31 Mart 2016 Perşembe

Tekvin ve teşri ilişkisine dair


Bir çok vesile ile tekvin ve teşriin birbirine nispetinin makineye kullanım kılavuzu, ilaca prospektüs yazmak gibi olduğunu, teşriin kevne ayna tutmak kabilinden bulunduğunu ifade etmişizdir.
Bu demektir ki teşri, hiçbir şekilde tekvine mugayir/ aykırı/ zıt olamaz. Şayet mugayir gibi bir görüntü varsa, o zaman teşriin tevil edilmesi gerekir.
Yaygın örnek olarak  içkiye pislik denilmesini örnek veriyoruz. Söz gelimi şarap üzüm şırasından yapılıyor. Üzüm şırası temiz, içine katılan maya da temiz ise o takdirde o nesnenin teşri nazarında da necis/ pislik olmaması gerekir. Oysa biz bu nitelemenin kullanıldığını biliyoruz. Öyle ise maksat maddi anlamda necislik değil, manevi anlamda pislik, uzak durulması gerekli murdarlık olmalıdır. Yani buradaki necasetlik yüklenen değer hükmü anlamındadır,  gerçeklik hükmü kabilinden değildir. Kumar ve benzeri her türlü şeytan işi de böyledir. Putlar adına kesilen kurbanların necis olması keza böyledir. Gıybet etmenin, ölü kardeş eti yenmesi hükmünde olduğunun ifade edilmesi böyledir.
Kazf (iftira) bahsinde bir kimse diğerine “Eşek, öküz…!” diye hitap etse, bununla kazifte bulunulmuş yani nitelikli iffete iftira suçu işlenmiş olmaz, sadece hakaret edilmiş olur  denilir. Çünkü bu söz, hakikate aykırıdır ve bu apaçıktır. Ama zina isnadı öyle değildir. Onun ispat edilmemesi halinde  ağır bir cezayı gerektirici suç olduğu belirtilir. Çünkü bu isnadı açıkça yalanlayan bir gerçeklik yoktur. Keza kendisinden yaşça büyük birine “Senin baban benim” iddiasında bulunmanın da saçmalıktan öteye bir değeri yoktur.
Sözü rü’yet-i hilale getirmek istiyoruz: Vesail ve makasıd ayrımının bir sonucu olarak biz Ramazan orucuna başlanması ve bayram edilmesi için rü’yeti yani hilali çıplak gözle gözleme emri nebevisini vesile hüküm olarak değerlendiriyoruz. Bütün vesileler gibi bu da işlevini sürdürdüğü sürece kendisine hayatta yer bulur. Vesileler, kendilerinden daha etkin, daha üstün, daha kolay ve ucuz ve yaygın… yeni araçların ortaya çıkması halinde devirlerini tamamlar ve bir çoğu tamamen atılır bir kısmı da hatıra değeri vb. itibariyle müzelere kaldırılır. Maddi anlamda bunlar çok değerli olabilir, ama artık işlevsel olmadığı için müzeye kaldırılmışlardır. Ashabı Kehf’ten azık almak için gelen kişi, cebindeki paradan aldığı erzakın bedelini ödemeye kalktığında, dükkan sahibinin  bir paraya bir de parayı uzatan şahsın yüzüne hayretle bakması eldeki gümüş paranın değersizliğinden değil, hali hazırda geçerli bir akça olmayışındandı.
Ayların başlangıcını belirlemede rü’yet vesilesinin yerine epey bir zamandır takvim esasının geçtiğini görüyoruz. Çünkü bu vesile, rü’yete göre hem daha kesin, hem de ulaşması ve yayılması daha kolay bir imkân olarak insanlığa mal olmuş bulunuyor.
Rü’yet bize orucun başlangıcını işaret ediyor. Biz ise işaret edilene değil, işaret edene sabitleniyoruz. Parmağı ile bir şeyi gösterenin gösterdiği yere değil de parmağına odaklanıyoruz. Hal öyle olunca rü’yet sanki bizatihi maksat olmuş gibi oluyor.
Ramazan ayı girdiğinde bize Teşri yoluyla oruç tutmamız emrediliyor. Ayın başlangıcı, bitişi, deveranı ve böylece ayların ve yılların oluşması, güneşin doğup batmasıyla da gece ve gündüzün oluşması… bütün bunlar Allah Teala’nın tekvin/ halk/ yaratma aşamasında ortaya koyduğu nizamdır. Ve aynı Allah bu nizamın bir hesap üzere olduğunu da bize bildirmiş bulunmaktadır. Belli bir süre ümmiliğini sürdüren bu ümmet fazla geçmeden koskoca bir medeniyet inşa etmiş, ümiliğin kendisi için bir kader olmadığını ve onun ruh safiyeti, kalp temizliği gibi hep öyle kalınması istenilen bir özellik olmadığı inancıyla çok erken zamanlardan beri  okuma ve yazmanın, teknik aletlerle yapılan gözlemin, astronomik hesabın önemini kavramış ve “ümmi bir ümmet” olmaktan çıkıp kitabı olan, hesap kitap bilen bir ümmete evrilmiştir.
İmdi biz ay ve güneşin nizamını çözüp işi takvime bağlayınca, artık ayların başlangıç ve sonunun bu takvimlerin esas alınarak hayatın kotarılması daha sağlıklı, güvenli ve kolay hal almıştır. Nitekim namazlarda güneş ve gölge boylarıyla değil saat hesabı üzerinden götürülen  yaygın bir uygulama hiç yadırganmadan sürdürülmektedir.
Mademki teşri tekvin üzerine kurulu olmalıdır. Öyle ise rü’yet konusunda en azından şöyle denilebilir. Hesaba/ takvime göre ayın görülme imkânı henüz yok iken birilerinin gelip de rü’yete şahitlik etmesi mahkeme tarafından dinlenmez, onun şahitliği kevni gerçekliğe aykırı olduğu için kale alınmaz. Bu şekildeki bir tanıklık, ancak  takvime göre hilalin görülme imkanının vuku bulması sonrasında kabul görür.
Karadavi buna “hesabın nefiyde itibara alınması” diyor. (Makâsıd, s. 188) Hiç olmazsa  İslam aleminin bunu yapmasını salık veriyor. Aksi takdirde şahitliğe hevesli nicelerinin mevcudiyeti ve şahitlik konusundaki hatalar, yanılmalar vb. yüzünden  İslam dünyasında birlik asla sağlanamıyor ve bazı yıllar üç gün bile arayla oruç tutulup, bayram yapılıyor.
Bu konuda es-Sübki  (ö. 756)  şöyle demiş (Fetava’s-Sübkî. I. 219-220): Eğer hesap/ takvim, çıplak gözle görme imkânını reddederse, o takdirde kadıya düşen vazife  aksine tanıklıkta bulunmaya kalkışan şahitlerin tanıklıklarını kabul etmemektir. Çünkü hesap katîdir. Şahitlik ve haber ise her ikisi de zannîdir. Zannî olan, katî olan karşısında –onun öne alınması bir tarafa- tearuzda bile bulunamaz. … Beyyinenin yani şahitliğin geçerli olabilmesi için ön şartı  şahitlik ettiği hususun duyular, akıl ve şeriat nazarında mümkün olmasıdır…”
es-Sübki asırlar öncesinden bunları söylerken, şu anda bizim sahip olduğumuz hesap kitap imkanları henüz bulunmuyordu. Ya bir de bu imkanları görseydi.
Biz ise hala işaret parmağına odaklanmakta ısrar ediyoruz.
Dua ile!
31.03.2016

GARİBCE

30 Mart 2016 Çarşamba

Sen işçisin işçi kal!

Efendim, bağnazlık ya da saplantılı olmak nasıl bir şeydir? derseniz el-Cevap: At gözlüğü takmaktır, bir tür körlüktür ve devası da yoktur, diyebiliriz.
Sünneti, Hz. Peygamber’in yolu, hayat tarzı ve çizgisi görmek yerine, onun yapıp ettiklerine ve buyurduklarına indirgemek, yaşanmış olan ilk üç neslin hayatını  ideal olarak insanlığın ufkuna koymak ve orada söylenmemiş, yapılmamış her şeyi bidat görüp reddetmeye kalkmak, İslam’ı aynı zamanda din olmanın yanında bütün dünyayı kucaklayan bir medeniyet de olabilmesine imkan sağlayacak bir anlayışı esas almak yerine onun arabi-ümmi karakterini kalıcı ve zaman-mekan üstü görmek ve böylece  o ilk nüzul ortamındaki her bir şeyi vesail makasıd, zarf mazruf, külli cüzi vb. ayrımlar yapmadan yegane ve mutlak hakikat gibi sunmak bu anlayışın en belirgin özelliği olmaktadır.
Her Ramazan’ın yaklaşmasıyla alevlenen bir meseleyi pek bir mühimmemiz vardır, bilirsiniz. Rü’yet-i hilal: İmdi Peygamberimiz. “Biz ümmi bir ümmetiz/ milletiz. Yazı bilmeyiz hesap bilmeyiz” şeklinde bir gerekçe ile  Ramazan’ın başlangıcını  ve bayram edilmesini hilalin rü’yetine bağladı ya, imdi bunun mutlak olarak din olduğuna inanan diyelim bir selefi hem de  öyle sıradan biri değil, Suudi Arabistan Krallığının Yüksek Yargı Meclisi Başkanı olan Semahatlü eş-Şeyh Sâlih b. Muhammed el-Luhaydan, inancını temellendirmek için “Biz ümmi bir ümmetiz/ milletiz. Yazı bilmeyiz hesap bilmeyiz” kavli şerifinin hesap yolunu mahkum ettiğini ve ümmet için onun itibardan düşürülmüş olduğunu ifade ettiğini dahi söyleyebilmiştir. Yani ona göre Hz. Peygamber bu nitelemeyi yaparken “ümmetimiz ümmidir ve ümmi de kalmalıdır, bu artı özelliği hiçbir zaman değiştirilmemelidir” demiş olmaktadır.
O haliyle bunu söylerken birilerinin çıkıp da “O halde sizin bu mantığınıza göre hesap öğrenmeyi ve ona itibar etmeyi mahkum eden aynı hadis okur yazarlığın da bu ümmet için itibardan düşürülmüş olmasını gerektirmez mi” diye bir soru sorabileceğini akla getirememiştir. Saplantılı olma körlüğü işte böyle bir şeydir.
Oysa ki gene bir selefi olan ve ömrünü Hadis tetkiklerine adamış olan allame Ahmed Şakir daha 1357/ 1939 yılında,  o dönemde rüyetin alternatifsiz yegâne araç olmasından hareketle sevgili peygamberimizin öyle buyurduğunu nitekim “Biz ümmi bir ümmetiz/ milletiz. Yazı bilmeyiz hesap bilmeyiz” sözünün de bu buyruğunun gerekçesi olduğunu, gerekçenin değişmesi halinde araç hükmün de değişmesi gerektiğini ve dolayısıyla astronomi ve hesap ilminin bu kadar geliştiği günümüzde ay başlarının sübutunun takvim yoluyla belirlenmesi gerektiğini söyleyebilmiştir.
İkisi de sözde selefi: Ama biri  şekil olarak tam bir saplantı içinde. Öbürü ise o örnek nesillerin yolunu yol edinme, yöntemleri ile hareket etme ve kendi gerçekliğimizin araçlarının kendimizce geliştirilmesi gerektiğine inanmakta.
Ne diyelim! Bizim makâsıd üzerinde çok kafa yormamız gerekiyor gibi. Ufku kaybederek geleceğe doğru yol alamayız.
Dua ile!
30.03.2016

GARİBCE
(Not: Bu konuda ayrıntı için el-Karadavi'nin Dirase fi fıkhı'l-makasıdı'ş-şerî'a, Daruş-şuruk, III. baskı 2008, s. 179-189 sayfalarına bk.)

29 Mart 2016 Salı

İstedin de vermedi mi Delil! Esirger mi senden hiç Celil!



Bir kitap ki yaş kuru her şeyi içeriyor. Bir kitap ki kendisine baş vuran herkesi onaylıyor. Bir kitap ki herkese istediği delili veriyor. Keza o kitabın açılımı olan sünnet de öyle. O zaman burada bir yanlışlık yok mu?
İslam tarihinde ortaya çıkmış mezheplerin haddi hesabı yok. Hala da her gün bir yenisi ortaya çıkıyor. Bunlardan hiçbirinin “Ben tuttuğum yolu destekleyen bir delil bulmaktan aciz kaldım!” dediği duyulmamıştır. Herkes delilini illa ki bulmuştur. “Aklıma çok güzel bir fikir geldi, ama henüz Kur’an’dan delilini bulamadım!” diyen de umudunu kesmiş bir vaziyette bunu söylemiyor, erinde geçinde amacına ulaşacağından emin bulunuyor.
Hal böyle olunca nasıl bir ortak zemin bulacak ve delillerimizin gerçekliği nasıl ortaya konulacaktır. Her birimizin delilim dediği şeye öbürümüz nasıl ikna olacaktır?
Bunun için Şâtıbî merhumun önerdiği yol şudur: Önce cüzi nasların tümünün istikrası yoluyla tümeller/ külliler/ usul elde edilmeli. İkinci aşamada ise bu külliler ışığında ancak cüzîler değerlendirilmeli ve füru işte bu şekilde inşa edilmeli.
Eğer bu yapılabilirse İslam adına bir ortak paydamız/ müşterek zeminiz oluşur. Bu ortak payda/ müşterek zemin üzerine küllilerin belirlediği doğrultuda cüzileri devreye sokar ve İslam binamızı inşa ederiz. Başka bir ifade ile külliler, bize cüzileri nasıl, nerede ve ne şekilde kullanacağımızın imkanını verir. Onlara aykırı düşen cüziler de bir şekilde ayıklanmış olur. Herkes, “delilimi buldum!” diye mezhep ve meşrebine uygun cüzilerin arkasına düşmez, ya da onları istediği şekilde manipüle edemez. Bütün insanlığın hidayeti için inmiş olan Kelamullah ve insanlık ufkunda üsve-i hasene olan Sünnet, her isteyene her istediğini vermez; bir şey söyler, Hak söyler.
Aşağıda külliler ışığında değerlendirilmemesi halinde hemen hemen hiçbir nassın kati bir bilgi edinmemize imkân vermeyeceğini ifade eden iki metin vardır. Bu konuyu usulde bir şah eser olan el-Muvafakat sahibi Şâtıbî birinci cildin üçüncü mukaddimesinde gayet rasin bir dil ve üslupla ortaya koyar. Ne var ki bu hususa hemen hemen aynı ifadelerle değinen er-Râzî gibi bir öncüsünün olduğu da anlaşılıyor. Keşke Şâtıbî, öncüsü Râzî’nin adını da anmış olsaydı da ilimde bereket daha da bir ziyade olaydı. Her iki merhuma da rahmet diliyoruz.
Dua ile!
29.03.2016
GARİBCE
المحصول للرازي (3/ 212)
أن دلالة الأدلة اللفظية تتوقف على كون النحو واللغة والتصريف منقولا بالتواتر على عدم الاشتراك والمجاز والتخصيص والنسخ والإضمار والنقل والتقديم والتأخير وعدم المعارض العقلي والنقلي وكل هذه المقدمات ظني وما يتوقف على الظني أولى أن يكون ظنيا فثبت أن الدلائل اللفظية لا تفيد إلا الاعتقاد الراجح
الموافقات (1/ 27)
المقدمة الثالثة : الْأَدِلَّةُ الْعَقْلِيَّةُ إِذَا اسْتُعْمِلَتْ فِي هَذَا الْعِلْمِ؛ فَإِنَّمَا تُسْتَعْمَلُ مُرَكَّبَةً  عَلَى الْأَدِلَّةِ السَّمْعِيَّةِ، أَوْ مُعِينة فِي طَرِيقِهَا، أَوْ مُحَقِّقَةً لِمَنَاطِهَا، أَوْ مَا أَشْبَهَ ذَلِكَ، لَا مُسْتَقِلَّةً بِالدَّلَالَةِ؛ لِأَنَّ النَّظَرَ فِيهَا نَظَرٌ فِي أَمْرٍ شَرْعِيٍّ، وَالْعَقْلُ لَيْسَ بِشَارِعٍ, وَهَذَا مبيَّن فِي عِلْمِ الْكَلَامِ، فَإِذَا كَانَ كَذَلِكَ؛ فَالْمُعْتَمَدُ بِالْقَصْدِ الْأَوَّلِ الْأَدِلَّةُ الشَّرْعِيَّةُ، وَوُجُودُ الْقَطْعِ  فِيهَا -عَلَى الِاسْتِعْمَالِ الْمَشْهُورِ- معدوم، أو في غاية الندور "أَعْنِي: فِي آحَادِ الْأَدِلَّةِ"؛ فَإِنَّهَا إِنْ كَانَتْ مِنْ أَخْبَارِ الْآحَادِ؛ فَعَدَمُ إِفَادَتِهَا الْقَطْعَ ظَاهِرٌ، وَإِنْ كَانَتْ مُتَوَاتِرَةً؛ فَإِفَادَتُهَا الْقَطْعَ مَوْقُوفَةٌ عَلَى مُقَدِّمَاتٍ جميعُها أَوْ غَالِبُهَا ظَنِّيٌّ، وَالْمَوْقُوفُ عَلَى الظَّنِّيِّ لَا بُدَّ أَنْ يَكُونَ ظَنِّيًّا؛ فَإِنَّهَا تَتَوَقَّفُ عَلَى نَقْلِ اللُّغَاتِ وَآرَاءِ النَّحْوِ، وَعَدَمِ الِاشْتِرَاكِ، وَعَدَمِ الْمَجَازِ، وَالنَّقْلِ الشَّرْعِيِّ أَوِ الْعَادِيِّ، وَالْإِضْمَارِ، وَالتَّخْصِيصِ لِلْعُمُومِ، وَالتَّقْيِيدِ لِلْمُطْلَقِ، وَعَدَمِ النَّاسِخِ، وَالتَّقْدِيمِ وَالتَّأْخِيرِ والمُعارض الْعَقْلِيِّ1، وَإِفَادَةُ الْقَطْعِ مَعَ اعْتِبَارِ هَذِهِ الْأُمُورِ مُتَعَذِّرٌ وَقَدِ اعْتَصَمَ مَنْ قَالَ بِوُجُودِهَا بِأَنَّهَا ظَنِّيَّةٌ فِي أَنْفُسِهَا، لَكِنْ إِذَا اقْتَرَنَتْ بِهَا قَرَائِنُ مُشَاهَدَةٌ أَوْ مَنْقُولَةٌ؛ فَقَدْ تُفِيدُ الْيَقِينُ، وَهَذَا كُلُّهُ نادرٌ أَوْ مُتَعَذِّرٌ.

وَإِنَّمَا الْأَدِلَّةُ الْمُعْتَبَرَةُ هُنَا الْمُسْتَقْرَأَةُ مِنْ جُمْلَةِ أَدِلَّةٍ ظَنِّيَّةٍ تَضَافَرَتْ عَلَى مَعْنًى وَاحِدٍ حَتَّى أَفَادَتْ فِيهِ الْقَطْعَ؛ فَإِنَّ لِلِاجْتِمَاعِ مِنَ الْقُوَّةِ مَا لَيْسَ لِلِافْتِرَاقِ، وَلِأَجْلِهِ أَفَادَ التَّوَاتُرُ الْقَطْعَ، وَهَذَا نَوْعٌ مِنْهُ، فَإِذَا حَصَلَ مِنِ اسْتِقْرَاءِ أَدِلَّةِ الْمَسْأَلَةِ مجموعٌ يُفِيدُ الْعِلْمَ؛ فَهُوَ الدَّلِيلُ الْمَطْلُوبُ، وَهُوَ شَبِيهٌ بِالتَّوَاتُرِ الْمَعْنَوِيِّ، بَلْ هو كالعلم

19 Mart 2016 Cumartesi

Bir ömür dava diye koşturdum ardında



Bir ömür dava diye koşturdum ardında
Kof imiş meğer olamadım ben farkında

Dini sandım yatıp kalkmak ve de aç kalmak
Iskalamışım geride kalmış hep ahlak

Namazım alıkoymadı beni münkerden
Nerde takva, uzak tutmadı beni şerden

Ozan ne güzel anlatmış benim halimi
Bilemedim ağlamalı mı gülmeli mi

Bir ömür söyledim vurup sazın teline
Kurban olam diye yârim zülfün teline

Saç imiş meğer zülüf dedikleri ey can
Tel de kıl imiş yolunda olduğum kurban

Rabbim ille lazım dedi libasu’t-takva
Ben se sandım bu iş ancak olur kavukla

Kulak vermedim Yunus’a çağlar öncesi
Oysa kulaklarda çınlar hâlâ bilge sesi

Der ki “Dervişlik olsaydı tâc ile hırka 
Biz dahi alırdık onu otuza kırka

Garibce der suvarmaz testi boş olunca
Âb-ı hayat ile için doldurmayınca

Din ne içindir ol yüce Resul’e dön bir bak
Buyurur: İlle de ahlak ille de ahlak

Dua ile!
19.03.2016

GARİBCE 

12 Mart 2016 Cumartesi

Bekir Topaloğlu... O bir hocaydı!



Bekir Topaloğlu... 
Yıllar boyu hep adını duyarak ve kitaplarını okuyarak geçti İmam Hatip ve Fakülte hayatımız. Haseki münasebetiyle İstanbul’a geldik ve Yüksek Lisansa başlama imkanı bulduk. Fahrettin Atar hocamın odasında ilk kez gördüm kendisini. Doğrusu yıllar boyu  zihnimde canlandırılmış olan hayaline pek benzemiyordu. Hayal kırıklığına uğradım desem yanlış olmaz. Buna rağmen herkes ona saygılı davranıyordu ve ben bu taşralı halimle onun görüntüsünden büyük bir adam olduğunu anlamıştım. Sonra çok yakın olmasa da yıllar süren aynı fakültede birlikteliğimiz oldu. Kendisinden Gazzali'nin el-İktisad’ını da okuduk. Üç çocuk babası bir vaiz olarak  doktora yapmakta olduğum yıllar bana sekiz ay süre ile burs da bağladı. O sıkışık olduğumuz günlerde elimizden tuttu. O, olumsuz sayılabilecek ilk intibaımdan sonra -Allah bilir ya ben Bekir Topaloğlu deyince şöyle yağız babayiğit birini bekliyordum- her geçen gün Hocayı gerçek bir ilim adamı ve din âlimi olarak gördüm. Her gördüğümde içimden gelerek elinden öpmekten manevi bir haz aldım.
“İlim adamı asosyal olmak lazım!” derdi. Belki benim de öyle olmam ona böylesi bir yakınlık duymamda etkin olmuştu.
Bereketli ve dopdolu bir ömür... Kayıp halkanın yeniden oluşturulması ve kökle irtibatın yeniden sağlanması için hem yolu açan ve hem de açtıkları yolda bunca imkansızlıklarla yol alan ve arkalarından gelen nesillere örnek olan, onlara hamilik eden.... bir hoca. Ciddi ve saygın bir ilim ve dava adamı. Ne büyük bir saadet. Verdiği örnek eserler, yetiştirdiği ve müzahir olduğu talebeler onun ahiret azığı olacaktır. Birilerinin ifadesiyle "Sanki Cenab-ı Zülcelal'in bütün kötü duygulardan arındırdığı pratik aklı ve pratik zekası (olumsuz anlamda kullanılmış) olmayan saf ve tertemiz cennet ehli bir insan..."
Garibce olarak vaktiyle Fakültemizde talebelerimize verdiği konferansı üşenmedim satır satır bant çözümünü yapıp dört yazı olarak yayınlamıştım. Şimdi onları vefatı münasebetiyle yeniden yayınlıyorum. Her ilahiyat talebesinin ve ilim adamının ve de müslümanın okuması gerekli yazılar diye düşünüyorum.
Bugün (Cuma) hocanın dün defnetmiş olduğumuz mezarının yanından geçtim.
Bir varmış bir yokmuş gibi.
Önemli olan şu gök kubbede hoş bir seda bırakmakmış.
Hocamız bunu başardı. Bizlere çok güzel örnek oldu.
Allah bizlere de hayırlı hizmetler, hayırlı ve güzel ölümler nasip etsin.
Cümle geçmişlerimize rahmet olsun.
Dua ile!
11.03.2016
GARİBCE


Hocalarımız Suriye gezimiz esnasında bir kitapçıda.


11 Mart 2016 Cuma

Ben Müslümanım bu adı bana Allah verdi


Ben Müslümanım bu adı bana  Allah verdi
Umurumda değil gayrı, kim bana ne derdi

Rabbim Allah’tır derim yalnız O’na taparım
Kulluğum ben yalnız ve yalnız O’na yaparım

Muhammed Resuldür üsve-yi hasen olur benim
Onun örnekliğinde yürür hayat düzenim

Allah’a ittiba ona ittibayla olur
Yolunu yol bilen ancak felah bulur

İttiba onu öykünmek değildir ey gafil
Kör taklit asla değildir Müslüman işi bil

Onun ahlakı  Kur'an’dı der Ayşe annemiz
Neden ahlaksızlık bizde, bulanmaz midemiz

Kitap hidayettir, nurdur aydın eder yolu
Zulmette nasıl ayırır insan sağı solu

Kitabı Allah kelamı bil hayata inen
Ahlaklı kılan, istediği şeylerdir bizden

Sen emirlerini yapma, yasakların tutma
Sonra da de ki ey Allah’ım bizi unutma

Yok takvasız hayatta öyle bir felah peşin
Dilde zikri daim, Hakca olsun cümle işin

İncinmesin kimse ey Garibce elden dilden
Tevbeyle O’na dönmeye bak canı gönülden
Sevgiyle O’na dönmeye bak canı gönülden

Dua ile!
11.03.2016

GARİBCE 

5 Mart 2016 Cumartesi

Yaş yaşadım diş dişedim



Yaş yaşadım küçüktüm hem diş dişedim
Geçti yıllar ben altmışıma eriştim

Kâh oldu dere tepe demedim aştım
Kâh oldu düz yazıda yolumu şaştım

Yedim içtim çok şükür karnım tok oldu
Giyindim türlü esvap sırtım pek oldu

Oturdum bir bir parmak saydım yaşıma
Ne parmak yetti ne aklerdi işime

Önüme bakıyorum nerede anam
Ben bu öksüzlüğe ah nasıl dayanam

Ya babam dağ gibiydi şimdi o nerde
Yadı dermandı başım düşünce derde

Nerede dedim o ak saçlı büyükler
Ne? Sen aldın ya yerlerini dediler

Bakmaz mısın şu gelenlere ardından
Kız kızan, hem olmuş düzine torundan

Bak onlara bir büyük kim gözlerinde
Bir anlamı yok mu sana sözlerinde

Kimi baba der durur dede kimisi
Yadellerin olmuşsun Hacı emmisi

Oh dedim, demek geçmemiş ömür boşa
Bunca asar ile gelmişiz bu yaşa

Sonra geldi hatırıma birkaç kitap
Nice kez düşmüş idim yolunda bitap

Sevindim eşek ölür kalır semeri
İnsan ardındaysa kalırmış eseri

Sonra dank etti de birden attı şafak
Dedim ki öğündüğün şu şeylere bak

Sana neydi bilsen evlad u ıyaldan
Onlar lütuftu Mevlayı müteal’dan

Ya yığdığın şu mallar bir ömür hele
Var mıdır  imkan senle birlikte gele

İlim milim dedin oldu makam mevki
Yedin burda hazırı tükettin belki

Deme ya dedim elim düştü yanıma
Öyle bir ah ettim ki yetti canıma

Dedim haklısın elbet ziyandayım ben
Yetişin dostlar ahu figandayım ben

Sonra bir esinti sanki Rahman’dan
Dedi o hiç vaz geçer mi kulundan

Söyle dedi sever misin sevdiklerin
Gerisin boş ver unut hep bildiklerin

Dedim can feda olsun, yolum yolları
Takipçisi onların bu aciz kulları

Dedi o zaman bu tasaya ne hacet
Yol gidenleri buluşturur nihayet

Duymadın mı nasıl buyurur peygamber
Kişi olur sevdiği ile beraber

Güvenme ağaran başa ey Garibce
Bir gönle girmekmiş hepsinden iyice

Dua ile!
05.03.2016

GARİBCE 

2 Mart 2016 Çarşamba

Gayrı köhne bir sazım ben


Feyste binlerle dostum var
Kimi dürter halim sorar
Kimi  sevgi saygı yollar
Lakin özde yalnızım ben

Herkes düşer ayrı bir derde
Yalnızlık sarar koca evde
Olamam belli pamuk dede
Çekilmez gayrı bir nazım ben

Torun gelir tablet ister
Yıkık gönül sohbet ister
Yaran birlik işret ister
Gayrı köhne bir sazım ben

Daha dün oynardık kör ebe
Garibce oldu çoktan dede
Sarkaç savruldu vurdu dibe
Son güze dönmüş yazım ben

Dua ile!
02.03.2016

GARİBCE 


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...