tasavvuru  yıkıldı ya

Lokman bu, sesmiş adamın içinden geçenleri
Zira ki bu adam değilmiş şaşkınların ilki

Hayrete sebep ne demiş ben mi yazdım yazgımı
Boyayı mı beğenmedin, yoksa boyacıyı mı?

Garibce der terk eyle zinhar alaylı gülüşün?
Her suretin ardında olan o eli  düşün!

Dua ile!
14.03.2015

GARİBCE

10 Mart 2015 Salı

Ebu’l-Alâ el-Ma’arrî’den Modernistlere: “el-müceddidînât”

 

Gök kubbe altında  yeni bir şey yok derler ya elhak doğrudur.
Söylenmedik söz de kalmamış gibi.
Akıl için yol bir ya. Belki de ondan. Aynı noktadan hareket edenler benzer sonuçlara ulaşabilmişler.
Modernistler diye bir güruh varmış şimdilerde. Bunlar dinin gereklerini sırf modern çağın gereklerine, aydınlanmış çağdaş akla uymuyor diye reddederlermiş.
Rivayet bu ya işte bu takıma yeni bir imam bulunmuş: Ebu’l-Alâ el-Ma’arrî[1]
Bu, bir şiirinde hırsızlık suçu sebebiyle çalınan şeyin bir dinarın dörtte biri kadar olması halinde elinin kesileceği hükmü hakkında demiş ki:
Diyet hesabı bir elin bedeli beş yüz dinar
Bir dinarın dörtte biri için nasıl kesilir?
 يد بخمس مئين عسجد وديت ... ما بالها قطعت في ربع دينار؟
 Tabi cevap da yetiştirilmiş:
Evet, el mazlum ise beş yüz dinardır ederi
Ama çalan zâlim elin yoktur hiçbir değeri
هناك مظلومة عزّت بقيمتها ... وههنا ظلمت هانت على الباري
Kimi (Şemsü’l-eimme el-Kerderî) de Maarrî adından hareketle ârî kafiyesiyle onun takvadan yoksun olduğunu, ona sebep bu türden hezeyanlarda bulunduğunu falan söylemiş[2].
قل للمعرّي عار أيّما عار ... جهل الفتى وهو عن ثوب التّقى عاري
لا تقدحنّ زناد الشعر من حكم ... شعائر الشرع لم تقدح بأشعار
فقيمة اليد نصف الألف من ذهب ... ولو تعدّت فلا تسوى بدينار
Bu vesile ile bir de yeni terim öğrenmiş olduk.
Bu gibi zevatı ifade için Kâmil Geylânî adlı bir edîb “el-müceddidînât” tabirini kullanmış. Demişler ki Üstad bu da nesi, vezni ne ki? Cemi müzekker sâlim desek değil, cemi müennes sâlim desek değil. Demiş bu cemi muhannes sâlim.
Malum “muhannes” erkek mi kadın mı olduğu belli olmayan kimselere denir.
Tahkîr için böyle bir vezin icad edivermiş.
Tahkîr hoş bir şey değil.
İnsanları, görüşlerine katılmasak bile dinlemek ve ondan sonra sözün en güzeline uymak zorundayız.
Hele bir de olur olmaz her yenilik yanlısını yaftalayanlar var ya. Ellerinde bir damga kendileri gibi düşünmeyen herkesi ötekileştirmeye ve hatta tekfire hazır vaziyette fırsat kollarlar. Yazık.
İstikrar içinde değişim ya da  ifrat ve tefrite düşmeden denge noktasını bulmak, sabitelere sarılırken vesaile aynı değeri vermemek gerek. Herkese ve her şeye kendi ederini takdir etmek, değerini vermek, yerini bilmek kısaca adaletli olmak lazım. Ve ne yazık ki bu da çok zor.
Adaletin zıddı ise zulüm.
Allah asla zâlimleri sevmez.
İ’dilû hüve akrabu littakvâ!
Âdil olmadan takva üzere olmak mümkün değil. Takva da Müslümanın olmazsa olmazı.
Allah işimizi kolay kılsın. Vesselam!
Dua ile!
10.03.2015
GARİBCE



[1] Ebü’l-Alâ El-Maarrî (ö. 449/1057): Arap filozof ve şairi. (bk. DİA., X, 287)

[2] İbn Kâsım el-Amâsî (Amasyalı) (864-940), Ravdu’l-ahyâr el-Müntehab min rebî’ı’l-ebrâr, s. 194.

Talkın mı salkım mı bre melun Lime tekûlun mâ lâ tefalûn

(özüme ithaf) 

Ele verirsin daim talkını
Ama kendin yersin ya salkımı

Arama kendinden daha melun
Lime tekûlun mâ lâ tefalûn[1]

Yapmadığın şeyleri söylersin
İyiliği hep elden beklersin

Bu hayır değil bilesin vallah
Buyruk: “Kebura makten ındallah”

Garibce der bakma sen yüzüme
Gazap hak oldu sanki özüme

Ne ki boynumu büker ağlarım
Yoksa da yüzüm umut bağlarım

Dua ile!
08.03.2015
GARİBCE



[1] {يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لَا تَفْعَلُونَ (2) كَبُرَ مَقْتًا عِنْدَ اللَّهِ أَنْ تَقُولُوا مَا لَا تَفْعَلُونَ} [الصف: 2، 3]

9 Mart 2015 Pazartesi

İsimlerin güzelliği ya da ağırlığı



Garibce’nin garib bir huyu var yeni tanıştığı nazı geçen  herkese bir yolunu bulup isminin anlamını sorar. İbretle görür ki birçoğu adının anlamını bilmemekte ya da yanlış öğrenmiş olmaktadır.
Ebeveynin en önemli vazifelerinden biri çocuklarına bir ömür boyu kolayca ve göğüslerini gere gere taşıyabilecekleri, hoş anlamlı ve çağrışımlı isimler koymaktır.
Bir takım insanlar, bazı argoda kullanılan ya da kullanımı halinde hakaret sayılabilecek isimleri ciğer pareleri yavrularına nasıl verirler bilinmez.
Kendi ideolojilerini çocuklarının isimleri üzerinden onların naif omuzlarına yüklemek de ayrıca cabası.
Demin bir öğrencim geldi. Adını sordum Rumeysa dedi. Dedim “anlamını biliyor musun?” “Şeymiş galiba!” dedi: “Arpacık ya da kabir”.
Hayda, böyle isim olur mu? İlla ki bir yanlışı olmalı. Böylesi anlamı olan bir kelimeyi isim olarak kullanmazlar dedim ve çeşitli yazılış ihtimallerini de dikkate alarak el-Mektebetü’şâmile ve benzer programlardan tarama yaptım. Belli ki kelime Sâd ve elifi-i memdûde ile   " الرميصاء " şeklinde yazılıyor ve peygamberimizin hizmetkarlığını yapan Enes’in annesi, Ebu Talha’nın eşi Ümmü Süleym’in lakabı oluyor.
Belli ki kızımızın adı bu şerefli sahabi hanımın adı, öz anlamı artık çok da önemli gözükmüyor.
Fakat halk arasındaki adıyla it dirseği olan arpacık ya da kabir gibi bir anlamı olan bir sözcüğü insanlar neden çocuklarına isim koysunlar ki?!
Bizaz araştırdığımız zaman bu kelimenin kök anlamı her ne kadar göz kenarlarında oluşan çapak vb. gibi anlamı olsa da Rumeysâ şekliyle bir yıldızın adı olduğu görülüyor.
رميساء  ise sinli şekliyle “Güzel, sır tutabilen, terbiyeli, soylu ve sevimli genç kız” anlamına geliyormuş.
Bak şimdi oldu. Anlamı böyle olan bir kelime kız ismi olarak elbette kullanılabilir. Her ne kadar bizdeki saik bu kök anlamı olmasa da ilk kez bu kelimeyi isim olarak kullananlar indinde anlamın bu önemi büyük olmalı.
Biz Müslüman olduk ya kendi öz kültürümüzü de İslamlık adına Araplaştırdık mı ne?!
Şöyle söylemesi kolay, duyunca herkesin anlayacağı Türkçe isimler neyse pek rağbet görmüyor.
Müslüman olmak, sanki her türlü öz kültürden soyutlanmayı gerektiriyormuş gibi bir dinî algı var.
Peygamberimiz bir çok ismi anlamından hareketle değiştirmiş. Bu doğrudur. Adamın adı Abduluzza diyelim, tutmuş onu Abdullah ya da Abdurrahman yapmış. Çünkü Abduluzza şirk içeriyor. Uzza putunun kulu anlamına geliyor. Bu gibi uygulamalardan hareketle Türkçe olan ama şirk vb. içermeyen isimleri neden değiştirmek gereksin ki. Babası diyelim Erol adını koymuş, adam gibi adam olsun diye. Sen tut şimdi bunu Abdullah değil, Abdurrahman değil… yani bir sahabe ya da peygamber ismi değil diye değiştir.
Bunun dindarlık ve din anlayışı ile hiçbir ilgisi yok. Bu bir kültür meselesidir. Bir türkün, bir İngilizin, bir Fransızın Müslüman olabilmesi için adını değiştirmesine hiç de ihtiyaç yoktur. İslam’ın evrenselliği de ancak bu şekilde mümkün olabilir. Aksi bütün kültürleri İslam adına Arap kültürü içinde eritme çabası anlamı taşır.
Vesselam.
Dua ile!
09.03.2015
GARİBCE 

8 Mart 2015 Pazar

Bir Yusufumuz vardı ay yüzlü sınandı! Ve de Rabbinin burhanı ile kazandı!

 

Kıssaların en güzelinde anlatılan
Bir Yusufumuz vardı ay yüzlü olan

Kıskandı kardeşleri onu alıp babasından
Atıp kuyuya kurt yedi dediler arkasından

Bir kervan aldı onu oradan bir şekilde
Götürüp de Mısır’a sattılar köle diye

Mısır’ın azizi gördü aldı onu evine
Yardım etsin diye evdeki işlerine

Bu ay yüzlü bakarsın yararı dokunurdu
Belki evlatlık alırlar oğulları olurdu

İlim ve hikmet ile ay yüzlü büyüdü
Hanımı, olacak ya, kaptırdı gönlünü

Yandı tutuştu Yusuf’un sevdasına özü
Başka bir şey görmez olmuştu sanki gözü

Şeytan fit verdi kapıları kilitledi
Arzusunu o anda elde etmek istedi

Yandı tutuştu hanım ihtiras  elinden
 “Haydi gelsene!” sözü döküldü dilinden

Ay yüzlü Yusuf çarpılmış gibi yığıldı
Hemencecik orada Allah’a sığındı

“Nankörlük olmaz kocan benim efendim
O bana iyi baktı. Ekmeğini yedim!

Kadirşinaslık nerde? Görmez mi Allah
Dedi. “Zalimler asla olmaz iflah”.

Kadın ona (göz koyup) duymuştu istek
Ne yangınlar tutuşmuştu içinde bilsek

Rabbinin burhanını görmemiş olsaydı şayet,
Yûsuf dahi ona istek duyacaktı elbet

Ay yüzlü Yusuf korunmuştu Hak eliyle
Bir ömür O’na bağlanmışlık haliyle

Korursa Allah korurdu bi hakkın kulunu
Yoksa kayardı  ayaklar bulurdu yolunu

Ay yüzlü gözünü dikti kapıya koştu
Ne ki kapıyı heyhat kilitli bulmuştu

Kadın koştu Yusuf’un ardından elin attı
Gömleğe asıldı baştan aşağı yırttı

Ay yüzlü Yusuf ucuz kurtulmuştu
Asıl ateşi Burhan-Rab ile savmuştu

Tam da o anda Aziz daldı içeriye
Görüp hali bağırdı ne rezillik diye

Züleyha hemen atılıp suçun bastırdı
Yusuf için kocasına zindanı gösterdi

Yusuf dedi masumum yok günahım
Boşuna suçlayıp almayın benim ahım

Hanımıma göz koymak haşa bana haram
Ne ki o, benden almak istedi kam

Bilge biri hakem oldu bakalım suçlu kim
Gömlek önden mi arkadan mı yırtık görelim

Önden yırtıksa kadın haklı Yusuf yalan
Arkadan yırtıksa Yusuf haklı gerisi dolan

Kadının kocası Yûsuf’un gömleğine baktı
Arkadan yırtıldığını görünce tabii şaştı

Bu, dedi belli ki siz kadınların entrikası
Şüphesiz sizinkisi tuzakların daniskası

Allah buyurur “zayıftır şeytanın keydi”
Derler ki “Kadının fendi şeytanı yendi”.

“Yûsuf! Sen bundan kimseye bahsetme sakın.
Kadın! Sen de tevbe et günahın bağışlansın

Ayan oldu ay yüzlü masum sen de bilirsin
Ama sen belli ki günah işleyenlerdensin.”

Her bir şey yoluna girdi derken şehirde
Bir takım söylenti ayyuka çıktı nerdeyse

“Aziz’in karısı, uşağa abayı yakmış
Ondan murad almağa kafayı takmış

Ona olan aşkı işlemiş yüreğine
Vah! Vah! Kadın sapıtmış iyiden iyiye!

Kadın, sonunda dedikoduları duydu
Aklınca onlara ders vermeyi kurdu

Hepsine  haber gönderip onları çağırdı
Mükellef bir ziyafet kurup ağırladı

Oturup yaslanacakları yer hazırladı.
Meyve tabakları önlerinde hazırdı

Birer de bıçak verdi her birinin ellerine
Ve dedi Yûsuf’a, “Çık haydi önlerine!”

Ve ay yüzlüyle sahne ışıdı iyice
Kadınların içi gitti Yûsuf’u görünce

Akılları uçtu baştan cuşa gelip aşkla
Ellerini doğradılar tam şaşkınlıkla

 “Allah için, bu bir insan değil, Hâşâ!
Bir melekmiş” dediler eyleyip temaşa

“İşte bu ay yüzlü!” dedi onlara Züleyha
O uşaktır beni kınadığınız hakkında

Andolsun, ben murad almak istedim ondan
Fakat o, iffetinden dolayı kaçındı bundan

Andolsun ki, Yusuf ya emrettiğimi yapar
Ya da görür o, mutlaka zindanı boylar

Sarayda yaşıyordu her şeyini yitirir
Zindanda zillet  içre ömrünü bitirir.

Ay yüzlü Yûsuf, “Ey Rabbim! Duy beni!
Koru beni de varsın zindan olsun!” dedi.

Yapmaktansa beni dâvet ettiği şeyi
Zindan da ömür çürütmek daha iyi

Ey Rabbim! Özüme yoktur güvenim
Sen korumazsan ben de meylederim

Ben de bir insanım cahilim aklım gider
Sonra Yusuf kulun dizlerini çok döver

Rabbi, lütuf ile kabul etti onun duasını
Boşa çıkardı kadının entrikasını

Ay yüzlü masum herkes anladı yok güman
Gene de ona ufukta göründü zindan

Unutuldu yıllarca kaldı orda sonunda
Nice çilelere sabır çekti Hak yolunda

Ve Medrese-yi Yusuf’ta su yolunu buldu
Sonunda bizim Yusuf Mısır’a sultan oldu.

Garibce! Yusuf değilsin burhanı göresin
“Sınanmadığın günahın masumu değilsin”

Dua ile!
08.03.2015

GARİBCE 
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...