30 Kasım 2016 Çarşamba

Yüreğimiz yine "yangın" yeri



Yüreğimiz yine "yangın" yeri...
Bize Sabr-ı cemil Ya Rabbi...[1]
Körpe bedenler gelmez geri
Sabra ecr-i cezil Ya Rabbi

Yalpaladık cenahtan cenaha
Sığınamadık yüce penaha
Battık boyunca bunca günaha
Kim olur bize kefil Ya Rabbi

Yandı ne Şam kaldı ne Hama
Hayat lime lime tutmaz yama
Ukbamız nasıldır bilmem ama
Dünyada olduk sefil Ya Rabbi

Asırlarca gövdede biz baştık
Nice aşılmaz dağları aştık
Bir tefrika ki ne derde düştük
Olduk âleme rezil Ya Rabbi

Sarılmadık dine diyanete
Gadreyledik kutsal emanete
Enfüs ve afakta bin bir ayete
Garibce oldu  gafil Ya Rabbi

Dua ile!
30.11.2016
GARİBCE








[1] Banu’ya ithaf.

Allah’ım bize sen yardım et!



Ne ihsan kalmış ne adalet
Sarmış bizi binlerle afet
Kimse bize etmez merhamet
Allah’ım bize sen yardım et

Sen akıl verdin ele verdik
Bir fikir görsek onu yerdik
Sa’yu gayreti ipe serdik
Allah’ım bize sen yardım et

Akıllımız tümden kaçıktı
Tevekkülümüz sakat çıktı
Başımız örttük kıç açıktı
Allah’ım bize sen yardım et

Âdem babamız düştü kalktı
Elma bizim boğazda kaldı
Lilit aklımız baştan aldı
Allah’ım bize sen yardım et

Beşer şaşar tevbe yolu var
İnsana gerek çekme ayar
Kimi çektiği zikri sayar
Allah’ım bize sen yardım et

Hımadır, yanaşma harama
Rızkını haramdan arama
Garibce tuz basar yarama
Allah’ım bize sen yardım et

Dua ile!
30.11.2016

GARİBCE 


29 Kasım 2016 Salı

Ömer b. Abdulaziz ve adaleti


Irak valisi Adiy b. Arta’e, beşinci Râşid Halife sayılan ve adaleti ile meşhur olan Ömer b. Abdulaziz’e  mektup yazar ve gayrimüslim olduğu için askerlik hizmetinden muaf olma karşılığı cizye vergisi yükümlüsü olan  zimmilerin  bölük bölük Müslüman olduklarını, buna sebep cizye vergisinin düşmekte olduğunu  ve bu gidişle haraç gelirlerinin iyice azalacağını endişe ile yazmıştı. Adil Halife’nin verdiği cevap şöyle olmuştur:
“Allah peygamberimiz Muhammedi hidayetçi olarak göndermiştir, vergi tahsildarı değil! Allah’a yemin ederim ki keşke bütün insanlar Müslüman olsalar da  bunun sonucunda  ben de sen de çiftçilik yapsak ve elimizin emeği ile geçinsek, bunu ne kadar isterdim, bilemezsin.[1]
Halifenin kaygısı Halefi olduğu peygamberin gittiği yolu tutmak olmalıdır. Allah onu insanlığa doğru yola hidayet etmek, sırat-ı müstakim demek olan doğru yaşantı biçimine örneklik etmek, iyilikleri ve iyileri terviç etmek, kötülükleri ve kötüleri önlemek (beşîr ve nezîr), insanların yolunu aydınlatmak için göndermiştir. Buna rağmen arkasından devlet de –amaç olmamakla birlikte- gelmişti.
Önemli olan insanların doğruya ve mutlak gerçekliğe ermelerini sağlamaktı. Devletin hazinesini doldurmak ve devletlülere her türlü imkân sunmak peygamber ve onun halefleri için asla amaç olamazdı. Bu itibarla o, Müslüman olmalarına rağmen kendilerinden hala alınmakta olan cizye vergilerinin alımını durdurmuş ve kısacık halifelik döneminde birçok ıslahata girişmişti. Bunun sonucunda da haklı olarak “adil” lakabını almıştır.
O, adaletiyle maruftu.
Toplumları ayakta tutan ise son tahlilde vergi değil adaletti.
Allah adaleti emrediyordu. Hatta bir adım daha ötesi ihsanı teşvik ediyordu.
Adaletin zıddı zulümdü ve ortası da yoktu.
Zulüm ile asla âbâd olunmazdı.
Dua ile!
29.11.2016
GARİBCE







[1] إن الله بعث محمداً هادياً ، ولم يبعثه جابياً، والله لوددت أن الناس كلهم يسلمون حتى نكون أنا وأنت حرَّاثَين نأكل من كسب أيدينا

Akıl ve Resul


"Şüphesiz ki Allah Teâlâ iki yol gösterici (hâdî) göndermiştir: Akıl ve Resul. Akıl, Resulden önceliklidir. Çünkü Resul’un bilinmesi- tanınması akıl ile olur". (er-Râgıb el-Isfahanî (ö. 502), Tefsîr, er-Riyâd 2001; V, 416[1])
İslam akıllıların dinidir. Akıl sizi Peygambere götürür. Peygamber de Allah’a.
Aklı öyle hor görerek, ona gerektiği değeri vermeyerek, onu emanete vererek ve eskimesin diye hep sıfır kilometrede tutarak hak ve hakikate eremeyiz.
Aynı şekilde peygamberi (sünneti) atlayarak da Kitaba ulaşamayız. Zira Kitab’ın Allah’ın kelamı olduğunu bize bildiren Resul olmaktadır.
Bu itibarla her şeyi kendi yerine koymak ve değerini tam vermek gerekir. Hakikate erişmede aksi hal muhaldir.
Akıl, terazidir; ölçer tartar. Resul getirdikleriyle ona ışık tutar. Ölçütler getirir. İstihkak listesini belirler.
Bunların hepsi birlikte devreye sokulduğu zaman Hak ve adalet tecelli eder.
Ne salt akıl, ne salt vahiy.
Vahyin aydınlığında akıl.
Dua ile!
29.11.2016
GARİBCE




[1] أن الله تعالى أرسل هاديين العقل والرسول، والعقل متقَدِّم على الرسول من حيث أنه بالعقل يهتدي إلى معرفة الرسول.

25 Kasım 2016 Cuma

ADALET VE KADIN



el-Adl, Allah’ın esmasından biri. Esma-yı Hüsna’yı ihsâ edenler cennete giriyordu ya. O er-Rahman er-Rahîm, el-Adl diye saymak değil, halife olarak onların gereklerini yeryüzüne indirmek, Rahmanlığı, Rahimliği, Settarlığı, Gaffarlığı ve el-Adli insanlık dünyamızda kendi üzerimizden gerçekleştirmek demek.
Bir ideal olarak adaletin gerçekleşebilmesi için her şeyin başında fıtratı esas almak gerek. Fıtratta kaos yok, tam bir denge vardır. Adalet (dağıtıcı) her şeyi kendi yerine koymaktır. Adalet (denkleştirici) her şeye hakkını, hak ettiğini ve değerini vermektir.
Söz konusu kadın olunca adalet, kadına kendi doğasına uygun yol tutmasının imkânını vermektir. Kadını erkekleştirmek, kadını erkeklerle anlamsız bir rekabete sokmak adalet değildir.
Allah, kadınlarla ilgili en genel ilke veren ayette “Ve lehünne mislü’llezî aleyhinne bi’l-maruf= Kadınların maruf ölçüde ne kadar yükleri varsa o kadar da yetkileri vardır” buyururken, kadını gene kendisi ile karşılaştırır ve adaleti, boynundaki yük kadar yetkisinin olmasında arar. Oysa biz kadın haklarını erkeklerle eşitlenmelerinde aradık. Bu yol çıkmaz sokak.
Bir kadının en iyi eş, en iyi anne ve en iyi iş kadını olması onun altından kalkamayacağı bir yüke koşulması demektir. Bize düşen kadına “en iyi kadın nasıl olunur?”un imkânlarını hazırlamak olmalıdır.
Kadın, annelerimizdir, halalarımızdır, teyzelerimizdir, bacılarımızdır ve can ciğer kızlarımızdır. el-Bakıyâtu’s-sâlihât onların bize hediyesidir. Neslin bekası onların rahmetten türetilmiş rahimlerine, şefkat dolu kucaklarına, hünerli eğitici ellerine ve bir ömür boyu onların kaderlerine bağlı yüreklerine emanet edilmiştir.
Çağımızın en önemli olumsuz gelişmelerinden biri üreme ile cinselliğin ayrılması olmuş ve kadın cinsellik alanında metalaştırılmıştır. Cinsel bir obje olarak görülmemesi ve dolayısıyla bakarken bile gözlerin kısılması emredilirken, alabildiğince teşhir edilerek salyaları akan şehvetin elinde kurban hale getirilmiştir. Her gün binlerce masum yavru bu doymak bilmez sektörün elinde fıtratına yabancılaştırılmış, sömürü aracı haline getirilmiştir. Ne yazık ki bütün bunlar özgürlük ve kadın hakları bağlamında kotarılmaktadır ve çoğu kadınlarımız da bu gelişmeye alkış tutmaktadır.
İnsan olarak elbette özgürüz ve buna sebep de emanet bizim boynumuza binmiştir. Ama bu özgürlüğümüz balıkların sudaki özgürlüğü gibidir, sudan çıkınca hayatı kararmaktadır. İnsan da kaderi içinde özgürdür. Kaderin en belirleyici özelliği de insan olarak fıtratımızdır. Kadınlığımız, erkekliğimiz fıtrat olarak bizim kaderimizdir. Bunun içinde kaldığımız sürece özgürüz, özgürlük adına da olsa dışarı çıkmaya zorladığımızda olanın adı artık felaketimiz olur.
Kadınlar aynı zamanda en iyi iş kadını olacaklar diye diye kadını iflah olmaz bir yarış içine soktuk. Bu alanda rakipleri de erkeklerdi. Fıtratında kadınınki gibi şefkat ve merhamet baskın olmayan, buna mukabil Allah’ın daha çok celal sıfatının tezahürleri olan özelliklere sahip acımasız erkeklerle yarışa zorladık. Çoğu kez erkek, kadını istismar edebilecekse yanında yer verdi, aksi takdirde ezdi, horladı, istiskal eyledi. Anneliğe kodlanmış kadının fıtratı bu saldırı karşısında bocaladı, en büyük donanımı bu türden saldırılar karşısında işe yaramadı, o da benzer davranışlar geliştirmeye başladı. Ancak güçlü olursa ezilmeyeceğini gördü. Güçlü olmak da para ile, makam ile, kariyer ile idi. Onların da ödenmesi halinde iflah olunmaz bir bedeli vardı.
Ve sonunda kimi kadın kariyer yaptı ama ödediği bedeller yüzünden anne olabilecek çağı geçti, fıtratına yabancılaştı. Ünsiyeti sahip olamadığı yuvasında ve çocuklarında değil, başka şeylerde aradı.
Diğer yandan kariyer yapamayan kadınlar da, kariyer yapmış olanlara karşı hep eziklik hissetti, kendi ayakları üzerinde duramıyor oluşunu (ne demekse!) bir eksiklik hissetti. O da aradığı huzuru bulamaz oldu.
Vesselam, yanlış yaptık.
Biz kadını kadınla değil erkekle yarıştırdık.
Kadının fıtratını dikkate almadık. Her şeyi yerine koyamadık ve adaletten saptık. Oysa her şey kendi tabii mecrasında sühuletle menzili maksuduna akar giderdi.
Biz Sakarya’nın köpükten gövdesine kurşundan bir yük yükledik, yokuşa sürdük.
Yazık oldu. Hem erkeklerimize hem kadınlarımıza.
Dua ile!
25.11.2016

GARİBCE




24 Kasım 2016 Perşembe

GÜLLER BİTMEDİ ÖĞRETMENİM


Evet, nereden nereye geldik.
“Eti senin kemiği benim”den, günümüzün her türlü imkânsızlıklara mahkum edilen, üstelik yeterince saygı bile gösterilmeyen öğretmenlerimize.
Eskiden, dayak eğitimde bir araçtı. Cezaî müeyyide olarak da kullanılırdı, terbiye amacıyla da. İslâm ceza hukukuna bakıldığında zina, iftira, içki gibi suçların cezalarının dayak türünden olduğu görülür. Buradan dayağın bir tür ceza olduğu anlaşılır.
Ama, hafif olmak kaydıyla terbiye için de kullanılırdı. İtaatsiz çocuk, eş, namaz kılmaya yanaşmayan kişi… gibileri, gerekirse dayakla uslandırılırlardı.
O zamanlar dayak cennetten çıkmaydı ve yenilecek bir şeydi. Gerçi biraz biberliydi, can yakardı ama, olsun, faydası zararından daha çok görülürdü. Sonuçta bir vasıtaydı. Henüz alternatifi de icat edilmemişti.
Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir
Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir
Ziya Paşa bu beytinin, kısa bir zamanda herkesin dilinde bir atasözü gibi kullanılacağını belki yazarken düşünmemişti. Çünkü genel telakkilere uygun düşüyordu. Ne de olsa kemiği bizimdi ya. Etinin yerine et koymak da mümkündü.
Gel zaman git zaman, dayak yenilmez hale geldi. Çünkü dayağı atanlar kendi öz çocuklarını döver gibi dövmediler, hayvan döver gibi dövmeye başladılar. Gerçi hayvanlar da dövülmezdi. Ama hani daha dayanıklıdırlar diye fazla ses çıkarılmazdı. Zaten kendi dilleri de yok zavallıların. Eskiden falakaya yatırırlarmış ve ayak altlarına, sırta ve kaba yerlere vururlarmış. Hem bunun kuralları da varmış. Mesela cezaî müeyyidelerde bile sopanın kırbaç türü deriden yapılmış olması, budaklı ve sert ağaçlardan olmaması, ancak bir arşın kadar uzunlukta olması, alıcı yerlere vurulmaması, vurulurken kolun omuz hizasından yukarı kaldırılmadan ancak dirsek gücüyle vurulması, yaralayıcı bereleyici şekilde olmaması gibi bir sürü şartı varmış.
Ah insan! Ah insan! Kaydı kuydu kim tanır. Uygulamada insafı gösterecek olan muallimlerimiz değil mi? Kaba yerlerine vurmak yerine öğretmenlerimiz, körpecik çocukların ellerini yumak yaptırıp parmaklarının uçlarına cetvelin keskin yanıyla vurmaya başlayınca, sadece eti kendisinin iken, kemiklerin de sahibiymiş gibi keyfince onları da ufalamaya kalkışınca, yani kısaca ipin ucu kaçırılınca, dayağa karşı insanların vicdanlarında bir soğukluk duyulmaya başlandı ve artık bir eğitim aracı olarak kullanılmasına bile tahammül edilmez oldu.
Bakın ben kendimden anlatayım:
İmam-Hatip okulu ilçemizde yeni açılmış ve biz köyümüzden sekiz kişi bu okula yazılmışız. İlk okula kendi evimizde başlamanın avantajıyla akranlarımdan bir yaş daha küçüktüm. On bir yaşında zayıf, çelimsizdim.Yüzümde kan yoktu. Saçlarım diken gibi kalkık olurdu ve ben onları yatırmak için akşam yatarken mendil bağlardım. Bu kez de daha komik görünürdü. Neyse…
Bir gün İngilizce dersinden yazılı sınav oluyoruz. Dersimize okulumuzun müdürü giriyor. Müdür deyince, bir okulun bütün umurundan sorumlu kişi demek. Yani hem mektebin, hem hocaların hem de öğrencilerin her türlü umuruna bakacak, eğitim ve öğretimin sağlıklı bir şekilde yapılabilmesi için her türlü huzur ve güven ortamını temin edecek… falan.
Gelin görün ki tam aksine bu hocanın bulunduğu sınıfı bırakın, koridorda ders yapma imkânı olmazdı. Karatahtalardan gelen kafa darbeleri sesleri binayı indirir kaldırırdı. Nice kulaklar yirilmişti ve kan sızardı ve en çok çekilen kulak da yeğeninin kulağı idi. Çünkü hoca adildi. Hz. Peygamber’in işe amcası Abbas’tan başlaması gibi o da yeğeninden başlardı. Mesaj da alınırdı hani.
Benim küçük ve sıska olmam sebebiyle yerim en ön sıraydı, ya da ikincisi. Benim arkamda bizim köylü şimdi rahmetli olan Abdullah diye bir arkadaşım vardı. Ve sınav başlamış biz cevapları yazıyorduk. Hoca, sıralar arasında dolaşıyor, çıt çıkmıyordu. Kimin haddineydi ki.
Bir ara tepemde dikildi ve kağıdıma bakmaya başladı. Benim aslında derslerim çok iyiydi -laf aramızda sözü edilen okulda dört yıl okumuştum ve dördünü de birincilikle tamamlamıştım-, ama insan hali, hata edebilir, yanlış yapabilirdim. Hem yanlış yaparsam zaten imtihandı bu, imtihan yanlışları, doğruları değerlendirmek için değil miydi?
Hayır, hayır! Hoca işaret parmağını kağıdımdaki bir kelimenin üzerine koydu. Ve eyvah ben bir yanlış yapmış “One” kelimesini okunduğu şekliyle “Van” diye yazmıştım. Hatamı fark ettim ve hemen silerek düzeltmeye başladım. Ama çok geçti. Hoca elleriyle kulaklarımı kavradı, yüzümü bütün bedenimle kendine doğru çevirdi. Ovaladı, ovaladı, ovaladı, sonra kulakların bir insan bedenini tartacak kadar sağlam olduğunu ispat edercesine beni yukarı doğru kaldırmaya başladı. Artık ayaklarım yerden kesilmişti, bir süre öyle tuttu ve beni sıraların arasına yere attı. Ben kendimi toparlamaya ve yerime oturmaya çalıştım. Oturdum, herhalde hocanın öfkesi geçmiştir diye düşünüyordum. Ama geçmemişti. Hoca sol eliyle başımı önüme doğru eğdi ve boşta kalan sağ eliyle boynumun köküne öyle bir darbe indirdi ki, biz köyde balyozla geven döverken bile ancak o kadar vururduk. Zınkkk dedi! Hiçbir şey hissedemez oldum. Hissettiğim bir şey varsa bütün tutargalarımın tutmaz oluşuydu. Bacaklarıma doğru ılık ılık bir şeyler akıyordu. Ve ben altıma etmiştim.
Diyeceksiniz ki hoca yeter, bu kadarı da fazla!
Hayır yetmedi, arkamda oturan Abdullah’ın göğsüne, sağ omuzu altına salladığı bir yumrukla ancak sakinleşebildi.
İnanın hiç mübalağam yok, bu anlattıklarımda. Ve bu bizim müdürümüzdü. Gurbette hem anamız, hem babamız, hem öğretmenimizdi. Başımız derde girince, sıkışınca ona koşacaktık. O da bizi sevecekti. Zaman olacak dövecekti, ama dövdüğü yerden güller bitecekti.
Güller bitmedi, öğretmenim! Eğer güllerin morlusu varsa, belki boyun kökümde öyle bir şey olmuştu. Eğer güller idrar kokusu veriyorsa, benim sıramdan da şimdi öyle kokular geliyordu.

İşte bu ifrat tavırdır ki, değerli dostlar dayağa top yekûn karşı olunması sonucunu doğurdu. Eğitimcilerimiz, onun yerini nasıl doldurdular, hangi modern araçları onun yerine ikame ettiler doğrusu bilmiyorum. Ama zaman zaman okullarımızdan dayak çığlıklarının bir şekilde kulaklarımıza kadar gelmesi onun sanki hâlâ alternatifsizliğini haykırır gibi meydanlarda kol gezdiğini de gösteriyor.
(Eski bir yazıydı.) 
Dua ile!
24.11.2016
GARİBCE


Erzel-i ömür



Akla düşünce nisyan ile perde
Ne derdin kalır ne de tasa serde

Razıyız ya Rab gamma hem kedere
Yeter ki düşürme erzel-i ömre

Dua ile!
24.11.2016
GARİBCE

23 Kasım 2016 Çarşamba

Ah kadınım! Yumuşak karnım!



Halka halka morluk sarmış gözünü
Tanıdım seni, anam değil miydin
Arlanıp gizlersin neden kendini
Sen benim teyzem halam değil miydin

Zahir leylekler getirmedi beni
Koklamak lazımken nazenin teni
Nasıl kıyıp da söndürdüler seni
Kalbimde yanan çıram değil miydin

Irak olsan içimde olur sızım
Hasretin ile kışa döner yazım
Şehvet pençesinde can veren kızım
Kem göze bile haram değil miydin

Can kadınım huzurumun adresi
Ben yaşarım sana düşer çilesi
Caizse olmak kişinin kölesi
Garibce’ye bir ikram değil miydin

Dua ile!
23.11.2016

GARİBCE 


17 Kasım 2016 Perşembe

Reform mu? Tecdid mi?


Biz şeriatımızı kaybetmedik ki yeni bir şeriat arayışı içinde olalım. Ne var ki bizim şeriatımız artık bize hayat vermez olmuş. Hatta itici hal almış, o yüzden de insanlar ve hatta inananlar bile ona sırt dönmüş. Mutluluğu başka yerlerde aramışlar. Ne yazık ki bulamamışlar. Bulamazlar da. Çünkü aradıkları şeyi kaybettikleri yerde değil, başka yerlerde aramaktadırlar.
Yapılacak şey nedir o zaman?
Bir kere hayat membaı olan bu şeriat neden bu hali aldı? Neden içinde her türlü pislik var?
Su özünde hem tahir hem de mutahhirdir, yani hem temizdir hem de temizleyicidir. İyi ama -vaktiyle Haliç örneğinde olduğu gibi- neden pislik adalarının oluştuğu bir batağa dönüşmüştür.
Cevabı basit: Çevrenin bütün pislikleri Haliç’e boca edilmiş, kanalizasyonlar oraya boşaltılmış da ondan.
İmdi yegâne hayat membaı olan şeriatımız da benzer şekilde kirletilmiştir.
Evvela  bütün âleme verilmek istenen evrensel mesaj arabî form içine hapsedilmiş, bu şeriatı garradan yararlanabilmesi için bütün insanların kültürde sanki Araplaşması istenmiştir. Hz. Ömer, İmam Azam gibi onun mevcut arabî kalıplar ve çerçeve içerisinden çıkarılıp bütün insanlığa ulaştırılması gibi bir kaygı taşıyan fıkıh dehası sahibi insanlarımız az olmuştur.
Saniyen kendimize ait olanı şeriatımıza onaylatmak ve onu İslam’ın bir parçası haline getirmek gibi baskın tavırlarımız hep olagelmiştir.
Bütün canlı organizmalar gibi İslam da dışarıdan aldıklarıyla gelişmiştir ve bunun böyle olması tabiidir. Ancak bunun tek bir şartı vardır: O da dışarıdan alınanın hazmedilmesi ve bünyeye dâhil edilmesidir. Dışarıdan vücuda eklemlenen ama hep yabancı kalan, sülük gibi İslam’ın kanını emen, onu zayıf düşüren, ökse otu gibi İslam’ın şecere-i tayyibesine bir asalak olarak tutunan ve onunla hiçbir genetik ortak özellik taşımayan fikirler, kurumlar, yapılar, uygulamalar İslam şeriatını zayıflatmış, kirletmiştir. Hayat kaynağı olan şeriat-ı garramız bu haliyle insanlarımıza ab-ı hayat sunamamış, hatta yer yer tiksinti verici hale gelmiştir.
Şu halde bizim yapmamız gereken şey, yeni şeriatlar arama, yahut şeriata yeni şekiller verme (reform) yerine yeniden bir arınma sürecine girmemiz olacaktır.
Evvela kendi özümüzü ve düşüncemizi arındırmadan başlayacağız. Allah’ın bize bahşetmiş olduğu hidayetin birinci ayağı olan aklı devreye sokup, vahyin ışığı altında yola çıkacağız. Aklı bir tercihte kullanırken ihtiyaç duyacağı değer ölçütlerini teşriden alacağız. Temel referanslarımız kitap ve sünnetten elde edeceğimiz küllî esaslar olacaktır. Bütün faaliyetlerimizi  umdelerden hareketle, ilkelerin ışığında ve gayeleri gerçekleştirecek şekilde sürdüreceğiz.
Şeriat membaımıza hariçten karışan her türlü kanalizasyon vb. gibi atık kanallarını kapatıp, dini dinî olandan, dini kültürden, âlemî olanı arabî olandan, makâsıdı vesâilden, zarfı mazruftan… ayırıp ayıklayacağız. Her şeyi kendi yerine koyacağız.
Şeriatımızın yeniden hayat kaynağı ab-ı hayat sunan saf, berrak bir hal alması için bu faaliyetimizi sabırla nesiller boyu sürdüreceğiz.
Haliç örneği bu konuda bize ışık tutucu olabilir. Vaktiyle pis kokudan üstündeki köprüden geçemiyorduk. Şimdi ise aynı haliçte envaı çeşit balık ve diğer canlılar yaşıyor. Aynı Haliç yeniden hayat kaynağı halini aldı.  Ancak kabul etmek gerekir ki bunun için çok çalışıldı, büyük emek ve mesai harcandı, imkânlar seferber edildi.
Biz de benzer bir çabaya mecburuz. İki asırdır mutluluğu başka yerde aradık olmadı. Özümüze dönmemizin gereği anlaşıldı. Ama bu kez de şeriat diye karşımıza sümük-i şerif çıktı, DAİŞ çıktı, mesihler, mehdiler, kahtaniler çıktı… Kerameti kendinden menkul şeyhler çıktı… Bizleri gemilere dolduran ama marifet hakikat diye holdinglere taşıyan tarikatlar çıktı.
Allah’ım! Bize yeniden rahmet et! Rahmet yağmurlarını üzerimize öyle gönder ki şeriat gözemiz yeniden eşlensin, arınsın, kaynağında ve yatağında ne kadar kir, hır hış varsa silip süpürsün ve yeniden  ab-ı hayat olarak Müslümanlığımıza can versin.
Amin!
Dua ile!
17.11.2016
GARİBCE 


6 Kasım 2016 Pazar

el-En’âm’da on emir! (Manzum)



Daha Mekke’de atıldı dinin temeli
Ahlak esastı herkes öğrenip bilmeli

Allah’a ortak koşmamak gelir en başta
Ebeveyne iyi davranmak hemen peşte

Açlığa neden öldürülmesin çocuklar
Hiçbir fuhuş işlenmesin gizli aşikâr

Haksız yere öldürme ha asla kimseyi
Yetim malını akletme aman yemeyi

Ölçü tartıda güven ver adaletine
Yalan söyleme olsa bile aleyhine

Sadakat göster verdiğin ahde Allah’a
Haktan sapıp da bâtıl yollara düşme ha

Garibce der işte İslam’a temel bunlar
Abdala malum olur, arif olan anlar

Dua ile!
06.11.2016
GARİBCE



el-En’âm’da on emir!


Yüce Allah, medenî surelerin fihristi mesabesinde olan el-Enâm suresi 6/151-153 ayetlerinde şöyle buyurur:
(Ey Muhammed!) De ki: “Gelin, Rabbinizin size haram kıldığı şeyleri okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anaya babaya iyi davranın. Fakirlik endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi de onları da biz rızıklandırırız. (Zina ve benzeri) çirkinliklere, bunların açığına da gizlisine de yaklaşmayın. Meşrû bir hak karşılığı olmadıkça, Allah’ın haram (dokunulmaz) kıldığı canı öldürmeyin. İşte size Allah bunu emretti ki aklınızı kullanasınız.
Rüşdüne erişinceye kadar yetimin malına ancak en güzel şekilde yaklaşın. Ölçüyü ve tartıyı adaletle tam yapın. Biz herkesi ancak gücünün yettiği kadarıyla sorumlu tutarız. (Birisi hakkında) konuştuğunuz zaman yakınınız bile olsa âdil olun. Allah’a verdiğiniz sözü tutun. İşte bunları Allah size öğüt alasınız diye emretti.
İşte bu, benim dosdoğru yolum. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi parça parça edip O’nun yolundan ayırır. İşte size bunları Allah sakınasınız diye emretti.”
Bunları şu şekilde maddeleştirebiliriz:
1. Şirkten uzak durmak yani Allah’a asla ortak koşmamak.
2. Anne ve babaya iyi davranmak.
3. Açlık korkusu ile çocukları öldürmemek.
4. Gizli aşikar hiçbir çirkin işe (fuhşa) bulaşmamak.
5. Haksız yere kimseyi öldürmemek.
6. Yetim malına dokunmamak.
7. Ölçü ve tartıyı adaletli yapmak.
8. Yakınlarımız aleyhine de olsa yalan söylememek.
9. Allah’a verilen ahde sadakat göstermek.
10. Doğru yoldan sapıp da aykırı yollara düşmemek.
Bu ayetlerin içeriği İslam dininde ahlakın öncelendiğini gösterir. Altın alyansın kullanımını kendilerine sorun eden ve gümüş yüzük takan aynı Müslüman erkekler, ürettikleri malda standart olarak bulunması gereken ölçülere uymuyorlarsa, kaliteden ödün veriyorlarsa İslam algılarında ciddî bir sorun vardır demektir.
Keza alkol içerdiği iddiasıyla gazoz, kola, boza, kefir… içmeyen, kolonya kullanmayan bir takım Müslümanlar, başkalarının haklarını yemede en ufak rahatsızlık duymuyorlarsa, bir yolunu bulup tüyü bitmemiş yetimin dahi hakkı bulunan kamu mallarını zimmetlerine geçirebiliyorlarsa onlar asla İslam ahlakı üzere değillerdir ve onların hele hele İslam’ı temsil etme gibi bir şansları asla yoktur.
 Allah bize acısın!
Dua ile!
06.11.2016

GARİBCE


1 Kasım 2016 Salı

Hayaldi bir yârim vardı



Hayaldi bir yârim  vardı
Gönlü gönlüme akardı
Muradım anlamak çün
Sade yüzüme bakardı

Melek sima yüzü vardı
Ahu gibi gözü vardı
Olmazdı doyum huyuna
Baldan tatlı özü vardı

Daim veren eli vardı
Şeker tadı dili vardı
Can feda selvi boyuna
Bülbül aşık gülü vardı

Nazım çeker ah bilmezdi
Sabır şükür, vah bilmezdi
Gelmezdi hiçbir oyuna
O’ndan gayrı şah bilmezdi

Garibce’yim havalarda
Yolum yiter ovalarda
Meşkim yok nasıl kazanam
Aşka dair davalarda

01.11.2016
Dua ile!

GARİBCE 


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...