30 Kasım 2015 Pazartesi

Zina eden maymunların recminden eşcinsel atların idamına…!


Şaka mı ciddi mi bilmem ama şu haber medyada dolaşıp duruyor:
Günün en tuhaf haberlerinden biri bu kez Suudi Arabistan'dan... Ülkede eşcinsel olduğu gerekçesiyle bir at idam edildi.
Suudi Arabistan'da erkek bir yarış atı, başka bir erkek at ile cinsel ilişkiye girince idam edildi. Dünyadan birçok hayvansever, atı koruyabilmek adına satın almak istemiş ancak Suudi Arabistan hükümeti izin vermemişti.
12 milyon dolar değerindeki yarış atı, başka bir atla cinsel ilişkiye girince kazandığı ödülden de men edildi. Suudi Arabistan kanunlara göre yasak olan eşcinsel ilişki kanunu uyarınca, yarış atı 20 Kasım tarihinde idam edildi. Yetkilileri ülke topraklarında insan veya hayvan olmaları fark etmeksizin eşcinselliğin bir suç olduğunu ve cezasının idam olduğunu açıkladı[1].
Haber böyle!
Bendeniz Garibce bu haberi okuyunca hiç şaşırmadım. Adamlar çok haklı dedim. Tam da kitabın ortasından hareketle hükmetmişler. Hem müslümanım diyeceksin hem de kitaba sırt döneceksin olmaz. Malum-ı kâriileridir ki yeryüzünde Allah’ın kitabından sonra en sahih kitap Buharî nam hadis otoritesinin el-Câmiu’s-sahîh’idir ve Buharî Şerif diye maruftur, o kadar ki sıkıntı anlarında her türlü felaket ve musibet karşısında teberrüken dahi okunan bir kitaptır; Buhari hatimleri indirilir. İşte bu kitabımızda şöyle bir rivayet yer almaktadır: Nuaym b. Hammâd. Hüşeym- Husayn isnadı ile Amr b. Meymûn şöyle anlatıyor: 
Cahiliye döneminde bir tane dişi maymun gördüm, onun başına diğer maymunlar toplanmışlardı. Maymun zina etmiş ona sebep onu recmettiler. Ben de onlarla birlikte recmettim!”[2]
Rivayetin şerhlerinde olayın ayrıntıları da vardır ve hatta bir çukur kazıp da recim seremonisini öyle başlattıkları dahi anlatılır.
Ne diyelim, Allah insanın basiretini alır, kendisine verdiği en yüce değer olan aklı “aman ha sonra  işler de başıma iş açar! Neme lazım!” diye sıfır kilometrede tutarsa olacak şeylerin endazesi mi olurmuş? Ondan sonra da bir takım kendini bilmezler bu tavırla eğlenmeye kalkışırlar.
Ha bu arada askerlikte de  mesela patlamayan topun, ateş almayan tüfeğin… cezalandırıldığı rivayetleri vardır. İmdi bir kimse bu rivayetleri  bir kitaba dercetse, kim onların sıhhati hakkında  şüphe eder ki?
Bazıları, rivayetlerin değerlendirmesinde batınî ınkıtâ diye bir yöntem geliştiren koca İmam Ebu Hanife’yi neden sevmiyor? Galiba daha iyi anlıyorum gibi.
Dua ile!
30.11.2013
GARİBCE

Not: Bu tür rivayetlerin Buhari'de olması onun eder değerini düşürmez. Asıl eleştiri konusu ona ve emsal diğer kitaplarımıza kutsiyet isnat eden ve onların asla hata yapmayacaklarına, içinde hiçbir şekilde hata olmayacağına bağnazca inanan kimselerin anlayışı olmalıdır.




[1] http://www.haber3.com/escinsel-ata-gorulmemis-ceza-3698925h.htm#ixzz3t0lqmt34
[2] صحيح البخاري (5/ 44) 3849 -  حدَّثَنَا نُعَيْمُ بْنُ حَمَّادٍ، حَدَّثَنَا هُشَيْمٌ، عَنْ حُصَيْنٍ، عَنْ عَمْرِو بْنِ مَيْمُونٍ، قَالَ: «رَأَيْتُ فِي الجَاهِلِيَّةِ قِرْدَةً اجْتَمَعَ عَلَيْهَا قِرَدَةٌ، قَدْ زَنَتْ، فَرَجَمُوهَا، فَرَجَمْتُهَا مَعَهُمْ»
Şerhi için bk. et-Tavdîh li şerhi’l-Câmi’ı’s-sahîh, XX, 471.

24 Kasım 2015 Salı

İlim de mümbit toprak ister!


Bağdat artık sıkıcı gelmişti. “Yeni bir yere gitmeliyim” dedi. Hemen alelacele yükünü topladı ve yola koyuldu. Bir fırının önünden geçerken, yol azığı için şurada biraz ekmek alayım dedi, hayvanını oraya bağladı ve içeri girdi. Fırıncı ile esnaf komşusu muhabbet ediyorlardı. Kulak kabarttı. Biri diğerine diyordu ki: “Bugün vaiz efendinin kürsüde anlattığı benim aklıma yatmadı. Bir kimse yemin etse, sonra da aradan üç beş ay geçse bile inşallah dese o yemin yemin olmaktan çıkarmış. Hiç olacak şey mi? Eğer öyle olsaydı Yüce Allah, eşine yüz sopa vuracağına dair yemin eden Eyyüb peygamber’e, ‘Eline bir demet sap alıp (eşine) onunla vur da yeminini bozmuş olma.’ (Sâd 38/44) der miydi? Bunun yerine  inşallah deyiver olsun bitsin derdi” demiş.
Erbabının malumudur bu konu yemin, talak, azat gibi tasarruflarda istisna meselesidir. Bir kimse “Vallahi şöyle şöyle yapacağım!” dese de ardından hemen “İnşallah” diyerek meşietullah’a talik eylese yani Allah’ın dilemesine bağlasa)  o yemin yemin olmaktan çıkar. Talak, azat da böyledir.
Şimdi bizim yolcu bunu duyunca hayali şehirlerde dolaşan aklında şimşekler çaktı ve  dank ederek başına geldi: Onları  bir güzel dinledikten sonra kendi kendine “Esnafı bile böyle olan, kendi aralarında ilmî mevzular tartışan ve hatta bir ilim otoritesi olan vaiz efendiyi bile eleştirmekten çekinmeyen insanların bulunduğu bir yeri terk edip, başka başka yerlere gitmek kelimenin tam anlamıyla ahmaklık olur dedi ve hemen  hayvanını oradan çözüp doğru gerisin geri kaldığı yere döndü ve böylesine ilim merkezi olan Bağdat’ı terk etme fikrinden vaz geçmiş.
İslam’ın ilimler tarihine baktığımızda  daha çok  ilim merkezleri olarak Kufe, Basra ve daha sonra Bağdat, Kahire. Kurtuba gibi şehirler olduğunu görürüz. İlimler bu merkezlerde neşvü nema bulmuş en büyük alimler bu gibi merkezlerde yetişmişlerdir.
Eğer yetiştireceğimiz bitki olsaydı o zaman humusu ve gübresi bol bitek arazileri seçerdik. Ama bizim derdimiz ilim adamı yetiştirmek. Onlar da öyle kıraç yerlerde yetişmiyor. Günümüzde İstanbul’un ilim talipleri ve adamları için bir tehacüm merkezi olması boşuna değildir.
İlim tahsil etmek ve büyük âlim olmak için de illa ki yerini bulmak gereği vardır.
Hal böyle iken İstanbul’da okuyan ama İstanbul’un ilim tahsili için ne anlam ifade ettiğini bilmeyen öğrencilerimiz de var.
Derya içinde yaşayan balıklar misali.
İmkanlar sadece birer imkandırlar ve ancak kullanıldığı zaman sonuç verirler. Aksi takdirde bütün imkanlar gibi İstanbul’da olmak da bir işe yaramaz.
Zaman, mekan ve de imkan. Kadir kıymet bilene.
Her geçen günle ömürden bir yaprağın kopması ve bomboş olarak rüzgara savrulması gibi nice imkanlar savrulup gidiyor.
Baştaki hikâyeyi Fakülte yıllarında Ahmet Çelebi’den Ali Yardım’ın çevirmiş olduğu İslam’da Eğitim Öğretim Tarihi adlı kitapta okumuştum. Nerden aklıma düştü ise dün bir iki öğrenciye anlattım. Baktım çok güzel. Sizinle de paylaşmak istedim.  Bu arada ilim tahsil eden gençlerin o kitabı okumalarını da tavsiye ederim.
Dua ile!
24.11.2015

GARİBCE 


22 Kasım 2015 Pazar

Kalmadı oğul tadı tuzu dünyanın




Kalmadı oğul tadı tuzu dünyanın
Sırtımda gayrı yükü çekilmez oldu
Yetişmezse lütfu eğer ki Deyyan'ın
Nevbaharda umutlar ekilmez oldu

Ekim'de ekim gerek Derim'de derim
Yeni bir hayata yok gayrı biderim
Herkes gibi sessizce ben de giderim
Her yanım sökük gayrı dikilmez oldu

Ovada şaştım iyi mi geçip de sarpı
Kopmaz diye tuttum geldi elime kulpu
Usa vurdum tuz ektim çıktı eşek turpu
Deli Dumrul tuttu köprü geçilmez oldu

Tazesi yok fikirlerin hepsi bayat
Garibce bir çığlıktır hep eder feryat
Cümle âleme can veren ab-ı hayat
Ağu dökülmüş gayrı içilmez oldu

Dua ile!
22.11.2015
GARİBCE

Soner Duman’ın peşrevi:

Evvel muzafferdik, küffara karşı,
Şimdi küffâr eli bükülmez oldu,
Herkes gıpta ile bize bakardı,
Şimdi yüzlerimiz bakılmaz oldu.

Karanlığa inat ışık saçardık,
Cümle garibana kapı açardık,
Mazlum için candan maldan geçerdik,

Gayrı hak bâtıldan seçilmez oldu.

20 Kasım 2015 Cuma

Mezhep, mezhepçilik ve hakikat tekelciliği


Bir kesim var, mezheb deyince dine alternatif bir yapıyı anlar ve dolayısıyla da mezhebe, bir mezhebe ait olmaya karşı çıkar.
Bir kesim de vardır ki bir mezhebe mensubiyetten öte mezhepçilik yapar ve hakikatin temsilini gerçek anlamda kendi mezhebinde daha dorusu kendi mezhep anlayışında sanır, diğerlerini toptan ötekileştirir, hepsini firak-ı dâlle ve mudille / hep sapık hem de saptırıcı görür ve kendi mezhep ve meşrebinden olmayan her önüne geleni tekfirle damgalar.
İfrat ve tefrit. Yok mu bunun orta yolu Tanrım?
Bir kere mezhep dinin günümüze değin yorumlanmış bir şekli olup haddi zatında kötü bir şey değildir. Bir dinin içine indiği kültür ortamı fevkalade belirleyici bir rol oynar. Daha muhataplarından başlayarak dinin muhataplarından beklentilerini içinde bulunduğu geleneği sürdürerek anlamaya çalışmak gibi tabii bir durum yoktur. Tarih boyunca imbikten geçmiş olan bu yorumların ana damarlar gibi günümüze değin varlığını sürdürmeleri bizler için bir şanstır. Zira bu birikim bizim din namına yeni yeni keşifler yapma mecburiyetinde olmamamızı sağlar. Biz de böylece sıfırdan başlama durumunda olmaksızın bu birikimin üzerine bir şeyler koyabilme şans ve imkanına sahip oluruz.
Dinin bu yorumları sonuç itibariyle beşerî yorumlardır ve hiçbir zaman din ile özdeş değildir. İsimlendirilmelerine de bakıldığı zaman geriye doğru ümmet-i merhumenin bunun bilincinde olduğu görülür. Hiçbir mezheb Allahça, Rabca, Peygamberce… gibi adlarla anılmamış aksine, Hanefî, Şâfiî… gibi bu oluşumlara belirleyici damgalarını vuran kimselerin adlarına nispetle anılmıştır. Bu sadece onların getirdikleri yorumlara da indirgenemez. Aynen bugün sözgelimi Sabancı Holding’in sahip olduğu bütün değerlerin ve faaliyetlerin kurucusu Hacı Ömer’e ait olmadığı ve en üst yöneticiden en alt düzeydeki işçiye kadar herkesin bu hale gelmesinde katkısı olması gibi mezhepler de öyledir ve bu itibarla bir mezhebe ait olmak haddizatında kötü değil, aksine iyi bir şeydir.
Efendim Hz. Peygamber zamanında mezhep var mıydı? gibi söylemler mugalatadan ibarettir. Hz. Peygamber zamanında bugün mevcut bulunan kurumlardan birçoğu sadece nüve halinde vardı, fiilî olarak yoktu. Kurumlar zamanı geldikçe ve ihtiyaç duyuldukça ortaya çıkarlar. Mezheplerin özellikle tarihimizde aynı zamanda hukuk ihtiyacını karşılayan kurumlar oldukları gerçeği göz önünde bulundurulursa bu durum daha iyi takdir edilecektir.
İmdi yanlış olan nedir? Yanlış olan mezheplerin cemaî / kolektif de olsa sonuç itibariyle beşerî yorumlar olduğunu göz ardı edip onları mutlak hakikatin temsilciliği gibi görmektir.
Furu-ı fıkıh tümüyle zan üzerine kuruludur. Yani mezheplerin yoruma/ictihada dayalı olarak ortaya koymuş oldukları hükümlerin bilgi değeri zan düzeyindedir, yüzde yüz mutlak gerçekliği temsil ettiği iddiası ancak hem sübut hem de delalet bakımından kesin olan naslarla olur. Bunların nispeti ise oldukça azdır ve bunlar ne kadar farklı da olsalar bütün mezheplerin anagövdelerini ve çakıştıkları yerleri oluşturur. Birbirlerinden ayrıştıran konuların tamamı zannî mesailden ibarettir ve bunların mutlak gerçekliği temsil etme iddiaları asla mümkün değildir. Hal böyle iken bir mezhebe mensup olan kimse nasıl kendi mezhebine bağlı olmayan, başka bir mezhep müntesibini tekfire varacak kadar ötekileştirir. “Adamı Müslüman zannettik bağrımıza bastık, kıpkızıl Şâfiî çıktı” gibi algılar ve söylemler, hele hele dini bildiğini zannedenler tarafından terviç edilirse o dinin bütün mensupları açısından yazık olmaz mı?
Kaldı ki selefte bu durum çok açık seslendirilmiştir ve “Benim mezhebim haktır ama batıl olma ihtimali vardır, ötekinin mezhebi ise batıldır ama hak olma ihtimali vardır” gibisinden söylemlerle bu hususa dikkatler de çekilmiştir.
Son bir iki on sene de dindarlık artıyor kanaatini oluşturacak bazı tezahürleri gözlemlemek mümkün. Ama bunun yanında aynı dönemde bir hakikat tekelciliği ve mezhepçiliğinin yapıldığı da gözleniyor. Molla Kasımlar çıkıyor ve kendileri gibi düşünmeyen ilim ve fikir adamlarını rahatlıkla linç etme girişimlerinde bulunabiliyor ve bu gibi insanlar belli mihraklarca teşvik de ediliyor ve yaptıkları iş tasvip edilmenin ötesinde ödüllendiriyor.
Yazık oluyor.
Söz gelimi ehli sünnet kavramı oldukça kucaklayıcı ve tekfircilikten olabildiğince uzak olması gerekiyor. Ama gel gör ki ayrımcılığın ve ötekileştirmenin manivelası gibi kullanılıyor. Ehli sünnete göre bir kimsenin yaptığı iş hayra yorulmak zorundadır. O kadar ki bir kimsenin yaptığı işi yüzde doksan dokuz fesada hamletmek söz konusu olsa ama yüzde bir ihtimalle de onu salaha yormak mümkün olsa bizim onu salaha yormak gibi bir ilkemizin olması lazım geliyor. Ehli sünnet olmak yani en başta Hz. Peygamber Sallâ’llāhu ‘Aleyhi ve Sellem olmak üzere onun ardından gelen sahabe ve halifelerin oluşturdukları o kocaman yolda, hiç kimsenin kurda kuşa yem olmaması için hep birlikte topluca yol almayı kendilerine ilke edinen insanların, dolayısıyla ehli kıbleyi asla tekfire razı olamayacak olan kimselerin kolayca her önüne gelenleri dışlayıcı bir biçimde damgalamaları Müslümanlık hatta ehli sünnet adına asla kabul edilebilir değildir.
Allah buyuruyor ki “Onlar sözü dinlerler ve en güzeline uyarlar!” Tekelci bir ortamda dinleyeceğimiz söz olmayacak ki içlerinden en güzelini seçebilelim ve ona uyalım.
Ayının kırk kelimesi varmış, hepsi de armut üzerine imiş.
Nasrettin Hoca almış bağlamayı eline, sol elini sabitlemiş vuruyor da vuruyor sazın teline. Demişler ki hoca neden sol elini gezdirmiyorsun, hani saz ustaları gibi yapmıyorsun. Demiş onlar arıyorlar ama bir türlü bulamıyorlar. Ben ise buldum. Ona sebep, demiş. Hoca müthiş zekâsıyla bizlerle kafa buluyor. Hep aynı melodi ile ya da dımbırtı ile insanların yüreğini hoplatamazsınız. Bırakın insanlar düşüncelerini özgürce ifade edebilsinler. Herkes sahip olduğu enstrümanı doyasıya çalsın ve bunların mecmuundan bir orkestra oluşsun. Bir fikri müdir de onlara şeflik etsin.
İyi de fikr-i müdir ne olacak dersen derim ki: Ve’l-Asrı diyor ya zamana ve insanlık birikimine yemin ediyor Allah. Müslim gayrı müslim bütün insanlığın nicedir bedelini çok ağır ödemiş olduğu tecrübeleri sonucu elde ettiği birikim var ya işte o olsun, din de dahil her şeyin insan için olduğu inancı ile insanın kerameti olsun, temel insan hakları ve özgürlükleri olsun. Hak olsun, adalet olsun; her hakkın sahibine verilmesi olsun, kamu görevlerinin dağıtımında yegâne şart ehliyet ve liyakat olsun.
Abbas el-Akkad Allah adlı kitabında diyor ki: İslam’ı ifade etmek için tek bir kelime nedir denirse bunun cevabı: HAK’tır.
Bence de fikr-i müdîr haktır, lakin benim hakkım değil, sadece Müslümanlarınki de değil, bütün insanlığın ortak hak ve hukuku olmalıdır. Bir yerde Hak yoksa, adalet yoksa orada zulüm vardır. Zulümle de âbâd olunmaz. Şu da bilinmeli ki “Hak zail olmaz!”
Dua ile!
20.11.2015
GARİBCE


18 Kasım 2015 Çarşamba

Bid’atler ve kendi öz yatağımızda bulduğumuz çocuğun nesebi



Malum bir ilke hadisimiz var: el-Veledü li’l-firâş diye. Yani çocuk yatağa aittir. Bu şu demek: Bir evlilik içinde doğan çocuk, o çocuğu doğuran kadının nikahına sahip olan kimseye yani kocasına aittir. Anne ve çocuk arasındaki ilişki fiziki bir ilişkidir, doğal olması hasebiyle onun hukukta bir problem oluşturması söz konusu değildir. Ancak çocuk ile baba arasındaki ilişki hukukî bir ilişkidir. Dolayısıyla onun babasının kim olduğunun başka bir ifade ile nesebinin kimden sabit olduğunun hukuken belirlenmesine ihtiyaç vardır. Fıkhımız diyor ki, çocuk yatağa aittir. Kimin yatağında doğmuş ise çocuk onundur. Nesebin sabit olması için bu yeterlidir ve ayrıca genetik olarak bunun tespitine ihtiyaç yoktur. Koca, çocuğun kendinden olmadığını iddia ederse işte o zaman lian gibi yollarla nesebin reddine gidilir ve çocuğun nesebi annesinden sabit olur, evlilik dışı yoldan peydahlamış olduğu kişiden de sabit olmaz. Çünkü haram olan fiile meşruiyet hükmü bağlanmaz. Karı ile koca arası da ayrılır. Yani o ki faturası da ağır.
Ne alaka? Ben de çok anlayabilmiş değilim ama aklıma benzer bir durum geldi, içimde kalmasın paylaşayım dedim.
İmdi erbabının malumudur: İslam Medeniyeti içinde de neşvü nema bulmuş bir takım ilimler, kurumlar, oluşumlar vb. vardır. Mademki bunlar İslam medeniyeti içinde doğmuştur öyle ise bunların İslam’a nispetinde ve meşruiyetinde bir sorun olmamalıdır. İyi de gerçekten nesebi gayrı sahih ise… Olsun, mademki bizim döşeğimizde doğmuştur, öyle ise bizim çocuğumuzdur.
Adamın biri yıllar süren bir deniz yolculuğundan sonra evine dönmüş, bakmış evde sağa sola emekleyen bir çocuk var.
-Hanım demiş bu da ne?
-Efendi demiş hanım tabi ki bizim çocuğumuz.
-Peki, nasıl oldu?
-Valla bir ara aş yermiştim iştah ile kar yemiştim, işte ondan oldu.
Adam ne yapsın, el-Veledü li’l-firaş: Yatak bizim yatak, o zaman çocuk da bizim olacak. Yutmuş yutkunmuş, bir şey de diyememiş. Zaman geçmiş çocuk koşar oynar hale gelmiş. Adam gene yolculuğa çıkacak, sıcak denizlere açılacak demiş çocuğu da yanıma alayım, gezsin görsün, dünyayı öğrensin… Tabii aklında başka şeyler varmış. Kadın gönüllü gönülsüz çocuğu adama teslim etmiş. Bir süre sonra adam dönmüş yanında çocuk yok. Hanım demiş:
-Bey! Hani çocuk?!
-Valla hiç sorma, çocuk sıcağı görünce dayanamadı eridi gitti, demiş.
Öyle ya kardan peydahlanan çocuğun ömrü güneşi görene kadar olur.
Geçen kurucu İslami ilimlerin birbirleri ile ilişkisi hakkında “Şu tasavvufun durumu nedir? Kimileri onun nesebi gayri sahih çocuk olduğunu söylüyorlar? Ne dersiniz?” diye bir soru sorma cüretinde bulundum. Cevap olarak: Asla ve kat’a denildi. Ben ortamın sorumu mahkûm eden havasını koklayarak yine cahil cesur olur fehvasınca “Fıkhı fıkhımız, kelamı kelamımız olmasa da mı?” diye ekledim. Belli ki kimsenin bunu tartışmaya açmaya niyeti yoktu. Mademki tasavvuf medeniyetimiz içinde doğmuş ve neşvü nema bulmuştu öyle ise meşruiyeti tartışılamazdı. Ya ökse otu gibi ise, Şecere-i Tayyibemize bir şekilde eklemlenmiş, onu sömürmekte, ondan beslenmekte ama tamamen genetik olarak farklı, özüyle, esasıyla, yemişi ile tamamen ayrı ise.
Garibce olarak ben derim ki: Yatağımızda bulduğumuz her çocuğun bize aidiyeti iddiasını her zaman ve zeminde benimseyebilir ve sürdürebilir miyiz? En azından sağlamasını yapmanın bir imkânı yok mu? Hani ördüğümüz duvarın doğru - düzgün olup olmadığını şakul tutarak, sıvanınkini mastara vurarak, dört işleminkini sağlamasını yaparak belirleriz ya? Burada da öyle bir imkân yok mudur?
Söz gelimi önümüze konulan yemişin İslam’ın Şecere-i Tayyibesi’ne ait olduğunu, en azından bizim ağacın dalları ucunda mı yetişmiş, o dallar bizim ağacın köklerinden mi beslenmiş şeklinde bir sağlama yoluna gidebiliriz. Bittiği dallar bizim ağacın dalları değil, dallar bizim ağacın köklerinin uzantısı değilse yani ne fıkhımıza ne de akaid ve kelamımıza tabi ise o takdirde belli ki bu ökse otu gibi bünyemize eklemlenmiş ve bizi sömürmüş genetik olarak yabancı bir unsur deriz ve ondan Şecerei Tayyibemizi kurtarmaya çalışırız. Yok, öyle değil de fıkhı fıkhımız, akaid ve kelamı bizim akait ve kelamımız ise o takdirde verdiği semerelerin, o İslam ağacının Hz. Peygamber döneminde henüz vermiş bir meyvesi olmamasını önemsemeyiz. Zira “her an yemiş veren” İslam ağacı/ Şecere-i Tayyibe kimi anlık, kimi günlük, kimi aylık, kimi yıllık, kimi de (her yüzyılda bir müceddidin yetişmesi gibi) yüz yıllık meyveler verecek özelliktedir. Hz. Peygamberin mescidinden zaman içinde onlarca kurumun çıkıp neşvü nema bulması, bilkuvve/ nüve halinde olanın bilfiile dönüşmesinden başka bir şey değildir. Şimdi bütün bunları  Hz. Peygamber döneminde yoktu diye, bidat sayıp atabilir miyiz?
İlm-i tasavvuf ve onun pratik yönünü oluşturan tarikatların hala sürgit bir meşruiyet tartışmasına konu olmaları boşuna değildir. Bu itibarla hem tasavvufun hem de tarikatların kendi konuşlandırılmalarını Şecere-i Tayyibe’nin yemişine nispetle temellendirmeleri, dolayısıyla o ağacın hem gövde ve dallarına hem de onu sabit tutan ve besleyen köklerine sahip çıkmaları ve bunun böyle olduğunu her vesile ile beyan etmeleri, tavırları ile ortaya koymaları üzerlerindeki ithamların bertaraf edilmesi açısından gereklidir. Zira tasavvuf bazen öyle söylemlere sahiptir ki İslam ilimleri içinde en küllî ilim kendisiymiş de ne fıkha ne de kelama ihtiyacı varmış gibi, sanki ayrı bir dinmiş gibi, hem kendi teolojisini/kelamını hem de fıkhını kendi belirleyen küllî bir yapı imiş gibi davranabiliyor.
Özetle söylemek gerekirse tasavvuf bizim İslam ağacımızın/ Şecere-i Tayyibe’mizin dalları ucunda hayat bulmuş yemişlere tekabül ediyorsa, o bütün İslam ilimlerinin ve pratiklerinin hem amacı hem de tabii sonucudur.  Yok, öyle değilse, yatağımızda bulduk diye bu çocuğa sahiplenmek sürgit tartışmalara sebep olacağa benziyor.
Dua ile!
18.11.2015

GARİBCE 



Torosların Farsak Hocası Koca Durmuş’un Torunu Ferhat Hocanın Dilinden Torosların Ehmeti


Efendim!  Ahmet Fırat bizden biri. Saygı değer bir büyüğümüz. Ama Torosların Ehmeti hepimizin ortak değeri. Özellikle de biz torosların çocukları için bu böyle. Farsak Hocası Koca Durmuş, onun oğlu Fahrettin Paşa'nın maiyetinde Medine müdafasına katılmış ve  İstiklal Madalyası sahibi Mustafa Hoca ve onun torunu can dostumuz Ferhat Hoca. Garibce Torosoğlu için bunların her biri ayrı bir değer. O itibarla onların yeterince tanınmasını çok arzu etmekteyiz. Malum bizde kitapların kaderi insanlarınki gibidir. Nice müptezel insan vardır herkes tanır, ama nice değerli insan vardır, kendi dünyasında gizli bir hazine gibi keşfedilmeyi bekler. İşte bu iki dostun biri yazan olarak biri yazılan olarak Garibce’nin sayfasında yer alması bizi çok mutlu edecektir. Bu duygularımı sizlerle paylaşmak istedim.  Sevgili Ferhat KOCA kardeşimin bu yazısının daha çok kimseye ulaşabilmesi için burada paylaşlayı bir ödev bildim.
Dua ile!
17.11.2015
GARIBCE

Ahmet Fırat, Torosların Ehmeti, Alfa Yayınları, İstanbul 2015.
Prof. Dr. Ferhat KOCA

Değerlendirmesini yapacağım kitap hatıralardan oluşması sebebiyle yazarı Ahmet Fırat’ın özgeçmişinden de özet bir şekilde bahsetmek gerektiğini düşünüyorum. Kendisi Kayseri’nin Develi ilçesine bağlı Sarıkaya Köyü’nde doğmuş, Kayseri Pazarören Öğretmen Okulu’nu bitirerek ilkokul öğretmeni olmuş, daha sonra İstanbul Hukuk Fakültesi’nden mezun olup Adalet Bakanlığı’na geçmiş, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde savcı-lık yapmış, Bakanlık merkezinde Adalet Mü fettişliği, Genel Müdür Yardımcılığı, Genel Müdürlük ve Teftiş Kurulu Başkanlığı görev lerinde bulunmuş ve 2014 yılında bu görevinden emekli olmuştur.
Ahmet Fırat Torosların Ehmeti adlı eserinde 1949-2011 yılları arasında kendisi ve çevresinde gelişen sosyal, kültürel ve siyasal olayları akıcı ve temiz bir Türkçe ile anlatmaktadır.
Eser temel olarak iki kısımdan meydana gelmektedir. Birinci kısımda yazarın çocukluğunun geçmiş olduğu Sarıkaya Köyü ve çevresi, çobanlığı, ilkokul ve öğretmen okullarındaki öğrenciliği, ilkokul öğretmenliği, İstanbul Hukuk Fakültesi’ndeki üniversites öğrenciliği ve bu dönemlerde ülkemizde yaşanan bazı sosyal, kültürel ve siyasal olaylar anlatılmaktadır. Müellif eserin bu kısmında köyünde oğlak sürüsü güden fakir bir çoban, kayalara yazılar yazarak okuma-yazma öğrenen hevesli bir öğrenci, vatan ve milletine sevdalı bir öğretmen adayı, okulunda idealist bir öğretmen, çevresinde saygıdeğer ve güvenilir bir rehber olarak adeta “var olma kavgası” veren bir Anadolu çocuğunun hikâyesini anlatır.
Müellif bu bölümde özellikle doğup büyüdüğü Kayseri-Develi kültür havzasında yaşanan çeşitli siyasi ve sosyal olayları, gelenekleri, sevinçleri, özlemleri, hatıraları, oyunları, oyuncakları ve ağıtları ayrıntılı bir şekilde zikretmiştir. Eserin bu bölümü Türk kültür tarihi, Türk Dili (Develi ağzı), köy sosyolojisi ve antropolojisi gibi alanlarda zengin bir hazine niteliğindedir. Bu bölümde yazar doğduğu topraklara olan aşkını şöyle dile getirir:
“Köye varıp akraba, eş ve dostla hasret giderdikten ve tekrarlanıp duran ‘Daha daha nasılsın gadasını aldığım’ faslından sonra, bulduğum ilk fırsatta kendimi dağlara atarım. Çocukluğumun geçtiği yerlere, sevgilisine kavuşmak için sabırsızlaşan bir âşık gibi dağdan dağa, tepeden tepeye koşar koşarım… Çam, göknar, ardıç, sedir, meşe, şimşir ve yabani ahlat ağaçlarının süslediği o güzel dağları, tepeleri, vadileri teker teker gezmek; ormanların hışıltısını duyup temiz havasını içime çekip kokusunu almak, Hopur’daki gaglığın karlı soğuk suyunu içmek, Karacalı Burun’da yufka içerisine tuz ile ekşimen dürümlemek, Kengerli Güney’in sulu kengerini yemek isterim… Derken gözlerim mahmurlaşır, yavaş yavaş kapanır, kendimden geçer giderim” (s. 22).
İkinci kısımda ise müellifin hâkimlik stajı, savcılık, adalet müfettişliği ve Adalet Bakanlığı Merkezi’nde almış olduğu görevler ve bu süreçte kendisi etrafında ve ülkemizde yaşanan çeşitli olaylar dile getirilmiştir.
Bu bölümde yazar yargı teşkilatında yaşadığı iniş ve çıkışları, karşılaştığı görevine düşkün veya görevini kötüye kullanan, dürüst veya rüşvetçi, vefalı veya vefasız çeşitli insan tiplerini ve söz konusu karakterler karşısındaki duruşunu anlatır.
Eserde 27 Mayıs 1960 Askeri darbesi, 12 Mart 1971 Muhtırası, 12 Eylül 1980
Askeri Darbesi, 28 Şubat 1997 Postmodern Askeri Darbe süreci, 27 Nisan 2007
Askeri Bildirisi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki bölücü terör olayları ve ülkemizi uzun yıllar esir alan irtica paranoyası gibi olaylar üzerinde geniş bir şekilde durulmuştur. Yazar bu olayların sebep ve sonuçlarını, öncelikle kendi şahsi çevresinden başlamak üzere, gittikçe genişleyen bir perspektiften bakarak ve bazen de adı geçen olaylarla ilgi birtakım kaynak ve raporlardan da yararlanarak tarafsız ve sade bir dille anlatmıştır.
Müellif başından geçen en küçük olaylardan ülkemizin en girift sorunlarına ve uluslararası konulara kadar pek çok olayı kimi zaman çocuksu bir safiyetle ve yalın bir dille kimi zaman da derin bir filozof bakışıyla dile getirmektedir. Bu özellikleri itibariyle eser, Cumhuriyet Türkiyesinin sosyal ve kültürel tarihine dair önemli bir kaynak niteliğindedir.
Kitabın sonunda ise bir “Açıklamalı Küçük Sözlük” bulunmaktadır. Bu sözlükte Develi-Sarıkaya Köyü ve çevresinde konuşulmakta olan ve bugün artık pek çoğu unutulmaya yüz tutmuş çeşitli kelime, deyim ve atasözleri yer almaktadır. Adı geçen kelimelerden birkaçını burada zikretmek istiyoruz:
“Ağmak, ağşak, alaz, anaç, arsıkmak, avcar, avgın, batman, belik, beşirikli, bıldır, bissâl, bişirik, boydak, börtlemek, büvelek, carı, ceciği gevşemek, celfin, cırtlık, cıvıklı, cızzan, cilis, cirpeden, çağşak, çağşamak, çağşır, çalkamaç, çapıt, çarkıt, çadırgaç, çebiç, çelermek, çeten, çinik-şinik, çiriş, çorlu, çömçe, darazımak, davış, devlikesi gün, dıkız, dışlıksız, dişemek, doğrambaç, dulda, duluk, efilemek, ellaham, emlik, eskâ, eşkere, fedik, firez, firik, gabala, gadasını almak, gaglık, gamga, garık, garsambaç, gırgı, gilik, göb, gumacık, gunnamak, guşane, gücük, güvelek, haçan, haft, hakına, halaka, hamaylı, helik, helke, hereni, hezen, hıllangaç, hısta, hidileşmek, homça, horanta, hörtük, ılgın, ırgat, ıstar, ısmarıç, ısdar, ışgın, ıymak, ilişkirik, imzik, itağ, karcak, kefiye, kele, keleş, kelli, kepenek, kers, kevek, kezzek, kilte, kirkit, kişgirmek, kostak, koyak, kört, kösüre, kössük, külek, kürnek, kürtün, labıt, lepe, loğ, lök, mağ, malamat olmak, malıhülle, mamıç, mazı, mertek, meses, met, mezlağ, mısmıl, mındar, midit, musur, nahal, nahas, namazlâ, nişe, okuntu, omusulü, ötâçe, ötân, pança, pırnat, salak (ekin için), saplıcan, savak, seklem, sınangılı, sıngın, soku, sormuk, soyka, susa, şakıldak, şarlavuk, şayak, şıhrana, şıfan, şişek, şivşirmek, taka, taman, tapan, taplak, tavatır, teberik, telek, telis, temrâ, tengerlek, tıngıllanmak, tırık, tirendez, tohmalamak, toht, tokaç, toklu, tombalak, topak, toruk, ufluk, uluk, umsunuk, urk, uruplâ, üfelembeç, üleş, velhan, yaba, yadırgı, yağlık, yannık, yarımlâ, yemlik, yernik, yılık, yoz, yumuş buyurmak, yunak yumak, zabın, zahar, zerze, zıllımak, zibil.”
Her biri öz Türkçe veya Arapça ya da Farsçadan Türkçeye geçmiş olan bu ve benzeri kelimeler, Anadolu Türkçesi sentaks ve morfolojisi, dil ve edebiyatı bakımından çok önemlidir. Zira onları bilmeden Dadaloğlu’nu, Karacaoğlan’ı, Seyrani’yi, Âşık Veysel’i ve kısacası Türk düşünce ve tasavvur dünyasını tam olarak anlamak oldukça zordur.
Yazar başından geçen kötü ve olumsuz olaylar hakkında bile pozitif düşünmeye çalışmış ve okuyucusuna bu yönde mesajlar vermiştir. O bu konuda şöyle demektedir:
“İnsanın geçmişte yaşamış olduğu olumsuzluklara takılıp kalması ve buna sebep olanlar hakkında kin beslemesi kendi zihnine vurmuş olduğu bir pranga gibidir. Sağlıklı bir yaşam ve ileri hedefler için bu prangadan bir an önce kurtulup geleceğe huzur ve umutla bakmak gerekmektedir.” (s. 408).
Ahmet Fırat idarecilik tecrübesiyle ilgili olarak ise şunları söyler:
“Tecrübelerim bana şunu öğretmiştir ki, uyumlu çeşitliliğin sinerjisinden faydalanmayan bir idareci, akıllı ve basiretli bir yönetici olarak kabul edilmez. Akıllı bir bahçıvan, bahçesinde ahenk içerisinde birlikte yaşayan ağaçları tek tipleştirmemelidir. Hatta mümkünse bahçesinin bir köşesinde bu ağaçların yabanilerinin bile büyümesine izin vermelidir. Böylece ağaçların sağlıklı ve uzun yaşamalarının yanında, tozlaşmaları da kolaylaşmış olacağından elde edilen meyve doğal ve bünye için faydalı olacaktır.” (s. 426).
“Tarih bize şunu öğretmiştir: Basiretli bir idareci, kadrolarını oluştururken ‘dergâha mürit’, ‘tekkeye derviş’ alır gibi davranmamalıdır. Bir göreve, o işe en layık ve liyakatli olan getirilmelidir. Eğer iktidar sahibi sırf kendi görüş ve düşüncesinde olduğu için layık olmayan bir kimseyi önemli bir göreve getirecek ya da bütün kadroları kendi görüşünden olan insanlarla dolduracak olursa, bir süre sonra –çeşitliliğin sağladığıiç kontrol mekanizması büyük ölçüde azalacağı için sistem kokuşup çürümeye yüz tutacaktır.”
“Keza, ‘ihlâs’ı ‘iflas’ ettirenleri, ‘tasavvuf’u ‘tasarruf’ olarak anlayanları ve ‘Rabbenâ’yı ‘hep bana’ diye okuyanları da iyi tanımak gerektiğini hep akılda tutmak gerekecektir.” (s.448).
Uzun yıllar yargı teşkilatının birçok kademesinde çalışan yazar, bu teşkilattaki bozulma ve yozlaşmadan bahsederken şunları söylemektedir:
“Temyize gönderilen dosyalar yıldan yıla birikip depolarda yer kalmadığı için PTT binalarında bekletilirken, dava sahipleri dosyalarının görüşülüp bir an önce karara bağlanmasını ümitsizce bekleyip dururken, Yüksek Yargı’da oluşturulan ‘sorumsuz siyaset arenasında’ değme siyasetçilerin aklına bile getiremeyeceği türde siyaset ve kulis faaliyetleri son sürat devam ediyordu.” (s. 468).
“Her sorunu mahkemede çözdürme gibi bir mevzuatın varlığı, artan nüfusa göre durmadan artan iş yükü ve mevcut hâkim-savcı sayısındaki yetersizlik gibi sebeplerin bir sonucu olarak da adliyelerde işler yıldan yıla devrederek dağ gibi yığılırken, dosyalar zaman aşımına uğrayıp sanıklar serbest kalırken, hukuk davaları yıllarca sonuçlanmazken – evine bile soruşturma evrakı ve dosya götürüp canla başla çalışan hâkim ve savcı dışındakibirçok meslektaş, kendisini Yargıtay ya da Danıştay üyesi seçtirebilmek için işi gücü bırakarak bıkıp usanmadan Bakanlık, HSYK, Yargıtay ve Danıştay’ın kapısını aşındırarak ‘istikbal avcılığı’ yapıyordu.” (s. 469).
Aynı şekilde, yazar kitabının sonuna doğru yargı teşkilatındaki meslektaşlarına bazı tavsiyelerde bulunur ve şöyle der:
“Hâkim, -amasız, fakatsız, lakinsin, ancaksıztam anlamıyla tarafsız olmak zorundadır. Hâkim ve savcıya tanınmış olan geniş yetkiler, hukuku adil olarak uygulamak ve hakkı hak sahibine teslim etmek içindir. Bu yetkiler kişisel ihtirasların, siyasi saplantıların ve mensubiyet taassubunun tatmin aracı olarak kullanılamaz.
‘Militan demokrasi’ savunulamayacağı gibi, ‘militan ve operasyonel yargı’ da savunulamaz. Geçmişte askerin siyasete karışmasının koskoca Osmanlı İmparatorluğu’nu nasıl darmadağın ettiği ve Cumhuriyet döneminde de askerî darbelerle demokrasinin ayağına pranga vurulduğu gibi, yargının da siyasi bir misyona bürünmesi halinde tuzun kokacağı, içinden çıkılmaz ve telafisi imkânsız durumların zuhur edeceği kaçınılmaz olacaktır.” (s. 473).
Son olarak da okuyucularına çok değerli tavsiyelerini anlatan yazar şunları söyler:
“At gözlüğünü çıkartıp at ki, dünyaya her açıdan bakabilesin! İdeolojik saplantıdan kurtul! İçinde sıkışıp kaldığın dar alanı terk et. Bir balık olup engin sulara açıl ki, ömürlerini –şehrin kanalizasyon sularının da boşaltıldığıkörfezin o bulanık ve kirli sularında geçiren birçok hemcinsinin ne uğruna birbirlerini kırıp geçirdiklerini anlayabilesin! Bir şahin olup yükseklerde süzül ki, ‘Dünyada bir ben varım!’ diye kasım kasım kasılanların, oradan bir zerresinin bile görülemeyip bir hiç mesabesinde olduklarını idrak edebilesin! Bir karınca olup yeraltının katmanlarında seyahat et ki, oradaki dayanışmayı, işbirliğini, üretkenliği, tasarrufu görebilesin! ‘Ormanın içindeyken yalnızca ağaçları görebileceğini, tek tek ağaçların meydana getirdiği gür ormanı görmek istiyorsan yüksek bir tepeye çıkman gerektiğini’ aklından çıkarma! Unutma ki, ‘Dağlara çıkmayan uzakları göremez.’
‘Cüruf ile haşir neşir olanlardan değil, ‘cevher’ ile ilgilenenlerden ol!”
“Dünyaya gayesiz ve boşa gelmedin. Senin de yapabileceğin bir iş mutlaka vardır. Hz. Mevlana’nın deyimiyle, ‘pergel gibi bir ayağın sağlam yerde, diğer ayağınla dünyayı dolaş.’ Geçmişin olumlu kazanımlarından kopmadan daima ileri! ‘Ne harabî ol ne de harâbâtî, kökü mazide âtî ol!” (s. 482).
Başta öğretmenler, diyanet görevlileri, yüksek tahsil öğrencileri ve yargı teşkilatında çalışanlar olmak üzere her vatandaşın okuyup yararlanacağı bir eser olan Torosların Ehmeti’nde dikkat çeken bir başka husus ise, bazı konu veya bölüm başlarında, o konuyla ilgili güzel bir şiir veya vecizeye yer verilmiş olmasıdır. Bu vecizelerden bazılarını okuyucularımızın da faydalanacakları ümidiyle burada nakletmek istiyorum:
“Herkesin hayatı, mükemmel bir tarih parçasıdır.” (Kazım Karabekir). “Dünyanın en kuvvetli insanı, en fazla yalnız kalabilendir.” (Henrik İbsen).
“Metotlu düşünmeyi alışkanlık haline getirmedikçe, tahsilin hiçbir kıymeti yoktur.” (Ernest Dimnet).
“Hafif acılar konuşulabilir, ama derin acılar dilsizdir.” (L. A. Seneca).
“Hiç kimse başarı merdivenini elleri cebinde tırmanmamıştır.” (J. Keth Moorhead).
“Hep aynı telden çalan müzisyen gülünç olur.” (Horace Mann).
“Hedefi olmayan gemiye hiçbir rüzgâr yardım etmez.” (Montaigne).
“Kendinizi yönetirken kafanızı, başkalarını yönetirken kalbinizi kullanın.” (R. E. De
Russy).
“Nereye gittiğini bilen kişiye yol vermek için dünya bir yana çekilir.” (D. Starr Jordan).
“İyi olmak kolaydır, zor olan adil olmaktır.” (Victor Hugo).
“Deniz fırtınalarında olduğu gibi, ihtilâllerde de sağlam değerler dibe giderken, dalgalar hafif şeyleri suyun yüzüne çıkarır.” (Balzac).
“Geçmişine tüfekle ateş edene, gelecek topla karşılık verir.” (Avar Atasözü).
“Devlet adamı gelecek nesli, siyaset adamı gelecek seçimi düşünür.” (Yunan Atasözü). “Herkes aynı şeyi düşünüyorsa, hiç kimse fazla bir şey düşünmüyor demektir.” (Albert Lipmann).
“Dünyada insana yardım eden şey tesadüf değil, azim ve sebattır.” (Samuel Smiles).
“Öğrencilerin bilmeleri gerektiğinden daha çok şey bilmeyen bir öğretmenden daha korkunç bir şey olamaz.” (Goethe).
“Her rüzgârda sallanacak olursan, dağ kadar da olsan bir ota değmezsin.” (Mevlana).
“Geçmişin tehlikelerinden biri esir olmaktı, geleceğinki ise robot olmaktır.” (Eric From).
“Haksızlık yapmak, haksızlığa uğramaktan daha acıdır.” (Sokrates).
“Affetmek ve unutmak, iyi insanların intikamıdır.” (F. Von Schiller).
“Mezardakilerin pişman oldukları şeyler için dünyadakiler birbirlerini kırıp geçiriyorlar.” (Gazzâlî).
“Öyle horozlar vardır ki, öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar.” (L. Dumont).
“Birçok şeyi yarım bileceğine bir tek şeyi iyi bil!” (Nietsche).
“Akıllı insan kendi aklını kullanır, çok akıllı insan kendi aklıyla beraber başkalarının aklını da kullanır.” (Bernard Shaw).
“Adaletsizliği işleyen, çekenden daha sefildir.” (Platon).
Torosların Ehmeti’nde anlatılan hayat hikâyesi, sadece Torosların eteklerinde başlayan oğlak çobanlığından Adalet Bakanlığı bürokrasisinin tepelerine tırmanan Anadolu’nun azimli, sabırlı, inançlı ve erdemli “saf” çocuğu Ahmet Fırat’ın başarı öyküsü değil, aynı zamanda “var olma kavgası” veren bütün Anadolu çocuklarının ortak hikâyesidir. Bu sebeple Torosların Ehmeti yokluk ve yoksulluğun bin bir türünü tatmış, önlerine çıkan veya çıkarılan bütün kayaları tırnaklarıyla kazıyarak aşmış, azmin, idealizmin, sabır ve tahammülün timsali bütün Anadolu çocuklarının ortak adıdır. İşte bu çocuklar şimdi “Anadolu Rönesans”ını gerçekleştirerek Türkiye’yi her alanda yeni baştan inşa etmektedirler.
(Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2015/1, c. 14, sayı: 27)





14 Kasım 2015 Cumartesi

Atsineği



Bugün İsav'ın çalıştayında Şaban Ali Düzgün hocanın anlattığı bir fıkrayı sağlam kazığa bağlayayım dedik. Malum bir duyduğumuzu bir daha unutmama gibi bir halimiz yok. En iyisi yazıya döküp paylaşmak:
 Şâir geçinen biri, İbnü'l-Emîn'e (atsineği gibi musallat olmuş) vakitli vakitsiz gelir ve şiir oku onu rahatsız ettikten sonra da özür dilermiş, Sonra da gider ben bu şiiri İbnü'l-Emin'in huzurunda okudum, diye hava atarmış. Buna çok canı sıkılan İbnü'l-Emîn bir gün dayanamayarak kendisine şu kıtayı yazmış:
"Bir takım lâf ile teşvîş-i huzûr
Etme ey şâir-i bî-şiir-i şuûr.
Böyle her gün bana gelmektense
Yılda bir, kendine gelsen ne olur."

İbnü'l-Emin'e rahmet olsun.
Dua ile!
14.11.2015
GARİBCE

13 Kasım 2015 Cuma

İlimde ve hünerde derinlik ve sığlık




Nahiv âlimi el-Ferrâ: "Kim bir ilimde derinleşir ve maharet sahibi olursa, diğer bütün ilimler ona kolaylaşır (ve o ilimlerle ilgili de söz söyleyebilir.)" der. Bunun üzerine mecliste hazır bulunan ve Ferrâ'nın teyzesinin oğlu olan Hanefî imamlarından kadı Muhammed b. el- Hasan kendisine: "Sen ilminde maharet sahibisin. Peki, sana şimdi sahanla ilgisi olmayan bir soru soracağım: Namazında yanılan ve sehiv secdesi yapan, fakat sehiv secdesinde de yanılan kimse hakkında ne dersin?" demiş. Ferrâ: "Bir şey lâzım gelmez." diye cevap vermiş. İmam Muhammed'in "nasıl" sorusuna da:
"Bizde (dilde) (kedicik, kuşcağız gibi) ism-i tasgiri yapılan bir kelime ikinci defa tasgir yapılamaz. Sehiv secdesinde yanılan kimsenin durumu da aynı olmalıdır. Çünkü o, ism-i tasgirin ikinci bir defa tasgiri gibi bir şeydir; yanılma için yapılan secde bir nevi namazın telâfisi içindir. Tasgirin tekrar tasgiri yapılamayacağı gibi, telâfinin de telâfisi yapılamaz…" demiş. Bunun üzerine İmam Muhammed: "anaların senin gibi birini doğurmuş olacağını sanmıyorum." diye onu tasdik etmiş. (el-Muvafakat, I, 74)
Her şeyi bilmek yerine bir şeyi adamakıllı bilmek lazım. İşte o zaman gerçek anlamda başarılı olabiliriz.
Her şeyden anlamak aslında bir şey bilmemekle eş anlamlıdır.
Biri derinliği diğeri sığlığı ifade eder. Her yeri tutan ve bir .oka yaramayan sığlık yerine yatağında derinden derine akan ve etrafına hayat bahşeden su olmak. Matlup olan bu olmalı.
Sizce de öyle değil mi?
Dua ile!

13.12.2015
GARİBCE

Not: Bu yazının Garibce’nin Abdurrahman Usta başlıklı yazısı ile okunması tavsiye olunur.

12 Kasım 2015 Perşembe

Ah Mutezilem! Ah! Bunu yapmayacaktın!


Ne kadar üzülsek yeridir. Sen ki bir idealin peşindeydin. Tevhid, adalet, tevhid, emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker; va‘d ve vaîd gibi yüce ilkelerin vardı. İslam inancını savunmak senin varlığının gayesi idi.  “ashâbü’l-adl ve’t-tevhîd, adliyye, ehl-i adl, ehl-i hak, el-fırkatü’n-nâciye” gibi kendine benimsediğin ne güzel adların vardı. İtizalin basit bir Üstad’dan ayrılma ile izah edilemezdi. Belli ki bir yanlış gidişat vardı ve sen o gidişattan ayrılıyordun. İktidarların meşrulaştırılması gibi bir kaygın yoktu. Hidayetin birinci ayağı olan aklı, Allah’ın insanlığa en büyük lütfu ve yeryüzünde kendisini halife kılmaya liyakatli kılan yegane özelliği olan akıl sahibi olmasını önemsedin, insanı aklı ile yücelttin. Sem’i anlarken, yorumlarken hep aklını kullandın. Onu kimseye iğreti vermedin, kimsenin körü körüne pişine gitmedin. İnsanı insan eden aklıydı ve Vahiy ancak akıllı olanları muhatap alırdı. Şerî cüzî hükümlerin ancak Resuller tarafından vahiy yoluyla bilinebileceğini, ama buna mukabil  insanın her zaman yanında taşıdığı akıl delili ile Allah’ın varlığını, birliğini, hikmetini bilmesinin zorunlu olduğunu kabul ederdin. Senin varlığın diğer insanları da bir anlamda hizaya getiriyor; akıl ve nakil arasında olması gereken denge ideali bir süreç halinde gerçekleşme yoluna girmiş bulunuyordu.
Ne zaman ki sırtını  iktidara yasladın ve görüşlerini devlet zoruyla insanlara dayatmaya kalkıştın, işte o zaman büyü bozuldu. Mihne adı verilen bu süreçte masum insanların sırf düşüncelerinden dolayı  işkence görmesine sebep oldun. Haksızlık ettin ve zulme sebep oldun. Sonunda iktidardaki zihniyetin değişmesiyle daha dün senin ümüğünü sıktığın insanlar, mazlum olmanın kendilerine kazandırdığı büyük halk desteğinin avantajıyla senin ümüğünü sıktılar. Ve sen artık İslam Medeniyetinin en kurucu aktörlerinden biri olarak sahnede yoktun. Ve hala yoksun.
Çok yazık oldu.
İslam düşüncesinin ilerlemesi önünde senin sebebiyet verdiğin bu olaylar en büyük engeli oluşturdu. Artık  islam düşünce terazisinin akıl kefesini oluşturan gözü boştu ve nakil aklı iyice boğar olmuştu.
Şimdi yokluğunu daha çok arar olduk. Hiçbir düşünce ölmez, illa ki  tarihin unutulan sayfalarında da olsa varlığını bir şekilde sürdürür. Sanırım bir basübadelmevt ile yeniden dirilişini bekleyebiliriz ve buna gerçekten çok ihtiyacımız var.
Ha birde şimdi vaktiyle senin yaptığın yanlışı tekrarlamaya hevesli olanlar var. Umarım onlar da senin bu hatandan kendilerine bir ders çıkarırlar.
La yü’haz mezheb min mezheb der dururduk da fakat gene hep bildiğimizi okurduk. Seni ve diğer ekolleri hem Milel - Nihal kitaplarından öğrendik, sana karşı olan ve seni sapık olarak görenlerin gözüyle gördük. Yeni yeni seni bizzat kendi yazdıklarından, yapıp ettiklerinden tanımaya başladık. Ve gördük ki  sen ey Aziz Mutezile ne sünnet hadis düşmanıymışsın meğer ne de aklı mahkum eden biri. Senin Hadis anlayışının Hanefilerinkinin hemen hemen tamamen aynısı olduğunu gördük. (Bu konuda Hüseyin Hansu’nun çalışmalarına bakılabilir) Şimdi bu fakirin de içinde olduğu bir grup Zemahşerî’nin Keşşâf’ını Türkçeye çeviriyoruz. O allameyi, -bir takım farklı düşüncelere sahip olabilir- diğer âlimlerimizden ayırıp cüzzamlılar sınıfına koymanın mantığını anlayabilmiş değilim. Kur’an medih sadedinde der ki: “Onlar ki sözü dinlerler ve en güzeline uyarlar!”
Tabi bu özgüveni olanlar içindir. Özgüven için de ne okuduğunu ne dinlediğini bilebilecek, en güzelini seçebilecek bir akla ihtiyaç vardır. Nerede o akıl? Zemahşerî diyor ki: Aklın delilleri her zaman yanında. Oysa biz bakıyoruz fakat göremiyoruz. Galiba bizimkisi ya emanette ya da  daha hiç açılmamış halde!
Alışmışız hep neye bakacağımızın ve neyi dinleyeceğimizin bizlere birileri tarafından buyuruluyor olmasına.
İşte böyle can Mutezile!
Sen gittin ya, daha doğrusu biz seni fikir dünyamızdan sürdük ya kazandık zannettik. Oysa seni yokluğa mahkum edişimiz, bizim de kaybedişimizin başlangıcı oldu.
Umarım senin ilkelerin ufku kararmış ve yeniden büzülmeye başlamış fikir dünyamızda parlayan yıldızlar olarak yeniden vücut bulur.
Aziz hatırana saygıyla!

12.11.2015

GARİBCE 

Tarih sifonu çeker!



Kimi gönüllere hep fide diker
Hak yolunda nice çiledir çeker
İtibarsızlık bedel ölümden beter
Yokuşu aşar elbet teker bir gün

Kimi fesadı sever fitne eker
Bilmez ki ahmak o katilden beter
Sanma Garibcem bu hep böyle gider
Tarih yine sifonu çeker bir gün

12.11.2015

GARİBCE 

11 Kasım 2015 Çarşamba

Mustafama ağıt



Bizim Yunus cennet de cennet dedikleri
Birkaç köşk ile birkaç huri imiş dedi
Bu ne hezeyandır diye Molla gürledi
Ah ile asuman daha ağlar Mustafam

Cennet, değil  demişsin sonsuza dek piknik
Ötesinde bir söz olmalı söylenmedik
Boynuna geçirmişler bunu yağlı ilmek
Rıdvana anda cümle sağırlar Mustafam

Ömrünü boşuna Kuran’a adasan da
Sen bunun dik ala kitabını yazsan da
Mihraklar ol demde düğmeye basanda
Hayatın Kur’an ile boğarlar Mustafam

Engizisyon olmuş meğersem ehli sünnet
Dava dediğin elhak kurban ister elbet
Garibce nicedir ah ile bekler nöbet
Öküz altında buzağ ararlar Mustafam

11.11.2015

GARİBCE