30 Mayıs 2017 Salı

TAKVA: Cemal Tutkusu Celal Korkusu


Dinimizde temel kavramlardan biri “takva”dır. Dinî yaşantımızda yol alabilmemiz, inancımızı ve müslümanlığımızı sağlam bir zemine oturtabilmemiz, dinî kaynaklardan yararlanabilmemiz bizzat Kur’an’ın ifadesiyle mütteki yani takva sahibi olmamıza bağlıdır. Bu itibarla bu yazımızda kısaca takva kavramı üzerinde durmak istiyoruz.
Bu kelime “vikâye” kökündendir, sakınmak, korunmak anlamındadır. Tırnağı incelmiş hayvanın yürürken ayağını taştan sakınması anlamında kullanılmaktadır[1]. Daha sonra bu kelime Kur’an terminolojisi içinde, kök ile irtibatı sürdürülmekle birlikte yeni anlam kazanmış ve saf, temiz dindarlık[2], dini bütünlük, her an huzurda olma düşüncesinin kazandırdığı ilahî sorumluluk bilinci[3] anlamına gelir olmuştur.
Hz. Ömer, Übeyy’e “Takva nedir?” diye sorar. Übeyy: “Sen hiç dikenli yolda yürüdün mü?” der. O da: “Evet!” cevabını verir. “Peki, ne yapardın?” diye sorar. “Eteğimi çemrer ve dikkat ede ede yürürdüm” cevabını alınca, “İşte takvâ budur” der[4] ve bu benzetme ile takva terimini açıklamak ister.
Kur’an’da takva üç anlamda kullanılmıştır[5]: Birincisi ebedî azaptan korunmak için şirkten kaçınma[6], ikincisi büyük günahları işlemekten ve küçük günahlarda ısrarlı olmaktan sakınma[7] ve üçüncüsü de “İttekûllâhe Hakk’a tükâtihî”[8] âyetinde olduğu gibi kalbi meşgul edici her şeyden uzak durarak, kalbi tamamen Allah’a teslim etme, orada O’ndan başkasına yer vermeme.
Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere takvânın iki boyutu vardır:
Birincisi, Allah’ın emirlerini mümkün mertebe yaparak onun rızasını kaybetmekten sakınmak, ikincisi de O’nun yasaklarından mutlak anlamda kaçınarak O’nun gazabına uğramaktan sakınmak[9].
Buna göre takvâ bir yönüyle cemal tutkusu, öbür yönüyle de celâl korkusudur. Bu itibarla, takvânın her ne kadar bazı âyetlerde “haşyetullah” yani Allah (c.c) korkusu anlamında tefsir edildiği[10] olmuşsa da, onu sırf korku boyutu ile ele almak ve sevgi boyutunu göz ardı etmek eksik bir tanımlama olur.
Nitekim bu iki boyut müttekîler için sonuç olarak belirtilen “felâh yani kurtuluş” kavramı için de aynısıyla geçerlidir; hem umulana nail, hem de korkulandan emin olma söz konusu olmadıkça gerçek anlamda “felâh” olmaz. Takvanın cemal boyutunda, her türlü güzellik işlenerek umulanlara erme; celâl boyutunda ise her türlü kötülüklerden uzak durularak korkulanlardan emin olma tecelli etmelidir. İşte o zaman gerçek anlamda kurtuluş ve saadet olacaktır.
Bu, iki kanatlı kuşun uçabilmesine benzer; tek kanatlı kuş uçamaz. Dolayısıyla sadece korku boyutu ile ya da sadece sevgi boyutu ile ilahî sorumluluk bilincine erişilemez, dengeli biçimde ikisi bir arada olmalıdır. Nefsin her türlü çirkefliklerden arındırılması sağlanırken, ruhun her türlü güzelliklerle bezenmesine çalışılmalıdır.
“Tırnağımıza taş değmesin” anlamında ilahî azabdan korunma olarak aldığımızda takvâ, nihaî amaç olmayıp, kurtuluş ve saadetimize vesile olur[11]. Bu vesileyi elde edebilme hem ahiret hem de dünya için bir dizi önlem almayı gerektirir.
Ahiret için ele aldığımızda takva, tevhid üzerine kurulu bir inanca sahip olma, imanı koruyucu ve derinleştirici ibadetler ve salih amellerde bulunma ve her türlü güzel ahlâkla bezenmeye çalışma gibi fiil şeklinde; şirkten, küfürden, her türlü ahlâksızlıklardan uzak durma gibi terk biçiminde bir hayat çizgisini sürdürmeyi gerektirir.
Takvânın yani kulluk bilincinin bir de davranışlarımızın dünyevî sonuçlarına dönük bir yönü vardır. Bu önemli kavramın bir veçhesini de ilahî dünya azabından sakınma çabası oluşturmaktadır.
Böyle bir sonuçtan kurtulma, her şeyden önce doğal ve sosyal nizamda geçerli olan ilahî yasaları (sünnetullah) tespit etmeyi, kurulu dengelerin bozulmaması için gerekli önlemleri almayı zorunlu kılar. Bu ise bütünüyle ihtisas ilimlerinin en üst düzeyde tahsil edilmesini, çevre, sağlık, güvenlik gibi her alanda yeterli bilinç ve donanıma ulaşmayı gerekli kılar. İşte o zaman insanlar topyekûn ilahî dünyevî azaptan korunmuş ve sonuçta da kurtulmuş olurlar[12]. Aksi takdirde ozon tabakasının delinmesi, dünyanın giderek ısınması, buzulların eriyip suların yükselmesi, ağaçlardan yoksun kalmış münbit toprakları yel süpürüp sel alması, dünyanın her gün biraz daha çölleşmesi gibi çevre, bulaşıcı, tedavisi imkânsız hastalıklar gibi sağlık, uyuşturucu bağımlılığı, terör, bir yanda açlık ve yetersiz beslenme, öbür tarafta aşırı tıkınma ve şişmanlık gibi insanlık adına utanç verici manzaralar, sosyal yaralar, renk, ırk, dil, coğrafya vb. gibi ayırımlar, masum insanları yok eden dünya savaşları, milletleri sömürüp yok eden emperyalizm… ve daha nice belâlar dünyevî anlamda takvâsızlığımızın sonucu olmaktadır.
Şu halde takvâ, dünya ve âhiret saadetinin, gerçek kurtuluşun (felâh) zorunlu şartı olmakta ve en üst bilinç düzeyi olarak biz müminlerden istenmektedir.
Hepimizin takva üzere olması temennilerimle…
Dua ile!
30.05.2017
GARİBCE






[1]              Keşşâf, I, 20.
[2]              Ateş, I, 99.
[3]              Esed, I, 4.
[4]              Kurtubî, I, 161.
[5]              Elmalılı, I, 169; Ateş, I, 99.
[6]              bk. Fetih 48/26.
إِذْ جَعَلَ الَّذِينَ كَفَرُوا فِي قُلُوبِهِمُ الْحَمِيَّةَ حَمِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةِ فَأَنْزَلَ اللَّهُ سَكِينَتَهُ عَلَى رَسُولِهِ وَعَلَى الْمُؤْمِنِينَ وَأَلْزَمَهُمْ كَلِمَةَ التَّقْوَى وَكَانُوا أَحَقَّ بِهَا وَأَهْلَهَا وَكَانَ اللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمًا [الفتح/26]
[7]              bk. A‘râf 7/96.
وَلَوْ أَنَّ أَهْلَ الْقُرَى آَمَنُوا وَاتَّقَوْا لَفَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَرَكَاتٍ مِنَ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ وَلَكِنْ كَذَّبُوا فَأَخَذْنَاهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ [الأعراف/96]
[8]              Âl-İ İmrân 3/102.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلَا تَمُوتُنَّ إِلَّا وَأَنْتُمْ مُسْلِمُونَ [آل عمران/102]
[9]              bk. Taberî, I, 232; İbn Kesîr, I, 61; Elmalılı, I, 169.
[10]             bk. Râzî, II, 20.
[11]             Elmalılı, I, 170.
[12]             Menâr, I, 125.

29 Mayıs 2017 Pazartesi

KUR’AN’IN MÜTTEKÎLER İÇİN HİDAYET OLUŞU


Yüce kitabımız Kur’an, Allah (c.c) katından olması hasebiyle birçok özelliğe sahiptir. Ancak onun temel niteliği bizzat kendisi tarafından “Hüdâ” olarak belirtilmektedir. Masdar olan bu kelime amaçlanan yere ulaştırıcı şekilde yol gösterme, doğru yola iletme, irşad etme, rehberlik yapma gibi anlamlara gelmektedir.
Evet, Kur’an hidayettir, doğru yolu gösterir, ancak bunun özellikle “müttekîler” için olduğu vurgulanmaktadır.
Hüdâ’nın “Nûr” anlamında olduğu da bilinmektedir. Kur’an’ın nûr yani ışık olması, aydınlatıcı olmasındandır. Bunun müttekîler için olduğunun belirtilmesi onun kullanımı itibariyle olacaktır. Onu, önünü aydınlatmak için kullanan yararlanabilecek, arkasına atan, yahut normalden fazla yakın olan yararlanamayacaktır. Onun rehber, delil olması anlamı daha da yerindedir. Çünkü delil, ancak işlevsel kılmakla delillik yapar, aksi halde hiç kimseyi durup dururken amaca ulaştırmaz. Kullanılmayan harita, pusula yol göstermez. Bu takdirde müttekîlerin zikredilmiş olması daha da anlamlı olur.
Büyük İslâm bilginlerinden Kurtubî, hidayeti iki kısma ayırır[1]: Birincisi, açıklama, yol gösterme hidayeti. Bu konuda Kur’an inanan inanmayan herkes için aynı konumdadır. Nitekim “Ve likülli kavmin hâdî = Her toplumun bir yol göstericisi vardır”[2]; “Ve inneke letehdî… = Şüphesiz sen dosdoğru yolu göstermektesin”[3] gibi âyetlerde hidayet kelimesi bu anlamda kullanılmıştır.
Hidayetin ikinci kısmı ise amaca ulaştırma, başarıya erdirme hidayetidir. “İnneke lâ tehdî men ahbebte… = Sen sevdiğini doğru yola eriştiremezsin, ama Allah, dilediğini doğru yola eriştirir”[4] âyetinde de bu ikinci anlamda kullanılmıştır.
Kur’an’ın açıklama, yol gösterme anlamında müttekîler için hidayet oluşu, mü’min olan ve zaten doğru yolda bulunanların “ihdinâ’s-sırâta’l-müstekîm= Bizi doğru yola ilet” duasında olduğu gibi, ya da bizdeki “ölü öldüğü zaman” gibi ifadelerde görüldüğü şekilde kullanılmış ve Kur’an’ın tüm insanlar için hidayet olduğu ve onun bu hidayetini kabul edenlerin müttekî olacakları ifade edilmiş olur.
Kur’an’ın ışık (nûr), rahmet, hidayet olduğu konusunda hiçbir kuşku yoktur. Ancak onun bu özelliği tek başına yeterli değildir. İnsanın da buna yetenekli olması ve bu yeteneğini Kur’an’ın ışığında, onun aydınlattığı yolda kullanması ve gösterilen hedefe ulaştırıcı bir biçimde yol alması gerekmektedir. Nitekim bu gerçeği âyetlerde apaçık bir şekilde görmekteyiz:
“Kur’an’dan inananlara rahmet ve şifa olan şeyler indiriyoruz. O, zalimlerin ise sadece kaybını artırır”[5].
“Bir sure inince, aralarında “Bu, hanginizin imanını artırdı?” diyen ikiyüzlüler vardır. İnananların ise imanını artırmıştır; onlar birbirlerine bunu müjdelemek isterler. Kalblerinde hastalık olanların ise pisliklerine pislik katmıştır; onlar kâfir olarak ölmüşlerdir”[6].
Bu durumu Hz. Peygamber de şöyle açıklar: “Allah’ın benimle gönderdiği hidayet ve ilim bol yağmura benzer; düşen toprağın bir kısmı münbittir, suyu kabul eder ve her türlü bitkiyi, yeşil otları bitirir. Bir kısmı ise çoraktır, bir şey bitirmez ama suyu tutar dibine geçirmez, Allah insanları o toprağın tuttuğu sulardan yararlandırır; içerler, hayvanlarını ve ekinlerini sularlar. Bir kısmı daha vardır ki zemin yalçın ve kaypaktır ne su tutar ne de bir şey bitirir…”[7]
 Görüldüğü gibi Kur’an yağmur gibidir; kiminin ekinini büyütür, kiminin de dikenini. İnananlar için nur, şifa ve rahmet olmasına karşın, birçok âyette ifade buyrulduğu üzere inanmayanların, münafıkların kalplerine kilit, kulaklarında ağırlık, gözlerinde körlüktür[8]. Bu halde Kur’an’ın onlara fayda vermesi, ilahî hidayet olarak yollarını aydınlatıp Allah’ın hoşnutluğunu kazanacakları yere ulaştırılmaları mümkün değildir.
Öyle gözüküyor ki, sapıklığa düşmemizde de, doğru yola ermemizde de ilk hamle bizden bekleniyor. İnsan olarak bizim katkımız olmadan Yüce Allah bizim kaderimizi belirlemiyor. Rabbimizden, Kur’an’ı bizim için nur, şifa, rahmet ve hidayet kılması niyazlarımızla siz değerli okuyucularımıza sağlık ve esenlikler diliyorum.
Dua ile!
29.5.2017
GARİBCE




[1]              Kurtubî, I, 160; Elmalılı, I, 167. el-Isbahanî, hidayetin ayrıca iki şeklinden daha bahseder (bk. Müfredât, 538).
[2]              Ra‘d 13/7  وَلِكُلِّ قَوْمٍ هَادٍ   
[3]              Şûrâ 42/52.  وَإِنَّكَ لَتَهْدِي إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ
[4]              Kasas 28/56.  إِنَّكَ لَا تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ
[5]              İsrâ 17/82  وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآَنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ وَلَا يَزِيدُ الظَّالِمِينَ إِلَّا خَسَارًا]
[6]              Tevbe 9/124-125
وَإِذَا مَا أُنْزِلَتْ سُورَةٌ فَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ أَيُّكُمْ زَادَتْهُ هَذِهِ إِيمَانًا فَأَمَّا الَّذِينَ آَمَنُوا فَزَادَتْهُمْ إِيمَانًا وَهُمْ يَسْتَبْشِرُونَ (124)  َأَمَّا الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ فَزَادَتْهُمْ رِجْسًا إِلَى رِجْسِهِمْ وَمَاتُوا وَهُمْ كَافِرُونَ  [التوبة 125]
[7]              Buharî, İlim, 20.
عَنْ أَبِي مُوسَى عَنْ النَّبِيِّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ مَثَلُ مَا بَعَثَنِي اللَّهُ بِهِ مِنْ الْهُدَى وَالْعِلْمِ كَمَثَلِ الْغَيْثِ الْكَثِيرِ أَصَابَ أَرْضًا فَكَانَ مِنْهَا نَقِيَّةٌ قَبِلَتْ الْمَاءَ فَأَنْبَتَتْ الْكَلَأَ وَالْعُشْبَ الْكَثِيرَ وَكَانَتْ مِنْهَا أَجَادِبُ أَمْسَكَتْ الْمَاءَ فَنَفَعَ اللَّهُ بِهَا النَّاسَ فَشَرِبُوا وَسَقَوْا وَزَرَعُوا وَأَصَابَتْ مِنْهَا طَائِفَةً أُخْرَى إِنَّمَا هِيَ قِيعَانٌ لَا تُمْسِكُ مَاءً وَلَا تُنْبِتُ كَلَأً فَذَلِكَ مَثَلُ مَنْ فَقُهَ فِي دِينِ اللَّهِ وَنَفَعَهُ مَا بَعَثَنِي اللَّهُ بِهِ فَعَلِمَ وَعَلَّمَ وَمَثَلُ مَنْ لَمْ يَرْفَعْ بِذَلِكَ رَأْسًا وَلَمْ يَقْبَلْ هُدَى اللَّهِ الَّذِي أُرْسِلْتُ بِهِ.
[8]              En‘âm 6/25; İsrâ 17/46; Kehf 18/57; Lokman 31/7; Fussilet 41/5, 44.
وَمِنْهُمْ مَنْ يَسْتَمِعُ إِلَيْكَ وَجَعَلْنَا عَلَى قُلُوبِهِمْ أَكِنَّةً أَنْ يَفْقَهُوهُ وَفِي آَذَانِهِمْ وَقْرًا وَإِنْ يَرَوْا كُلَّ آَيَةٍ لَا يُؤْمِنُوا بِهَا حَتَّى إِذَا جَاءُوكَ يُجَادِلُونَكَ يَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُوا إِنْ هَذَا إِلَّا أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ [الأنعام/25]
وَجَعَلْنَا عَلَى قُلُوبِهِمْ أَكِنَّةً أَنْ يَفْقَهُوهُ وَفِي آَذَانِهِمْ وَقْرًا وَإِذَا ذَكَرْتَ رَبَّكَ فِي الْقُرْآَنِ وَحْدَهُ وَلَّوْا عَلَى أَدْبَارِهِمْ نُفُورًا [الإسراء/46]
وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنْ ذُكِّرَ بِآَيَاتِ رَبِّهِ فَأَعْرَضَ عَنْهَا وَنَسِيَ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُ إِنَّا جَعَلْنَا عَلَى قُلُوبِهِمْ أَكِنَّةً أَنْ يَفْقَهُوهُ وَفِي آَذَانِهِمْ وَقْرًا وَإِنْ تَدْعُهُمْ إِلَى الْهُدَى فَلَنْ يَهْتَدُوا إِذًا أَبَدًا  [الكهف/57]
وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِ آَيَاتُنَا وَلَّى مُسْتَكْبِرًا كَأَنْ لَمْ يَسْمَعْهَا كَأَنَّ فِي أُذُنَيْهِ وَقْرًا فَبَشِّرْهُ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ [لقمان/7]
وَقَالُوا قُلُوبُنَا فِي أَكِنَّةٍ مِمَّا تَدْعُونَا إِلَيْهِ وَفِي آَذَانِنَا وَقْرٌ وَمِنْ بَيْنِنَا وَبَيْنِكَ حِجَابٌ فَاعْمَلْ إِنَّنَا عَامِلُونَ [فصلت/5]
وَلَوْ جَعَلْنَاهُ قُرْآَنًا أَعْجَمِيًّا لَقَالُوا لَوْلَا فُصِّلَتْ آَيَاتُهُ أَأَعْجَمِيٌّ وَعَرَبِيٌّ قُلْ هُوَ لِلَّذِينَ آَمَنُوا هُدًى وَشِفَاءٌ وَالَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ فِي آَذَانِهِمْ وَقْرٌ وَهُوَ عَلَيْهِمْ عَمًى أُولَئِكَ يُنَادَوْنَ مِنْ مَكَانٍ بَعِيدٍ [فصلت/44]


28 Mayıs 2017 Pazar

KUR’AN HİDAYETTİR


هُدًى لِلْمُتَّقِينَ
 “O müttekîler için bir hidayettir”
Bu âyet Kur’an’ın yalnızca hidayet olduğunu ifade etmektedir. Hidayet, Hakk’a götürmek, doğru yola iletmek, kılavuzluk etmek demektir. Ayrıca Kur’an’ın “nur” yani yolumuzu aydınlatan ışık olduğunu ifade eden âyetler de vardır[1].
Kur’an’ın yalnızca hidayet olduğu unutularak onda bulunan şeyleri, başka taraflara çekerek açıklamaya çalışanlar öteden beri var olagelmiştir. Bunlar, Kur’an’ın asıl hidayet özelliğini ortaya koyabilmek, amaca daha kısa yoldan ulaşabilmek için gerçekleştirmiş olduğu atıfları, sanki Kur’an onları anlatmak için gelmiş gibi algılayıp uzun uzun o şeylerin anlatımına girişmişler ve sonucunda Kur’an’ın ulaşmak istediği asıl amaç tamamen ya da kısmen unutularak yapılan tefsirler tarih kitabı, hukuk kitabı, fizik kitabı, astronomi kitabı, jeoloji kitabı… gibi birer mahiyet almıştır. Bütün bunlar, sanki bu âyeti “Kur’an’da bir nebzecik hidayet de vardır” şeklinde anlayıp da, doğruluğunu ispat etmek için ortaya konulmuş çabalar gibidir. Oysaki Kur’an, kendisinin sırf hidayet olduğunu söylemektedir; onun ilk ve son amacı insanlara ne tarih öğretmek, ne uzay çalışmalarına ışık tutmak ve hatta ne de salt hukuk kuralları ortaya koymaktır. Aksine onun gayesi insanları Hakk’a götürmektir; O’nların Hakk’tan gelip Hakk’a döneceklerini zihinlerine yerleştirmek, âhirete giden dünyalarında onları ebedî saadete hazırlamak, bunun için gerekli olan erdemleri onlara kazandırmaya çalışmak, onlara yaratılış amaçlarını öğretmek, hayatlarının hedefini göstermek, o hedefe ulaşabilecekleri Doğru Yolu belirlemek, yol boyunca maruz kalabilecekleri tehlikeleri göstermek, yol güvenliği için gerekli olacak yol haritası ve hedef şaşmasını önleyici pusula temin etmek, yol boyunca uyarı levhaları dikmektir.
Kur’an, bu amacı gerçekleştirmek için inanç esaslarını yerleştirmekle işe başlar. İnanç her şeyden önce gelir. Çok güçlü ve saf bir Allah inancı her şeyin başıdır. Sonra bunu diğer inanç esasları tamamlar. Ahiret inancı da aynı şekilde ağırlıklı olarak ele alınır. Kişinin, öldükten sonra dirileceği ve bu dünyada iken yapıp ettiklerinden sorguya çekileceği, ceza ve mükâfat göreceği inancı, Kur’an’ın amaçladığı insan-ı kâmil için mutlaka öncelikle verilmesi gereken hususlardandır.
Kur’an, ikinci aşamada bütün davranışlarımızın bu inanç esası üzerine oturtulmasını bizden istemektedir. Üçüncü aşama ise, öncekilerin hem amacı ve hem de sonucu olan ahlâklılıktır. Güzel ahlâklı olmak, her türlü kötülüklerden arınmış, her türlü erdemle bezenmiş birer insan olmak dinin, nihaî amacı olmaktadır. Zaten sevgili peygamberimiz de “Ben sadece ahlâkî güzellikleri tamamlamak için gönderildim”[2] buyurmuştur.
Kur’an’ın, asıl amacı kısaca açıklamasını yaptığımız hidayet olmakla birlikte yaş kuru her şeyi, her ilmi, gizli aşikâr her hususu içermekteymiş gibi asıl amacından uzaklaştırarak kullanılmaya çalışıldığı görülmüştür. Bu tarihte olduğu gibi günümüzde de giderek yaygın bir çaba olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kur’an, eşyanın hakikatini, evrenin yapısını, onu kontrol altına almanın tekniğini bize öğretmek için gelmemiştir. Bu, Allah’ın bizden aklımız ile yapmamızı istediği alan olmaktadır ve bilimin konusudur. Özümüzü akıl ile donatmasının hikmeti budur. Bizim Kur’an’dan yararlanmamız, aklımız ve tecrübemiz ile elde ettiğimiz bilgilerin, ürettiğimiz teknolojinin nasıl ve ne amaçla kullanılacağını çıkarmak, hayatımızı nasıl anlamlandıracağımızın esaslarını, evrene bakış şeklimizi belirlemeye çalışmak, Allah (c.c) ve diğer insanlarla olan ilişkilerimizi nasıl yürüteceğimizi tespit etmek şeklinde olacaktır.
Eğer bunu yaparsak, işte o zaman taşları yerine koymuş, ileri geri aşırılıklara düşmeden, doğru yolda yalpalamadan amacımıza doğru yürümüş oluruz. Kur’an da, bu şekilde hakkını vermiş olacağımızdan o takdirde bizden şikâyetçi olmayacaktır.
Kur’an, insanlığın elinde bir meşale gibidir. Ne yazık ki kimileri ona hiç iltifat etmemekte ve karanlıkta kalmakta, kimileri ise gözüne fazla yakın tuttuğu için ışığı gözünü almakta ve etrafını göremez hale gelmektedir. Yaş kuru her şeyi Kur’an’da arayıp da Allah’ın vermiş olduğu aklı yeterince devreye sokmayanların, evren kitabını okumaya hiç niyetli olmayanların durumu, maalesef ışıktan gözleri kamaşan insanların hali gibidir. Bunlar, etrafta olup biteni takip edememekte, dünyanın genel gidişatına yabancı kalmaktadırlar. Şu halde aşırılıklardan uzak bir İslâm anlayışı, Kur’an’ı layık olduğu yere koymamızla ancak mümkün olacaktır.
Rabbimizden bu konuda bizi başarılı kılmasını niyaz ediyorum.
Dua ile!
28.05.2017
GARİBCE





[1]              bk. Bakara 2/185; Mâide 5/15; A‘râf 7/157; Nahl 16/89…
شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِي أُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْآَنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدَى وَالْفُرْقَانِ (185) [البقرة]
قَدْ جَاءَكُمْ مِنَ اللَّهِ نُورٌ وَكِتَابٌ مُبِينٌ (15 [المائدة]
وَاتَّبَعُوا النُّورَ الَّذِي أُنْزِلَ مَعَهُ أُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ (157) [الأعراف]
وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَانًا لِكُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً وَبُشْرَى لِلْمُسْلِمِينَ (89) [النحل]
[2] السنن الكبرى للبيهقي وفي ذيله الجوهر النقي - (ج 10 / ص 191)
عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ رَضِىَ اللَّهُ عَنْهُ قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ -صلى الله عليه وسلم- :« إِنَّمَا بُعِثْتُ لأُتَمِّمَ مَكَارِمَ الأَخْلاَقِ ».

27 Mayıs 2017 Cumartesi

Saye sarıl hikmete ram ol!


Bu ne kaygı keder geçim derdi diye
Açık kapı var, kapı aramak niye

“Saye sarıl hikmete ram ol!” bak hele
Bilsen akıl sana en büyük hediye

Hele bir çalıştır sen girip de yola
Yüzsuyu dökmek de niye sağa sola

Cevher mi istedin özündedir evlat
Hele sen çıkar onları işlet parlat

O demde kalır mı bak sende fakirlik
Kaderin mi sandın bu horluk hakirlik

Karnın tok sırtın pek başınsa dik olur
Ümmet seninle bak nasıl izzet bulur

Garibce’yim talib-i hikmetim bilin
Uzatamaz ayağın uzatan elin!

Dua ile!
27.05.2017

GARİBCE 


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...