26 Haziran 2017 Pazartesi

Yaptığın iyiliğin ürküttüğün kurbağaya değmesi



Bir arkadaşım bir arkadaşına bir selam gönderdi. Yanımda bir de arkadaşım var dedi. Duyduk ki pantolon üretirmişsin. Bize birer pantolon (şalvar kesim) gönder dedi. Arkadaş da arkadaşın hatırına arkadaşın arkadaşına da hem de ikişer tane pantolon gönderdi.
Arkadaşın arkadaşı olarak pantolonlardan birini kış boyu giydim. Memnun kaldım. Bir sene sonra havaların iyice birden ısındığı dün ve bugünde daraldım ve ince kumaşlı o şalvar kesim pantolon aklıma düştü. Epey bir arama sonrasında buldum ve giydim. Hoştu. Tiril tiril görüntüsü vardı. Hem de yeni idi ve bugün de bayramdı. Bayramlığım olmuştu.
Gelen giden oldu. Torunlar evi doldurdu. Biz de evin büyüğü olarak kurulduk, başköşeyi şenlendirdik. Elimizi öptüler, harçlıklarını verdik. Küçük de olsa çocuklardan parayı bilmeyeni yok.  Neyse biz bu arada oda değiştirdik ve küçük odadaki kanepe üzerine oturduk.
Sonra hanım bakıyor ben nereyi terk etsem arkamda iz bırakıyorum. Çok geçmedi izin sebebi anlaşıldı. Bayramlık niyetine giydiğim ve pek bir sevdiğim pantolon bu işi yapıyordu. Olmaz dedim. Ben haydi koltuğa oturdum, ama kanepenin kolu üzerine de çıkmadım ya…
Meğer öyle bir boyası varmış ki vücudumun değdiği yere tenime yapışmış, elimi değdiğim, yüzümü sildiğim her ne varsa boyamış.
Allah Allah! Bu nasıl bir şey! Tertemiz havluya yüzümü siliyorum, havlu maviye çalıyor.
Temizlik konusunda hem titiz hem de mahir olan hatun bunca bayram temizliğini berbat eden bu boya izlerini tükenmişlik psikolojisi ile çıkarmaya koyuldu. Koltuk örtüsünü makineye attı. Beyazı daha beyaz eden makine aciz kaldı. Koltuk kolunu onca uzmanlığına rağmen bir türlü eski haline çeviremedi.
Benim de şimdi bu yazı biter bitmez adam akıllı yunmam gerekli oldu.
Allah işini itkan üzere yapan ihsan sahibi kullarını sever.
Arkadaşımın arkadaşı, arkadaşının arkadaşına cömertlik etti, iyilik yaptı. Gel gör ki bu iyilik yüzünden arkadaşının arkadaşının başına gelmedik kalmadı.
Hanımın morali bozuldu. Onun bozulan morali ile evin de kimyası bozuldu.
İş üstüne bir sürü iş çıktı. Haydi, emekten vaz geçtik ama koltuğun bej olması gereken tabii rengi kokmaya yüz tutmuş etin çivit mavisine çalan rengi gibi oldu.
İmdi o kumaştan zarar gören bir ben miydim? Ya bir de ondan yüzlerce hatta binlerce üretilmiş ve piyasaya sunulmuşsa…. O takdirde kim bilir ne hatıraların yaşanmasına sebep olmuştur acı tatlı. Verilen bunca zarar ise cabası.
Garibce nazarımda günümüzün en önemli salih ameli dünya ölçekli markalardır. Dost düşman, yerli yabancı herkesin güvenini kazanmış olan markalar çağımızın en önemli hayır işlerinin başında gelir.
Bir marka ise ha deyince oluşmuyor.
Emek istiyor. İtkan ve ihsan istiyor, yapılan her bir işi sonuçları itibariyle değerlendirmeyi gerekli kılıyor.
Yoksa göz boyamakla olmuyor.

Dua ile!
25.06.2017

GARİBCE



21 Haziran 2017 Çarşamba

Adaletin neye ihtiyacı var?!


Bugün sabaha bir vatandaşın avazı ile uyandım. Sosyal medyada adalet arayan bir vatandaş, bağırıyor, yalvarıyor, rica ediyor adalet istiyorum, beni yargılayın diye vaveyla koparıyor.
Uzunca da bir video idi izledim.
Devletin ayıbı, adaletin ayıbı, Müslümanlığın ayıbı… diye başlıyor.
Dert söyletir fehvasınca da konuştukça konuşuyor.
Üzüldüm.
Yorum olarak da altına “Adalet mülkün temeli. Mahkeme kadıya mülk değil” diye yazdım.
İmdi adaleti bayrak edinen bir iktidarımız var. Oy verdiğimiz, yıllarca destek verdiğimiz, birçoğu da arkadaşımız siyasi bir parti yıllardır iktidarda.
Adaleti en çok da bizim istememiz ve dağıtmamız gerek.
Yer gök adalet üzere durur, deriz. Adalet mülkün temeli, deriz. Mahkeme kadıya mülk değil, deriz. Zulümle abat olunmaz, deriz.
İslam ile Hak özdeştir, deriz.
Adalet, her hakkı sahibine vermektir, deriz.
Allah adaleti emreder, bir kavme olan kininiz sizi adaletten ayırmasın buyurur deriz… Deriz de deriz.
Sonra muhteşem adalet sarayları yaptırırız.
Muhtaç olduğumuz şey budur sanırız.
Fakat çarkı bir şekilde tam da istenildiği gibi bir türlü döndüremeyiz. Herkese ne eksik ne fazla sadece
hakkını ve hak ettiğini veren bir adalet çarkıdır bize lazım olan.
Hz. Peygamber (s.a.s.) efendimizin adalet dağıtmak için bir postu bile yoktu. Ama kızı Fatıma da olsa hırsızlık yaptığında elini kesecek kadar bir azmi, adaletin yerine ulaşmasında öylesine bir kararlılığı vardı. Şefaatçileri en sevdiği insan Üsame de olsa bir celallenmesi vardı.
Hz. Ömer’in keza öyle. Adı adaletle özdeşleşmiş o koca Ömer’in  elinde bir kılıç bile yoktu. Sade bir kamçısı vardı. Onu şöyle bir salladı mı herkes hizaya gelir, haksız oğluna arka çıkan Arap dâhisi Mısır valisi soluğu merkezde alırdı.
Bize lazım olan nedir?
Adalet için bize lazım olan şu dört şeydir[1]:
1.       Kitap: Yani ufkunda aşkın değerler olan hukuk. Her şey hukuka uygun olmalı.
2.       Terazi: Herkesin hakkını ölçmede kullanacağımız hassas bir terazimiz olmalı.
3.       Kıst: Herkesin hakkını/ katkısını belirleyen istihkak listesi olmalı. Biz bu listeye bakarak hukukta belirlendiği şekilde kime ne kadar verileceğini adalet terazisi ile gerçekleştirmeliyiz.
4.       Kılıç. Adaletin tevzii sırasında yola gelmeyenleri, mahkemeye gelmeye direnen nüfuz sahiplerini, mahkemenin verdiği kararlara uymayan güç sahiplerini dize getirecek siyasi irade.
İhtilaf konuları ve nizaların hall ü faslı ancak bu şekilde olur ve sonunda vicdanlar sükun bulur, şeriatın kestiği parmak da acımaz.
Hall çözmek fasl da ayırmak demektir. Zalimlere, haksızlara karşı adaletin kılıcı öyle bir inecek ki meseleyi çözecek ve anlaşmazlığı bitirecektir. Bu kararlılık ve işlevsellik tarafları evvelemirde tarafların husumetini ortadan kaldırırken diğer taraftan da işlenen haksızlıklar sebebiyle kanayan toplum vicdanını dindirecek, öte yandan suç ve haksızlığa heveslenen zorbaları da gemleyecektir.
Bizim ihtiyacımız işte bunadır.
Bu şartları bir araya getirdiğinizde muhteşem adalet sarayları olmadan da adaleti yerine getirebilirsiniz.
Ey insanlar ve özellikle de yöneticiler! Adil olun. Emanetlerin dağıtımında liyakati esas alın. Buna en çok sizin ihtiyacınız vardır. Aksi takdirde etrafınızı kuşatan ve sizi sarmala alan sözde korumalar, yardakçılar, menfaatçiler, ihaleciler, liyakatsiz ve kifayetsiz muhterisler sizi asıl gücünüzü aldığınız halktan koparırlar.  Siz Allah’ın yeryüzündeki gölgesi değilsiniz. Siz gücünüzü bu halkın verdiği yetkiden almaktasınız. Siz kifayetsiz muhterislerin kuşatması altında kalır ve adil olamazsanız zamanla halk da sizden kopar. Seksen milyonunun ürettiği rantı herkese katkısınca ve sosyal devlet olmanın gereği olarak da muhtaçlara ihtiyacınca dağıtmazsanız öyle bir an gelir ki seksen milyonu çağırırsınız ama bu kez kimse çağrınıza icabet etmez.
Etrafınızı kuşatan kifayetsiz muhterisler mi? Emin olun çıkarları sona erdiğinde gemiyi ilk terk edenler onlar olacaktır.
Biz sizin başarınız için dua ediyoruz. Başarmaya mecbur olduğunuzu bilmenizi diliyoruz.
Garibce benzer bir duygu ile gene bir ramazan gününde aşağıda linkte bulunan (Ikdu'l-Ferid'den naklen) hikayeyi yazmış.


Dua ile!
21.06.2017
GARİBCE



https://www.minervacounseling.nl/index.php/coaching/lifecoaching

[1] Hadîd Sûresi  25. ayetinden mülhem:
لَقَدْ اَرْسَلْنَا رُسُلَنَا بِالْبَيِّنَاتِ وَاَنْزَلْنَا مَعَهُمُ الْكِتَابَ وَالْم۪يزَانَ لِيَقُومَ النَّاسُ بِالْقِسْطِۚ وَاَنْزَلْنَا الْحَد۪يدَ ف۪يهِ بَأْسٌ  شَد۪يدٌ  وَمَنَافِعُ  لِلنَّاسِ وَلِيَعْلَمَ اللّٰهُ  مَنْ  يَنْصُرُهُ وَرُسُلَهُ بِالْغَيْبِۜ اِنَّ اللّٰهَ قَوِيٌّ عَز۪يزٌ۟ ﴿٢٥﴾ 
“Andolsun biz peygamberlerimizi açık kanıtlarla gönderdik, beraberlerinde kitap ve adalet terazisini de indirdik ki insanlar hakkaniyete uygun davransınlar. Bir de demiri indirdik ki onda büyük bir güç ve insanlar için yararlar vardır. Böylece Allah, görmeden iman ederek kendisine ve peygamberlerine yardım edecekleri ortaya çıkaracaktır. Şüphesiz Allah güçlüdür, üstündür.”

17 Haziran 2017 Cumartesi

Otizmli O Çocuğun Anne Babası Biz Olsaydık!


Nur topu gibi bir çocuğumuz olsaydı ve doğumuna dünyalar kadar sevinseydik. Sonra günler, aylar geçse ve bir şeylerin normal seyrinde gitmediğini görsek ve sonunda çocuğumuzun otistik olduğunu öğrenseydik. Otuz iki yıldır bir an bile olsun onu yalnız bırakamadan onunla ilgilenseydik. Gecesi gecemiz, gündüzü gündüzümüz olsaydı. Aklına her ne düştüyse yapmaya çalışsaydık. Gönlünü hoş tutmak için elimizden gelen her çabayı gösterseydik. O büyürken biz yaşlandığımız hissetseydik ve emri hak vaki olunca ona ne olacağını hep kaygı ile ansaydık…
İki üç satırla ortaya koyduğumuz bu hal birileri için otuz iki yıldır devam etmekte ve Allah ömür verdiği sürece de devam edecek halde.
Ne demeli?
O çocuğun anne ve babası ya biz olsaydık? Hiç düşündük mü?
Bu durumda olan kimi daha yani tanı konulmaya çalışan kimi ise onlarla yaşı yaşamış olan bir milyon üç yüz bin kadar otistik insanımız varmış. Dünyada her 68 çocuktan biri otistik doğuyormuş.
Bir baba anlatmış: Otistik oğlumla otobüsle İstanbul’a gitmem gerekti. Otobüse binerken yolculara çocuğumun otistik olduğunu söyledim ve yolda rahatsızlık verirse hoşgörülü olmalarını rica edip onlardan önceden özür diledim.
Bir süre yol aldıktan sonra çocuk huzursuzlandı ve etrafa rahatsızlık vermeye başladı. Çocuğu teskin edemedim. Yolculardan birkaç kişi “Çocuğunu da al otobüsten in! Biz bu halde sizinle yolculuk yapamayız. Bu duruma daha fazla katlanamayız!” dediler. Ben onlardan tekrar tekrar özür diledim, ama üstüme geldiler. Sonunda ben de “Benim bu otobüsle gitmem lazım. Benim özel arabam yok, özel taksi ile giderecek param yok… Dolayısıyla ben çocuğumla gideceğim. Gelin beni siz atın!” dedim. Neyse güç bela yolculuğu tamamladık. Diyor ve soruyor:
-Hocam şimdi onların bana hakkı geçmiş midir? Bu durumda ne yapabilirim?
İşte insanlık böyle anlarda belli oluyor.
Allah insanı yeryüzünde halife kılıyor. Her bir şeyden sorumlu tutuyor. İlk yaratılışta bir kusur yok. Ama insan yapıp ettikleri ile evrendeki dengeleri bozuyor; karada ve denizde bozgun ortaya çıkıyor ve bu hep sizin ettikleriniz yüzünden[1] diyor Allah.
İmdi küresel çevre problemleri, açlık, kıtlık… gibi kimsenin üzerine almadığı afetler bile demek ki insan olarak hep bizim geçmişte ve halde yapıp ettiklerimizle ilgili. Ama biz kader diyor ve faturayı Allah’a kesmeye çalışıyoruz.
Evet, bu bir kader ama topyekûn insanlığın kaderi, kendi elleriyle yaptıklarımızın bedeli. İmdi engelli olarak doğan bir çocuk da biz topyekûn insanlığımızın ortak kaderi. Ama onun faturasını bu sonucu sanki sadece anne baba hazırlamış gibi onlara kesiyor, kendimizi böyle bir sorumlulukla hiç mi hiç muhatap görmüyoruz.
Sınanıyoruz! Elbette doğrudur, ama hepimiz sınanıyoruz. Sadece o çocuğun anne babası sınanmıyor, onu bağrına basmayan diğerleri olarak bizler de sınanıyoruz. Bir insanın tahammül sınırlarını aşan bu yükü hep onların sırtlarına terkediyoruz. İnsanlığın kaderi olan bu bozulmadan kendimizi hiç mi hiç sorumlu tutmuyoruz.
Berati zimmet asıldır, doğrudur. Sorumluluğun bireysel olması da bir ilkedir ve doğrudur. Ancak bunlar bireysel sorumluluklarımızla ilgilidir. Bir de tüm insanlığa ait ve insan olmanın gereği ortak sorumluluklarımız var. Bunlar ancak ortaklaşa üstlenebilecek türden, bireylerin tek başlarına asla güç yetiremeyecekleri kabilden sorumluluklardır. Genel sağlığın, genel güvenliği, genel huzurun sağlanması gibi. Bir toplumda herkes sağlıklı ise sağlıklı olunur, herkes güvenlik içinde ise genel güvenlikten bahsedilir.  Bir takım insanlar ağır yükler altında inliyorken siz kendi özelinizde huzur bulamazsınız.
Gelin birazcık olsun gözlerimizi kapatalım ve kendimizi o çocukların anne ve babaları yerine koyalım. 
Bir otistik çocuk babası olan ve otuz iki yıldır taşımakta olduğu bu ağır yüke sebep pek çok otistik aile için de bir sığınak olan Otizm ve Engelli Dernekleri Federasyonu (OTEF) Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Mustafa USTA  ve benzeri bu konuda öncülük eden kimselere yardımcı olalım, hiç olmazsa onların seslerini duyuralım. Bu yük onların omzunda gözükse de asıl itibariyle bütün insanlığın bir yükü olduğunu asla unutmayalım ve insanlığımıza vefa göstererek gereğini yapmaya çalışalım. Hatta hepimize ait olan bu yükü bize rağmen üstlendikleri için onlara teşekkür edelim.

Dua ile!
17.06.2017
GARİBCE





[1] Rûm 30/41: ظَهَرَ الْفَسَادُ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ اَيْدِي النَّاسِ
“İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu…”

12 Haziran 2017 Pazartesi

Arabın acemi meğer bizim TAT imiş!


Batılıların kendilerinden olmayanlara Barbar dediklerini bilirdim
Arapların kendilerine Arabî dediklerini, kendilerinden olmayanlara ise ayırdım yapmadan acem (tekili acemî) dediklerini de bilirdim. Bu bende sevimsiz  bir asabiyetin sonucu olduğunu düşündürürdü. Hele hayvanlara da (Cinâyetü’l-acmâi cübâr”[1] örneğinde olduğu gibi “acem” kökünden “acmâ” denildiğini öğrendiğimde “Bu Araplar da çok oluyor… Bu kadarı da fazla!” dediğim olmuştur.
Arabî demek, meramını ifade edebilen, içindekini dil ile söyleyebilen demektir. Hayvanlar dilsiz olduğu için onlara bu ismin kullanılması yerinde olurdu. Ama diğer insanlar hayvan gibi dilsiz değil ki, onların da dilleri var ve meramlarını ifade edebiliyorlar. Olsun, Arap anlamıyordu ya. Ha koyunun melemesi ha Acemin kem küm etmesi. İkisinin de ortak yönü dilsiz oluşlarıydı, algı öyle idi. Yahu bu kadarı da fazla, Şuûbiyye (Arap karşıtı milliyetçilik) hareketi boşu boşuna çıkmamıştı, demek yeterli saikleri vardı.
Derken bizim Türklerin de diğer milletlerin tümü için TAT dediklerini öğrensem iyi mi? Nitekim TDK’da şöyle karşılık veriliyor:
Tat: Dilsiz. Türklerin egemen olduğu yerlerde yaşayan Arap veya İranlılar.
Allah! Allah! Mantık aynı, tavır aynı.
Ya bendensindir. Ya Barbarsındır.
Ya Arabîsindir ya Acemî.
Ya da Türk’sündür ya da Tat!
Demek ki herkes kendisini merkeze koyuyor ve kendisi gibi konuşmayanları hemen ötekileştiriveriyor.
Daha öğreneceğimiz çok şey var galiba.
Dua ile!
12.06.2017
GARİBCE






[1] Hayvanların -sahibinin ihmali olmaksızın- kendiliklerinden verdikleri zarar hederdir.

Anladık Kur'ân Mucize! Eee! Ne oldu şimdi?


Sevgili arkadaşım İbrahim Tüfekçi Feys’te benim de izlediğim bir videodan esinlenerek şöyle bir yazı paylaşmış:
Kur'an Her Yönüyle Mucize
Kur'an'da matematiksel bir düzen vardır. Hz. İsa ile Âdem’in aynı oldukları, Allah tarafından yaratıldıkları zikredilir. Ayrıca her ikisinden 25 kez söz edilir (25 kez Âdem, 25 kez İsa). Her iki isim bir ayette ve bir surede birlikte, 23 ayette ayrı ayrı zikredilir.
Kur'an'da erkek kelimesi 24, kadın kelimesi de 24 kez geçer. Şeytan 68, melek 68, dünya 115, ahiret 115 kez zikredilir. Yalın haliyle gün 365 kez zikredilir. Bir yıl da 365 gündür.
Bu mucize değil mi?
Okuyunca gayri ihtiyari “İbrahim Hocam! Sen de mi?” diye iç geçirdim.
Ve bahtımıza aşağıdaki yazı çıktı:
----------oOo----------
Allah’ım şikâyetimi sana arz ediyorum.
Elimden bir şey gelmiyor.
Dilimse lal.
Çaresizim.
Ya aklımı başımdan al, ya bana bir çare sal!
Sen bize Kur'ân nam kelamını gönderdin. Bu size ışık olacak dedin, yolunuzu onunla bulun ve  yolda yol alın buyurdun.
Biz Kur'ân’ı nice mengenelerle nice işkencelere saldık. Derunundan ne anlamlar, ne mucizeler. ne şifreler çıkardık. Bozuk para gibi harcadık. Bunca mirasyediliğimize rağmen bir türlü bitiremedik.
Harflerin saydık.
Tersinden okuduk.
Musikiye uyarladık.
Nice bilimsel keşiflerin ardını onunla topladık.
Nerde bilimsel bir nazariye varsa asıl onun işaretini Kur'ân’ımızın on dört asır (artık on beş demek lazım) önce söylemiş olduğunu söyledik.
Kaderciliği de kader inkârcılığını da ondan çıkardık.
Aklımıza müthiş bir fikir geldi de henüz onda delilini bulamadıysak bu bizim kusurumuzdandı. Biraz gayretle bulamadığımız asla düşünülemezdi.
Derinine/ Derununa indikçe ne inciler, ne cevherler çıkacak… Şimdiye kadar çıkanlar da ne ki asıl bundan sonra ne deşifrelerimiz olacak.
Öyle deşifreler, öyle anlamlar ki ne onu bize tebliğ eden, açıklayan ve öğreten Rasulün ne de şimdiye dek güzellikle onun yolundan gidenlerin aklına gelmiştir. Onları biz bulacak ve Kur'ân’ımızın mucizeliğine biz kanıt kılacağız.
İyi! Anladık. Tamam. Kur'ân mucizedir.
Kur'ân mucizedir de bunun bizim için anlamı nedir?
Hiçbir tereddüdümüz olmadan Kur'ân’ımızın hem lafız hem de mana itibariyle mucize olduğunu kabul ediyoruz. Hem de asırlardan beri ediyoruz.
Ama her nedense onun mucize olması bizi bir türlü adam etmiyor.
Okuyoruz, okuyoruz, okuyoruz…
Ölülere okuyoruz, hastalara okuyoruz, dirilere okuyoruz.
Ezberliyoruz, yüzbinlere baliğ hafızlarımız var. (Türkiye genelinde şu an itibarıyla 126 bin 500 kadar belgeli hafızımız varmış).
Yetkilimiz kıyaslama yapıyor “Somali’nin 11 milyon nüfusu var 1,5 milyonu hafız” diyor. Bizim seksen milyonluk nüfusumuza göre hafız sayımızın çok az olduğunu söylüyor.
Somali çok iyi durumda olmalı! Biz de Somali’nin oranını tutturabilirsek demek ki biz de çok iyi olacağız. Somali gibi  tüm Müslümanların yükünü omuzlayabilecek, tüm insanlığa hayırlı hizmetler (amal-i saliha) sunacağız. Herkes bize bakacak, imrenecek ve Müslüman olmak için can atacak.
Ne güzel bir rüya!
Ne zaman uyanırız bilmiyorum.
İnsanımızı kurtaracak olan Kur'ân’ın hidayeti ile sahip olacağımız iman, işleyeceğimiz amel-i salih ve erişeceğimiz erdemlerimizdir.
Müslümanlık yarı bedevi bir topluluğa inmiş ve İslam’ı anlamayan olmamıştır. Gerek inançları ve gerekse  şerai  (ahkam) olarak istedikleri ile İslam ortalama bir insanın (ümmî) hiç tahsili olmasa, okuması yazması bile olmasa anlayabileceği ve yapabileceği bir düzeydedir.
-Bizim imandan zorumuz mu var?
-Yok, Allaha şükür, sapasağlam imanımız var.
Bizim zorumuz salih amel iledir. Bizim salih amelimiz yok.
Bir de erdemlerimiz.
-“Eee Kur'ân okuyoruz ya!” diyeceksin.
İyi de içindekileri, bize dediklerini, bizden istediklerini ne edeceksin.
“İnsan için emeğinin karşılığından başkası yok” diyen Kur'ân değil mi?
Peki, sen hangi emeği ortaya koydun ve ne ürettin?
Ürettiğin şey, başta kendin olmak üzere seni ayağa kaldırdı mı? Aileni, milletini, devletini payidar etti mi?
Bugün için en büyük amel-i salih dünya ölçeğinde markalardır. Bütün insanlığa güven veren, emeği ve doğayı sömürmeyen, imkânları israf etmeyen kaç markamız var? Somali’nin kaç markası var. Türkiye’mizin kaç markası var?[1]
En büyük zenginliğimiz insan gücümüzdür diyoruz. Peki, bizim insanımız Kur'ân’ımızın “elinizden geldiğince güç hazırlayın” emri fehvasınca hangi donanımla güçlü olmaktadır. Kur'ân okumakla mı, Kur'ân’ın dediğini yapmakla mı? Hz. Peygamber (s.a.s.) güçlü olmanın gereği olarak insanlardan yüzücülük, ata binicilik ve ok atıcılık talimi yapmalarını istemiş, bizzat Kur'ân’da “at besleme”den söz etmişti. İmdi hepimizin birer atı olsa ve çok iyi okçular olsak bunlar bizi güçlü yapar mı? Bunlar bugünün amel-i salihi olmaya elverişli olabilir mi?
Kur'ân baştan sona istikametten, takvadan bahsediyor. Adaleti ve hatta ihsanı emrediyor. İnsanlar Kur'ân’ı ezberlemekle, güzel namelerle okumakla daha müstakim, daha adil ve daha bir muhsin oluyorlar mı?
Çocukluğumda çok iyi hatırlıyorum. Babamın dayısı Koca Veli vardı. Dedemiz ölmüş beş kız ve en küçükleri Ali (babam oluyor) dayıları olarak Koca Veli’nin himayesinde büyümüşler, onlar hep dayıları olduğu için  Veli Dayı Veli Dayı dediklerinden köylüler de Koca Veliye Veli Dayı der olmuşlar. İşte onun bir odası vardı. Kış günleri köyün adamları toplanırlar orada hem sohbet ederler hem de bir şeylerle meşgul olurlardı: Kimi şimşir ağacından kaşık yapardı (Herkes kaşık yapar da sapını doğru çıkaramazmış), kimi gene şimşirden ekin biçmede kullanılan ellik yapardı, kimi bardak oyar, kimi yayık yapar, kimi ayağına çarık diker, kimi kirmen eğirir, kimi de (rahmetli babam gibi) çorap örerdi. Yani herkes bir şeylerle meşgul olurdu, illa ki bir şeyler üretirlerdi.
Amel-i salih mi dedin? İşte amel-i salih bu!
Geniş kitlere ulaşması ve pek çok insanı meslek sahibi yapması bakımından İSMEK gibi kuruluşların yaptığıdır amel-i salih.
Ne ki biz amel-i salih deyince illa ki Kur'ân okumayı, namaz kılmayı, oruç tutmayı... anlıyoruz.
Vaktiyle Hasan Ali Yücel’in hem öğretimi hem de üretimi amaçlayan Köy Enstitüleri varmış. İdeal gibi gözüküyor. Keşke ideolojilere kurban edilmeseydi. Yanlışları düzeltilseydi, İslam örfüne ve ahlakına göre sürdürülebilseydi.
İdeoloji, ideoloji, ideoloji… Al birini vur ötekine. Hepsi de deli gömleği…
Bize lazım olan ilim, irfan.
Ve hikmetlice tutulan bir yol. Hakka giden bir yol.
Dosdoğru bir yol.
Özde, sözde, yapılan işte dosdoğru olan bir yol.
İşte o yolu tutanlara, o yolda yol alanlara selam olsun!
Dua ile!
12.06.2017
GARİBCE





[1] İlk 500 dünya markası içinde tek bir tane Türk markası yoktur. 

10 Haziran 2017 Cumartesi

Hikayelerimizin ahlakiliği: “Arkadaş mı, Dost mu?”


Baba ve oğul konuşuyorlarmış. Babası oğluna sormuş, “Senin kaç tane dostun var?”

Oğlan cevap vermiş: “Ohooo yüzlerce…”
Babası oğluna açıklamış.
“Bak oğlum” demiş insanın bir sürü arkadaşı olabilir ama yüzlerce dostu olamaz. Dost dediğin diğer arkadaşlara benzemez. İnsanın hayatı boyunca ancak bir ya da iki tane dostu olabilir.
Oğlan saçma demiş. Benim bir sürü dostum var ve hepsi beni sever ve her zaman bana yardıma koşacaklarına eminim.
“Öyle mi?!” demiş babası? “O zaman gel seninle bir test yapalım.”
Adam birkaç tane tavuk kesmiş ve başka birkaç ıvır zıvırla birlikte bir çuvala doldurmuş. Çuvaldan kanlar akıyormuş. Şimdi git demiş bu çuvalı arkadaşlarına götür ve onlardan yardım iste. Çuvalı birlikte bir yerlere gömün.
Çocuk çıkmış yola, bir arkadaşının kapısını çalmış, arkadaşı elindeki kanlı çuvalı görünce çocuğun yüzüne kapıyı kapatmış, başka arkadaşları bir daha kendileriyle konuşmamalarını görüşmemelerini rica etmişler, çünkü hepsi çuvalın içinde bir ceset olduğunu sanmış.
Oğlan yüzü allak bullak babasına dönmüş olanları anlatmış. Babası demiş; “İşte senin arkadaşlarının dostluğu bu kadar. Şimdi al bu çuvalı benim dostuma götür.”
Oğlan tekrar sırtlamış çuvalı düşmüş yola. Babasının dostu kapıyı açıp, oğlanı ter içinde, elinde kanlı bir çuvalla görür görmez etrafa şöyle bir bakmış ve hemen almış içeriye. “Sen Ahmet’in oğlusun değil mi?” demiş? “Evet!” demiş çocuk. “Ver elindekini!” diyerek çuvalı almış. Arka bahçeye çıkarmış, arka bahçede bir çukur kazıp çuvalı gömmüş. Çocuğa su ikram etmiş. Bu arada yetmemiş, gömdüğü yer belli olmasın diye sarımsak ekmiş oraya.
Çocuk “Ben artık gideyim!” demiş. Adam da “Babana söyle sarımsak tarlasına gözüm gibi bakıyorum!” demiş.
Çocuk gitmiş babasına durumu anlatmış, “Gerçekten senin dostun varmış benim ise sadece sıradan arkadaşlarım!” demiş. “Yooo! Bitmedi!” demiş babası, “Şimdi tekrar git dostumun kapısını çal ve açar açmaz yüzüne okkalı bir tokat yapıştır.” Çocuk “Olur mu hiç öyle şey?” demiş. “Olur olur, ancak o zaman anlayacaksın dostluğun ne demek olduğunu” demiş babası.
Çocuk çaresiz utana sıkıla tekrar düşmüş yola. Kapıyı çalmış. Babasının dostu kapıya çıkar çıkmaz da “Babamın size iletmek istediği bir şey var!” demiş. Nedir o demeye kalmadan çocuk okkalı bir tokat yapıştırmış babasının dostunun suratına. Üzülmüş bir yandan da nasıl vurdum diye.
Babasının dostu demiş ki, “Benim de babana iletmek istediğim bir şey var… Söyle o babana “biz bir tokada satmayız koskoca sarımsak tarlasını!”
İşte böyle. Çocuk o zaman anlamış dostluğun değerini ve babasının yüzlerce arkadaşın olacağına bir dostun olsun yeter derken ne demek istediğini…
Sen gülerken yanındakiler de güler.
Ama ağlarken yalnız ağlarsın.
Onun için öyle bir ağaca yaslan ki, asla yıkılmasın. Öyle bir dost edin ki asla bırakmasın!
oo0oo
Hikaye güzel, çıkarılan sonuç da güzel: “Öyle bir ağaca yaslan ki asla yıkılmasın. Öyle bir dost edin ki asla bırakmasın.”
Benim hoşuma giden bu hikaye nedense Garibce’nin pek hoşuna gitmedi, hatta rahatsız bile oldu.
-“Neden?” dedim.
-“Çünkü” dedi “bu hikaye Cahiliye asabiyeti içeriyor.”
-“Ne demek yani?”
-“Unsur ehake zalimen ev mazlumen!” şeklinde cahiliye dönemine ait bir söz var: “Haklı da olsa haksız da olsa kardeşine yardım et!” diye. Bu sözü peygamberimiz de tevarüs etti ama içeriğini değiştirdi: “Kardeşin mazlum ise yardım et, ona müzahir ol; haksız olduğunda ise ona zulmüne mani olmak suretiyle yardım et!” şekline çevirdi.
İmdi bu hikaye bize diyor ki “Dostun her ne yaparsa yapsın, ona sahip çık, cinayet bile işlemiş olsa ona yataklık etmekten çekinme ve onu kendisinden kötülük bile görsen  asla satma!” Oysa İslam’ın aziz peygamberi diyordu ki “Dostun seni tasdik eden değil sana doğruyu söyleyendir, hakikati gösterendir!” “Dostumdur, ne yapsa yeridir. Bana düşen her halükarda onu kollamak, korumak ve savunmaktır” şeklinde bir anlayış bizim değerlerimize uymaz.
Biz insani ilişkilerimizde ölçüt olarak aşkın değerleri esas almalıydık.
Sevdiğimizi Allah için sevmeli, yerdiğimizi Allah için yermeliydik.
Dostluğumuzun ölçütü mücerred anlamda dostumuzu dostumuz olduğu için sevmek ve onu korumak, kollamak, onun her yaptığını aklamak değil, onun Allah katında felaha ermesi, mutlak gerçeklik yanında yer alması için müzahir olmamız idi.
Dostluğun esası sadakatti.
Sadakat ise evvel emirde aşkın değerlere sadakatten beslenirdi. Aşkın değerlere sadakati olmayanın sadakati/ dostluğu zaten olmazdı, olamazdı.
O yüzdendir ki sevgili peygamberimiz birini seveceğiniz zaman ölçülü sevin diyor, olur ya bir gün gelir onu sevmemeniz gerekebilir. İşte o demde aşkınız/ sadakatiniz gözlerinizi kör etmemeli. Gerçeklik her ne ise siz ona müzahir olmalısınız. Bunun bedeli dostluğunuzu kaybetmek bile olsa da.
Zor değil mi?
Her zaman  diyorum ya: Müslümanlık gerçekten zor zenaat!
Dua ile!
10.06.2017

GARİBCE 


8 Haziran 2017 Perşembe

BEDENÎ İBADETLERİMİZ: NAMAZ


Kurtuluşa eren müttekilerin imandan sonra hemen peşinde zikredilen ikinci özellikleri, bedenî ibadetler içerisinde simgesel özellik taşıyan ve aynı zamanda gayba imanın emaresi[1] durumunda olan namazdır.
Bu yazımızda de namaz üzerinde durmak istiyoruz.
“ve namazı ikâme ederler…” Türkçe’de namaz olarak ifade edilen “salât” kelimesi sözlükte asıl itibariyle “dua”[2] anlamındadır. Peygambere salât etmek “rahmet” demektir. Ayrıca bu kelime Kur’an’da “ibâdet”[3], “nâfile”[4], “kırâat”[5] “mabed=kilise”[6] gibi anlamlarda da kullanılmıştır[7]. Ancak burada söz konusu olan salât —başındaki harf-i tarif “ahd” için olması sebebiyle— bilinen salâttır[8] ve bununla Allah’a yaklaşma amacıyla belirli vakitlerde, belirli şartlarla, belirli şekillerde ifa edilen ibadetler kastedilmektedir. Böylece gayba iman ile inanç konusunun ortaya konulmasının hemen ardından “salât = namaz” ile de ibadet esası vazedilmiş olmaktadır. Bu söylem, büyük Türk İslâm âlimi Matürîdî’nin dediği gibi[9] amelin imandan ayrı olduğunun da bir delili olur.
Müttekîlerin bu ikinci özelliğinin kısaca “yusallûn = namaz kılarlar” şeklinde ifade edilmek yerine “ve namazı ikâme ederler…” şeklinde belirtilmesi namazı sadece kılmanın ötesinde başka anlamlar katmak içindir: Selef bunu tadil-i erkâna riayet ederek, vakitlerine, şartlarına özen göstererek… güzelce kılmak şeklinde açıklamışlardır[10]. Ayrıca sadece kendisinin kılmasıyla kalmayıp, eli altındakilere de kıldırmak gibi anlamlar da verilmiştir[11].
“İkâme” dikmek, doğrultmak demektir. Bu ifade “Namaz dinin direğidir…”[12] şeklindeki namazın İslâm binası içindeki önemini belirten hadisi hatırlatmaktadır. İman temeli üzerine kurulan İslâm binasının inşası ve ayakta tutulması, direği olan namazın kılınmasına bağlıdır. Merhum Elmalılı’nın ifadesiyle yapılan bu istiare-i mekniyede İslâm şahikasının mimarı Allah, başkalfası Peygamber, amelesi de ümmettir. Bu binanın temeli kalplerin derinliklerinde atılacak ve ağızlardan taşacak, direği kişisel namazlarla hazırlanacak, düzlenecek, cemaat ile de görünür hale getirilecek, sonra üzerine diğer unsurlar inşa edilecektir[13]. Ayrıca kurulan bu İslâm yapısı canlı bir bünye gibi olduğu için de sürekli yenilenmesi gerekecek, içerisinde de huzur devşirilecektir. Çünkü namaz müdavimlerini “her türlü çirkinliklerden, aklın ve dinin kötü gördüğü şeylerden alıkoyacaktır”[14]. Ancak o, “huşûa erilmedikçe gerçekten çok büyük/ağır bir şeydir”[15], ikamesi o kadar da kolay değildir. Namaz, özden mahrum sadece belirli şekillerden ibaret değildir. Mü’minin miracı olarak namaz, Allah Teâlâ’nın huzuruna yücelmektir, O’nu anmaktır, O’nunla olmaktır. “Allahu Ekber!” parolasıyla metafizik âleme girip, Allah’ın kullarına O’ndan selâm getirerek noktalamaktır. Bu itibarla namazsız bir İslâm, İslâmsız bir iman, her ikisi olmadan da din tasavvuru mümkün değildir. Bunlar bir kâğıdın önü arkası yahut elbisenin astarı yüzü ya da bir şeyin içi dışı (zahrı batnı[16]) gibi aralarında farklılık olsa da birbirinden ayrı gayrı şeyler değildir. Yakîne yani mutlak huzur ve güvene ermenin yolu, ibadetlerdir[17]. Özün oluşması bazen kat kat kabuğu gerekli kılmakta, ruh beden ile kâim olmaktadır. Bu itibarla namaz gibi bu kadar önemli bir ibadeti, kelime anlamına hamlederek onu mücerred dua gibi anlamak yahut onu sıradan bir amel gibi görmek ya da gereği gibi özen göstermemek, üzerimizdeki bir ağırlıktan kurtulmak olarak değerlendirmek ve bunun sonucu içini doldurmadan yatıp kalkmak, duymadan, hissetmeden belirli ifadeleri tekrarlamak tabiî ki o görkemli İslâm sarayının oluşmasını engelleyecektir.
Bu anlattığımız üzere namaz olduğu zaman da her şey bitmiyor, ama en önemli adım atılmış oluyor. Bu olmadan diğerlerinin olması mümkün değildir. Ancak bunun varlığı diğerlerini gereksiz kılmıyor. Bir bütün olarak İslâm binasını hayatımızın her anında, her yerde yapıp ettiklerimizle, ortaya koyacağımız davranışlarımızla tuğla tuğla inşa etmemiz gerekiyor.
Yüce Allah’tan bizi bilinç halinin en üst noktası olan takva haline ulaştırmasını ve namazımızı, niyazımızı, diğer ibadetlerimizi hep o bilinç düzeyinde yapabilmemizi nasip etmesini diliyor, dualarımızla herkesi kucaklıyoruz.
08.06.2017
GARİBCE




[1]              Menâr, I, 128.
[2]              Râgıb, 285; Taberî, I, 242; İbn Kesîr, I, 66.
[3]              bk. Enfâl 8/35.
[4]              Tâhâ 20/132.
[5]              İsrâ 17/110.
[6]              Hacc 22/40.
[7]              bk. Râgıb, 285; Râzî, II, 27; Kurtubî, I, 169.
[8]              Elmalılı, I, 190.
[9]              Tevîlât, I, 38; Medârik, I, 46.
[10]             bk. İbn Kesîr, 65; Kurtubî, I, 164.
[11]             Elmalılı, I, 186.
[12] جامع الأحاديث - (ج 14 / ص 69): الصلاة عماد الدين والجهاد سنام العمل والزكاة تثبت ذلك
[13]             Elmalılı, I, 187.
[14]             Ankebût 29/45. اتْلُ مَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِنَ الْكِتَابِ وَأَقِمِ الصَّلَاةَ إِنَّ الصَّلَاةَ تَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ وَلَذِكْرُ اللَّهِ أَكْبَرُ وَاللَّهُ يَعْلَمُ مَا تَصْنَعُونَ
[15]             Bakara 2/45. وَاسْتَعِينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلَاةِ وَإِنَّهَا لَكَبِيرَةٌ إِلَّا عَلَى الْخَاشِعِينَ
[16]             Elmalılı, I, 185.
[17]             Hıcr 15/99. وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ

4 Haziran 2017 Pazar

Salla başı al maaşı! Kıl beşi bitir işi!



Bektaşiye demişler (Bizim Gayseri ağzıyla):
“Namaz gılan mı?”
“Gılan tabii gılman mı!” demiş, namazı soranın üstüne atmış, kendi üstüne bile alınmamış.
Bir de zikr-i daim muhabbeti var ya… Oh ne ala! Hem de gaymaklısından.
Yaygın dindarlık anlayışımıza gelince bunu en iyi anlatan öz deyişimiz:
Salla başı al maaşı! sözüdür.
Sen niye varsın? Seni ne için istihdam ederler? Ne yapman lazım? Nasıl yapman lazım? Nasıl bir çözüm üretmen lazım…? Bunların hiç önemi yok: Otur gösterilen yere, ne derlerse he de, salla başını, ay dolsun al maaşını… Oh ne ala!
Dünya işi böyle olanın ahiret işi farklı olacak değil ya!
Namazı kıldın mı?
-Kıldım!
-Orucu tuttun mu?
-Tuttum!
-Hacca umreye gittin mi?
-Gittim, hem de kaç defa!
-Fitremi bile verdim.
Neden kıldın, neden tuttun? Niye gittin?
Nasıl kıldın, nasıl tuttun? Nasıl gittin?
Dünyaya çalışan aynı kafamız ahiret için farklılaşacak değil ya! Hem onlar bozar bizi.
Bizimkisi: Kıl beşi bitir işi!
Müslüman olmak insan olmaklıktan geçer. İnsan olmayanın İslamlıkla ne işi olur?
Müslümanlık dünya ve ahiret ayrımı yapmaz. Hatta ahiret için özel bir arayış içine girmez. Çünkü dünya için çalışmasının eşzamanlı olarak ahret inşası olduğunu bilir. İslam’ın şartlarını İslam ile özdeş görmez, şartların bulunması meşrutun bulunmasını zaruri kılmaz. Ama şartlar olmadan da meşrut bulunmaz. Bu itibarla Müslümanın dünyasında şartlar olarak ibadetler de vardır, ama onun dünyası bunlarla sınırlı değildir. O Müslümanlığının inançlarını, onlardan kaynaklan bütün davranış ve eylemlerini ve bunların semeresi mahiyetindeki erdemlerini kuşattığını bilir. O yüzden salih amel denilince insanlığa yararlı  katkısız hizmet amaçlı  yapılmış her türlü faaliyeti anlar. Kaçırdığı ya da sildirdiği vergilere mukabil bir kuş yuvası gibi bir mescit yapmakla işin içinden çıkabileceğini asla düşünmez. Diktiği bir ağacın meyvesinden, gölgesinden, manzarasından, reçinesinden… istifade edildiği müddetçe kendisine sevap yazılacağını bilir. Ama bir ağacı keserken baskın bir maslahata sebep değilse vicdanı asla elvermez. Bir canlıya kıymaz, kıyamaz. Bir nesneyi yeri nere ise orada kullanmayı hikmet bilir ve asla israf etmez.
Hak hukuk onun bütün dünyasının mihverini oluşturur. Hakk’ın huzuruna onun bunun hakkı ile gelmeyi asla istemez.
Allah zengindir, O’nun ihtiyacı mı vardır, diye düşünmez. O’nun benden istediklerine benim ihtiyacım vardır, nazarıyla bakar.
Nasıl olsa devlet zengindir, diye vergi kaçıranla, Allah zengindir diye Allah haklarından olan zekatı kaçırmanın doğası itibariyle hiçbir farkı yoktur. Zekatın Allah hakkı olması kamu hakkı olması anlamındadır. Vergi de öyle. Devlet malını çalma halinde hırsızlık cezasını uygulamayanlar ve buna da çünkü onun da devletin malında hakkı vardır şeklinde bir anlayışı dillendirenler bilerek bilmeyerek tüyü bitmemiş yetimin hakkı da olan devlet mallarını yağmalamaya, zimmete, irtikâba kapı aralamış olurlar. Arka planında böyle bir anlayışla beslenen “Benim memurum da işini bilmez mi?!” O da bilir elbet. Haliyle çalar, çırpar, tırtıklar… Bal tutmakta olan parmağını yalar…
Yahu yalasın yalasın hoş da bari ballı parmağını yalasın, kovanı yağmalamasın.
Salla başını al maaşını!
Kıl beşini bitir işini!
Bana aynı kafanın benzer iki sürümü gibi geliyor.
Müslümanlık tevhidi emreder, ne itikatta ne de davranış dünyamızda başka ortaklara alan ayırmamızı asla kabul etmez. Müslümanın özeli Allah’a, geneli genele ait değildir. Müslümanın özeldeki ilke, esas ve ölçütleri genelindeki ilke, esas ve ölçütlerden ayrı gayrı değildir. Allah âlemlerin Rabbidir. Din gününün maliki olduğu gibi orayı kazanacağımız bugünün de Rabbidir.
Doğru olun, verdiğiniz sözlere vefa gösterin… diyorsa bu başkalarıyla yaptığınız muamelelerde de aynısıyla geçerlidir. İnsanları aldatmayın diyorsa bu aynısıyla her alanı ve herkesi şamildir. “Ümmîlerin bizim üzerimizde ne hak ve hukuku olurmuş ki!” diyen müşrik zihniyeti ile hep kendi çıkarlarımıza olacak şekilde davranıp, yaptığımız işlerde, sözleşmelerde insanları kandırmayı, aldatmayı bir zeka eseri görüp her daim bunu yapıyor ve yapmaya devam ediyorsak bu münafıkların Allah’ı ve peygamberi aldattıklarını düşünmeleri gibi değil midir? O tavırdan farkı nedir?
Herkese hakkını verin! Hatta Sezar’ın hakkını bile verin. Fakat Sezar’ın hakkını Sezar’ın kendisi belirlemeye kalkışmasın. Hak hukukun evrensel, aşkın, fıtrat yasalarına uygun ölçütleri vardır. Kimin ne hakkı olduğunu işte bu ölçütler belirlesin.
Ne ahiretten ayrı bir dünya, ne dünyasız bir ahiret vardır.
Hak hukuk herkese karşı ve her alanda hürmetlidir, saygıyı ve riayeti gerektirir. Ne Allah ne de devlet bahane edilerek Hak hukuka kimse riayetsizlik edemez, böyle bir hakkı kendinde göremez.
Eski öğrencilerimizden Katılım Bankacılığı alanında uzmanlaşmış Abdullah Durmuş Hocamız geçen Feys’de bir yazı paylaşmıştı:
Hanefi mezhebinin en önde gelen müçtehid âlimlerinden ve İmam Ebu Hanife’nin öğrencisi İmam Muhammed’den meşhur şöyle bir anı nakledilir:
Hayatının son evrelerinde İmam Muhammed’e, şimdiye kadar hep fıkıh kitapları yazdığı belirtilerek, kendisinden, biraz da insanları zühd ve takvaya götürecek bir şeyler kaleme alması talep edilir.
İmam Muhammed (rh.a.) ise onlara, “Alış verişlerle ilgili fıkıh hükümlerini içeren kitabı yazdım ya yetmez mi?!” şeklindeki mânidâr cevabı verir.
İşte bu!
Alış verişiniz ve diğer tüm muameleleriniz insanlığa zaid olması gereken İslam ahkâmına uyuyorsa siz gerçek anlamda dindar, zahid ve takva sahibisiniz, isterse eliniz deste deste para saymakta olsun.
Yeter ki işinizdeyken gözünüz hep oynaşta olsun.
Dua ile!
04.06.2017

GARİBCE 


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...