31 Mart 2018 Cumartesi

Kur'ân bizi de iyi edecek mi?



Müslümanlar olarak edebiyatta pek bir kaviyiz maşallah!
Sosyal medyada öyle güzellikler paylaşılıyor ki, Garibce olarak hep ah vah etmişim, dizlerimi dövmüşümdür.
Bu güzellikleri görüp de Müslüman olmayan olur mu?
Sonra vakıamıza bakıyorum, hayretler ediyorum.
Müslümanlık bu kadar güzel bir şey ise neden bize bu güzellikler sirayet etmiyor, diye hayıflanıyorum.
Öyle ya herkesi kurtaran bu Müslümanlık neden Müslümanları kurtarmıyor.
Ölen Müslüman, öldüren Müslüman.
Söz veren Müslüman, sözünde durmayan Müslüman.
Yaptığı işin hakkını vermeyen, yaptığını itkan ve ihsan üzere yapmayan Müslüman.
Emanet dağlara taşlara, yere göğe ağır geldi, onu biz üstlendik diye hava atan da müslüman ama ona herkesten çok hıyanet eden de Müslüman.
Dinimiz bize emanetti, yüceltmedik. Bize bakarak dinden uzaklaşanların sayısı her gün artıyor. Kendi öz çocuklarımız bile bizim yaşantımızda şekillenen Müslümanlığı istemiyorlar ve de çok haklılar.
“İslam, “silm” kökündendir, barış, huzur ve sekinet demektir” diyen biz, ama her yerde şiddet uygulayan, huzursuzluk veren de biz.
“Besmelemiz Rahman ve Rahîm adıyla!” diyen biz, ama Rahman’ın gereği bütün varlığı kucaklaması gerekirken kendine benzemeyeni dışlayan, kendine benzeyeni ise bir güzel haşlayan da biz.
Vefakarlık, diğerkâmlık yok, gayrın derdi değil derdimiz, “Rabbenâ hep bana!” olmuş virdimiz.
Hasbilik yerini hesabilik almış, tavuk veriyorsak insanlık için değil, kaz beklediğimizdendir.
Kamu binalarını yaptırıyorsak, silinen vergi borçlarımızın cüzî bir karşılığı olması içindir.
Yol yaptırıyorsak, daha büyük ihalelere yol bulabilmek içindir.
Kamu hakkı Allah hakkı demektir. Bunu öğrendik ya işimiz daha da kolaylaştı. Madem Allah hakkıdır öyle ise Zengin olan Allah’ın ihtiyacı mı vardır, götür götürebildiğin kadar, dedik. “Devlet malı deniz, yemeyen domuz!” atasözümüzü sadece Hasan Celal Güzel gibi “enayi”ler idrak edemedi. Oysa Allah hakkı demek devletlular tarafından asla ıskatı mümkün olmayan haklar demekti. Kim, kimin hakkını düşürüyor ki?! Özel velayetlerde bir veli, çocuğunun malını karşılıksız olarak hayır cihetine bile olsa asla harcayamaz. Karşılığını tam olarak yerine koymadan asla elden çıkaramaz, kendisi sahiplenemez. Kamu velayetleri de aynıdır. Velayet, koruma ve kollama esası üzerine kuruludur. O yüzden kamu hakkında, kamunun yararına olmayan hiçbir tasarruf meşru olmaz.
“Tasarrufu’l-imâm ale’r-raiyyeti menûtun bi’l-maslaha.”
"Raiyye, yani teb'a üzerine tasarruf maslahata menuttur." (Mecelle: 59)
Aile ve çocuklarımızla yeterince ilgilenmiyoruz. Kendi özümüzden sonra en büyük emanetler, eşlerimiz ve çocuklarımızdır. Ondan sonra işlerimizdir.
İşlerimizin hakkını vermiyoruz.
İşin hakkını vermeyi de enayilikle eşdeğer görüyoruz.
İnsanları yapıp ettikleri ile değerlendirmiyoruz.
Kimin nesi, kimin fesi, kimin arkasını temizleyen süpürgesi… ona bakıyoruz.
Allah’a yakınlığı, “Allah’ın esmasında tecelli eden değerlerin kişide gerçekleşmesi ile olduğunu görmüyor, Allah’ın “sözde” yeryüzü acentalarına yakınlıkları ya da aidiyet ve bağlılıkları olarak görüyoruz.
İslamlığımızın ancak insanlığımız üzerine inşa edilebileceğini idrak edemiyoruz.
Kur'ân’ımızın her derde deva olduğunu, onda yaş kuru her şeyin olduğunu iddia ediyoruz.
Onun işaret ettiğine bakmak ve gereğini yapmak yerine bakışlarımızı kendisine odaklıyoruz.
Okuyoruz, okuyoruz, okuyoruz. Sonra gene okuyoruz, gene okuyoruz. Ama gösterilen ilacı kullanmadığımız için bir türlü iyi olmuyoruz.
Ya da biz iyi olduk da Garibce olarak felaket tellallığımı yapıyoruz.
Bilemiyoruz.
Dua ile!

31.03.2018
GARİBCE



25 Mart 2018 Pazar

Asr-ı saadetimiz ufukta bir ideal olmalı!



Asr-ı saadet geçmişte yaşanmış bir zaman dilimi mi yoksa oradan çıkarılmış ve insanlığın ufkuna konulmuş, onları geriye götürecek olan değil, aksine geleceğe taşıyacak olan bir ideal mi?
Garibce onu bir ideal olarak görüyor. Olguları aynı zamanda olması gereken görmüyor. Olandan olması gerekeni çıkarmanın ulemanın sorumluluğunda olduğuna inanıyor. Lakin günümüzün gerçeği o ki, sözde ulema bizi dibe çekiyor. Asr-ı saadeti geçmişte yaşamak gibi sunuyor. Sonuçta hayat alıp başını gidiyor. Dindarlık avucumuzda kor gibi canımızı yakıyor.
“el-İslâm ya’lû ve lâ yu’lâ aleyh” (İslam yücedir, artıdır, kazandırır, tersi olmaz) iken kaybettiren oluyor.
Buna sebep insanlar da birer birer değil topyekûn elimizden kaçıyor, altımızdan zemin kayıyor. Tutunduğumuz dallar birer birer elimize geliyor.
Kaçanlar kim? Ahmetler, Mehmetler, Ayşeler, Fatmalar. Yani bizim öz çocuklarımız.
Sözde davetçiler İslam adına çığırganlık yapıyor.
Çığırganlıkları insanları sadece ürkütmeye yarıyor.
Sevdirmiyor, nefret ettiriyor. Müjdelemiyor, korkutuyor. Ünsiyet kurmadığı insanlardan yakınlık bekliyor, onlara dilleriyle hitap etmiyor ve nabızlarını tutmuyor. Onları nelerin heyecanlandırıp nelerin bıkkınlığa sebep olabileceğini hesaba katmıyor. Zamanın ruhunu bilmiyor.
Diğer taraftan dindarlık adına bir sevap manyaklığı almış başını gidiyor.
Sülalesine yetecek kadar sevabı bir kandil, olmadı bir umre garanti ediyor.
Bir kandil demek şöyle faturaya yansımayacak türden 100 mesaj olsa, Allah en az bire on verir, eder bin sevap, onların da her biri yüz kişiye göndermiş olsa, onların sevabı eksilmeden onlarınki kadar size de yazılır, bire on hesabından eder bir milyon sevap. Allah bu, bire yedi yüz de verir. Etti milyarlarla sevap… Cennette ne kadar huri gılman varsa istediği kadar alsın artık…
Buna mukabil eline, beline, diline sahip olmak Müslümanlığı zor geliyor.
Diğerkâmlığı bilmiyor.
Kıldan ince kılıçtan keskince cehennem üzerine atılmış sırat köprüsünü eteğine yapıştığı şeyhinin şefaati ile şimşek gibi geçiyor.
Sırat-ı müstakîm’in bir ömür “Allah deyip dosdoğru olmak” olduğunu bilmiyor; özünde doğru, sözünde doğru, işinde doğru bir Müslümanlık bize uymuyor/ ya da bizi kesmiyor, daha doğrusu işimize gelmiyor.
Uçan, kaçan, aklı çamura saplanan ya da çöplüğe atan, ya da değeri azalmasın diye hep sıfır kilometrede emanette tutan bir İslamlık anlatılıyor.
Aşk, aşk deniyor, çilesi çekilesi, dirsek çürütülesi ilim ve ilim sahipleri aşağılanıyor.
Şeriat “kışr” edebiyatı ile tahkir ediliyor; ruhun bedene, özün kabuğa varlık yokluk bakımından muhtaç olduğu gerçeği göz ardı ediliyor.
Buna mukabil şeriata sarılanlar da usul ile furûu, makasıd ve vesaili, zarf ile mazrufu, şart ile meşrutu aynı kefeye koyuyorlar. Hakîm olan bir Allah tasavvuru yerine Kâdir-i mutlak Ceberut bir Tanrı imajı veriliyor; sorgularsan sorgulanırsın deniyor ve insanlar mutlak itaate zorlanıyor. Zamanla hikmetli olan nice uygulamanın değişime uğrayıp hikmetini kaybedebileceği gerçeği göz ardı ediliyor. Yeni atılan betona sebep kimse basmasın diye nöbet çıkarılan bir yere günler, aylar hatta yıllar sonra da hala nöbet çıkarılması gibi anlamsızlıklar karşısında sorgulayan aklı mahkûm etmek ve böylece mutlak itaati öğretmek yolu yeğleniyor. Bizi felaha ancak mutlak itaatin götüreceği telkin ediliyor.
Her nassın belli bir bağlamı olacağı gerçekliği kale, her olgunun kendine özgü bir hükmü olacağı, olgu değişince ona yeni bir hüküm bulunması gerektiği gerçeği dikkate alınmıyor.
Kamu velayetlerinin birer emanet olduğu, din dilinde “Allah hakkı” demenin “kamu hakkı” demek olduğuna çoğu Müslümanın aklı basmıyor. Emanetlerin ehline verilmesinin dinle dindarlıkla ne alakası olabilir ki diye düşünüyor. Öyle ya o dünya işidir. İşi, iş bilene vermek gerekir, diyor.
Cennetini de cehennemini de bizzat kendin dünyada kazanırsın, anlayışı köhne kalıyor.
“İbnü’l-vakt” olarak şimdi işini bilme ve köşe dönme zamanı, diyor. “Halı, kilim, yolluk” zikri yerini “Kasa, masa, nisa”ya devrediyor.
Bunca değişimin ardından artık sen de boşa kaygı etme günahı. Elbet vardır sıfırlamanın bir imkânı. Olmadı Zamzam Tower’de Ka’be ayağının altında, bir elinde buz gibi kola, öbüründe zikirmatik, namaz mı bire yüz binlik, kaygın işte çıktı boşa, girdi her şey yola.
Hele bir de ettin mi dua ağlamaklı, Allah’tan olursun gayrı alacaklı…
Cümle âlem şahidim olsun Garibce olarak benim böyle bir Müslümanlıkla alakam yoktur.
Benim inandığım ve dilim döndüğünce çağırdığım Müslümanlık hem zordur hem kolaydır.
Kolaydır çünkü doğana uygundur.
Zordur, çünkü bir hayat boyudur.
Varlık âleminde alan ayrımı yoktur.
Özeli Allah’ın, kamusu Tağutların değildir.
Ne kadar âlem varsa hepsinin Rabbi O’dur.
el-Halk’ın da el-Emr’in de Rabbi O’dur.
Ne ki seni çağırdığı şey, özündeki değerlerdir.
Vazifen onları ortaya çıkarıp, işlemendir.
Özünde yatkın olan senin, yetkinliğe evrilmendir.
O yetkinlikle tüm yeryüzüne vaziyet etmendir.
Ve bu ta Elest Bezmi’nde senin boynuna binen emanettir.
İster hıyanet eyle. İster gerçekleştirmek için gayret eyle.
İster zulümle cehenneme çevir, cenneti kendine haram eyle.
İster adaletle doldur abad eyle.
Önünde iki yol.
Hangisini seçersen karşılığı belli.
Özgürlüğün de işte budur besbelli.
İnsanlıktan çıkma şansın yok, bunu bilesin.
Koskoca dünya sahnesinde başrolde oyuncusun; ya iyi oynarsın seyircilerinden alkışı hak edersin, ya kötü oynarsın yuhalanırsın.
Ama asıl sorgucun hep perde arkasında olacak, bilmelisin.
Sonuçta her şey kendi elinde:
Hem cennetin, hem cehennemin.
İsterim ki Cennet senin olsun!
Dua ile!
25.03.2018
GARİBCE



24 Mart 2018 Cumartesi

Markalarımız ve amel-i salih



Bugün özel fıkıh dersimizde üstünlük ölçütlerimizi sıraladık ve yorumladık. İman elde var bir dedik. Hemen sağında bir sıfır olarak onu ona katlayan Takva dedik ve Müslümanın bir tür bağışıklık sistemi demek olan takvasından söz ettik.. Sonra sağda ikinci bir sıfır olarak biri yüze katlayan bilgi/ ilim dedik ve açıkladık. “Sonra nedir?” diye sorduk, bir katılımcı arkadaşımız amel-i salih dedi ve alkışladık. Mesela örnek ver dedik. Hemen çoğunun aklına ilk olarak gelen cami yaptırmak, umreye gitmek vb. gibi örnekler yerine söz gelimi Üsküdar meydanında muhteşem bir tuvalet yapılması örnek olur mu dedik ve arkasından da latife olarak “Yahu gelenin gideninin içine edeceği bir şeyden sevap da olur muymuş?!” diye takıldık.
Garibce nazarımda biz artık örneklerimizi de güncellemeliyiz. Farz-ı kifaye deyince hemen herkesin aklına ilk gelen cenaze namazına katılmak gibi örnekler yerine insanların ihtiyaç duyacağı özellikle stratejik konularda gerçek uzmanlar yetiştirmek vb. gibi yeni örnekler bulmamız lazım. Öyle ki bu yetişmiş insanlar bir araya gelince resmin tamamı ortaya çıksın ve planlanmış bir iş bölümü gerçekleşmiş olsun. Eğer bunu yapmazsak istisnasız hepimizin okkanın altına gireceğimizi söylesek.
İşte bunun gibi amel-i salih ile ilgili örnekler verirken bundan gayrı aklımıza markalar gelse. Sıfırdan başlayarak, bin bir zorluğun üstesinden gelerek ortaya çıkarılan ve dünyaya açılan medar-ı iftiharımız markalarımız aklımıza gelse.
Ders esnasında bir arkadaşımız marka ile ilgili bir katkıda bulundu. Şimdi meşhur olan bir giyim markasının öyküsüymüş aslında. Müteşebbis işadamımız demiş ki: “Ben yüksek maaşlı bir adamdım. Ailem ve çocuklarım en iyisinden markalı elbiseler giyiyorlardı. Fakat baktım ki benim çocuklarım gibi çocuk olan ve fakat onlar gibi giyinemeyen niceleri var. Öyle bir iş kurayım ki en ucuza en kaliteli giysiler herkes tarafından alınabilsin, giyilebilsin, dedim ve yola çıktım. Bu uğurda nice sıkıntılar çektim, nice badireler atlattım, ama sonunda başardım…”
İşte alkışlanası bir amel-i salih. Allah emsallerini çoğaltsın.
Peygamberimiz (s.a.s.) Sa’d’ın ellerini görünce “Bu nasırlı eller öpülür!” demişti. Garibce ben de diyorum ki “Bugünün öpülesi elleri işte bu müteşebbis elleridir. Kendi kesesini şişirmek için değil, kendi çocukları gibi başka çocuklar da giyinebilsin diye yola çıkanların ve bu yolun çilesini çekenlerin elleridir.
Güncelleme nasıl olacak?
Peygamberimiz “el-Câlib merzûk…” demiş, ithalatı övmüş, onlara dua etmiş. O toplumda kendi kendine yeterli olmayan Mekke ve Medine gibi şehirlere deniz aşırı ülkelerden -gemilerin batması ve korsan baskınları gibi bütün sermayesini yitirme riskini göze alarak- mal getiren ve böylece insanların imdadına yetişen insanlara hayır dua etmişti.
Devir döndü şimdi ithalat yerine ihracat daha önemli bir hal aldı.
İthal edeceğiniz ürünler ham madde ise eyvallah. Öyle değil de sınai mamüller ise ve karşılığında ödediğiniz de hammadde ya da katma değeri olmayan ürünler ise ve ithalatınızı ihracat ile dengeleyemiyorsanız her geçen gün ülke olarak içeri gidiyor, batıyorsunuz demektir. Hal böyle iken bugün bizim hayır dua edeceğimiz kimseler elbette ki daha çok kendi ürettikleri ürünlerin dışsatımını gerçekleştiren müteşebbislerimiz olacaktır.
Bir fabrika kurmuş, onlarca/ yüzlerce/ binlerce işçi istihdam etmiş ve onların binlerle ifade edilen ailelerine ekmek götürmelerine imkan hazırlamış, sonra ham madeni işlemiş ve ondan stratejik/ ekonomik değeri yüksek ürünler üretmiş ve pek çok riski göğüsleyerek dünyanın her bir bucağına pazarlayabilmenin şartlarını oluşturmuş ve bunu başarmış insanımızın bu amel-i salihine karşılık bizim onu hayırla yad etmemiz ve ona destek olmamız vazifemiz olmaz mı?!
Böyle bir kişi/ müteşebbis Allah’ın Rezzak isminin kendinde tecelli ettiği mübarek bir kişidir ve eli öpülesidir.
Bizim öpmemiz için ellerin hala nasırlı olması gerekmemektedir.
Nasırlı eller dürüstlüğü ile, ortaya koyduğu emeği ve alın teriyle saygıyı ve hayır duayı hak eder. Onlara o imkanı oluşturan da hem onların hem de tüm insanlığın duasını hak eder.
“Neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: (İhtiyacınızdan) fazlasını…!” buyururken Yüce Allah kim bilir belki de müteşebbislerin ellerindeki imkanların yatırıma dönüştürülmesini kastetmiştir.
İnfak, artık bir fakire vereceğimiz üç beş kuruşluk “elden gelen öğün olmaz o da vaktinde gelmez” kabilinden sadakalarla değil, onlara iş imkanı sunacak yatırımlar yapmamız şeklinde olacaktır.
Siz ona iş bulun ki o da yiyecek aş bulsun. Ardından da aşını paylaşacağı bir eş bulsun. Belli ki artık aş da eş de işe bağlı.
İmdi, hal böyle iken bundan daha güzel bir amel-i salih olabilir mi?
Siz durmadan cami yaptırın, umreye gidin…!
Asıl sevabı götürecek olanlar müteşebbis olanlar olacak. Bunu da bilin!
Sizce de öyle mi?
Dua ile!
24.03.2018
GARİBCE



18 Mart 2018 Pazar

Mehmetçiğe selam!



Yemen ellerinde bir yer, adı Huş’tu
Çıkan zorlanırdı yolu pek yokuştu
Giden gelmez kimse bilmez bu ne işti
O, dedendi yavrum mirası ardından
Üstünde yaşadığın bu cennet vatan

Çanakkale içinde aynalı çarşı
Gene atandı giden düşmana karşı
Ağan tekbirlerdi titreten arşı
Bilesin oluk oluk akıttığı kan
Bedeldi, karşılığı bu cennet vatan

Zulme dur demek yiğitliğin töresi
Yemen’di, Kut’tu daha bilmem neresi
Afrin’e geçit vermez mi Cinderesi
Şehit düştü bu uğurda binlerle can
Özgür yaşasın diye bu cennet vatan

Sen koydun Mehmedim uğrunda canını
Hak yolda zulme dur dedin akıttın kanını
Biz bilmesek de tarih yazacak şanını
Selam sana Mehmedim, duada atan
Ancak senle huzur bulur cennet vatan

Dua ile!
18.03.2018
GARİBCE



Kadınım, yumuşak karnım!



Garibce nazarında günümüzün İslam adına en büyük problemi Kadın sorunudur. Kadın İslam’ın ve Müslümanların “yumuşak karnı”dır; en hassas ve savunmasız olan yerimizdir. O yüzden de hem içeriden hem dışarıdan hücum eden herkes “Kadın!” diye diye vuruyor. Çok da etkili oluyor, hani.
Hani bir hikâye vardır ya, baba çocuğunu parka götürmek istemez, fakat söz vermiştir. Aklına bir fikir gelir ve dünya haritası yapbozunu çocuğa verir eğer yaparsa götüreceğini söyler. Kendince bahanesi güçlüdür, nasıl olsa yapamaz, koskoca dünya haritasını kendisi bile ha deyince düzeltemez. Çocuk nereden yapabilsin düşüncesiyle rahat eder. Lakin çok sürmez çocuk gelir, “Baba yaptım, haydi gidelim!” diye tutturur. Baba inanmaz, ama çocuk gerçekten yapmıştır. “Oğlum nasıl yaptın?” der, hayretle! Çocuk haritanın arkasındaki bir insan fotoğrafını keşfetmiş, onu düzelterek de dünya haritasını yerli yerine koyuvermiş. Bilgiç bir eda ile de “Ne var baba. Ben insanı düzelttim, dünya düzeldi!” demiş.
Aha ben de diyorum ki, “Siz kadını düzeltin. İslam da kendiliğinden düzelecektir.”
Kadını düzeltin derken, sağını solunu yontun anlamında değil elbet. Kadınlarla ilgili sorunları kastediyoruz.
Ama derseniz ki “Kadınla ilgili ne sorun olacak ki?! Kadın kendini düzeltmeli!” O başka.
“Yahu tamam, biraz o kendini düzeltsin biraz da biz düzgün bakalım olmaz mı?”
“Olmaaaz!”
“Neden olmaz!”
“Çünkü kadın eğe kemiği gibi özünde eğri. Eğrinin hiç doğru gölgesi mi olur? Onu yola getirecek tek şey, sırtından sopayı karnından sıpayı eksik etmemek!”
“Vay, vay vay!”
“Ne olmuş yani, bizde daha ne alası var!”
“Merak işte. Bir an ‘bunu diyen yoksa o sıpaların büyümüş hali mi?’ diye düşündüm de.”
----
Atadan tevarüs edilen bakış bu olunca haydi çöz bakalım nasıl çözeceksen.
Sahi bu kadın kimdi? Düşündüm: Beni dokuz ay karnında, iki yıl kucağında ve bir ömür boyu yüreğinde taşıyan canım annemdi, koklamaya kıyamadığım ciğerparem kızımdı, anne yarısı halamdı, teyzemdi. Ve ömrüne mukabil ömrümü verdiğim eşimdi.
Neresinde eğrilik diye baktım. Mücessem bir şefkat gördüm. Yavrusunu bağrına basıp üzerine eğilmesi miydi, eşine sarılması mıydı, karındaşına kanat germesi miydi sözü edilen eğrilik, bilemedim. Hal böyle iken hala var diye düşünüyor idiysem eğer bu benim bakışımda olmalı dedim ve utandım.
Cümlesine selam olsun!
Dua ile!
18.03.2018
GARİBCE



17 Mart 2018 Cumartesi

"Atıyorum!"



“Atıyorum!”
“Oğlum/ kızım, neyi atıyorsun?”
Afallıyor.
“Ne yani?”
“Yahu iki de birde atıyorum diyorsun ya, ben de merak ettim, soruyorum neyi atıyorsun, hem niye atıyorsun?! diye?”
“İlahi hocam!”
“İlahi oğlum/ kızım!”
Biz bu dil ile nasıl ifadeyi meramda bulunacağız bilmiyorum.
“-Aynen!” dediğinizi duyar gibiyim.
“Evet aynen! Aynen öyle işte!”
Yahu biz bu trentlerin elinde kedinin oyuncağı olmuş fare gibi mi olacaktık.
Bir ara “Hocam!” hitabı yaygınmış, tanımadığım bir esnafın iş yerine girdiğimde beni “Buyur Hocam!” diye karşıladığında epey bir sevinmiştim. Nihayet hoca olduğumu anlayanlar da çıkıyor diye, lakin sevincimiz kursağımızda kalmıştı, zira çok geçmeden gördüm ki adam herkese “Hocam” diye hitap ediyor.
Dün bana ne yapmalarını tavsiye etmemi isteyen Şehir Üniversitesinden gençler geldi. Talip olmaya hevesli gençlerdi. Onlara din tahsili namına ne tavsiye ettim biliyor musunuz?
“Her şeyden önce dilinizi öğrenin!” dedim.
İçinden “Aynen!” diye mukabele eden oldu mu hatırlamıyorum, ama ben deyim:
“Aynen böyle dedim, işte!”
“Ana dilinizi öğrenin, bir de analarınızın dilini öğrenin. Gerisi kolay!” dedim onlara.
Hadiste de geçtiği için, çocuk annesinin memesini emerken ne yapar dedim, Arapçası Mass etmek olan fiilin Türkçesini sordum. Bilen çıkmadı. Müslim tercüme ve Şerhini yapan A. Davudoğlu hoca merhum biliyor muydu, o da bilmiyordu. Çünkü “La tuharrimü’l-massatu vela’l-massatêni” hadisini “Bir veya iki massa hürmet ispat etmez”[1] diye çevirmişti.
Hoca bilmezse talebesi nerden ve nasıl bilecek?
Sonra Abdest ayetindeki “Ka’beyn”i sordum, topuk deyiverdiler. Çünkü ilmihallerde/ meallerde hep topuk diyordu. Onlara ayakkabımı çıkarıp ayağımın arkasındaki topak kısmı göstererek “topuk işte burasıdır!” dedim ve ayette geçen yerin bileklerdeki çıkıntı kısım olduğunu gösterdim. (Laf aramızda Türkçesinden ben de emin olmadığım için onlara söylemedim) .
Abdestte “el ve ayak parmaklarını hilallemek” nedir diye sordum, hepsi de biliyordu. Hemen gösterdiler. İye de bunun “hilal” ile ilgisi nedir dedim. Tabi bilemediler. Gökteki hilalle ne ilgisi olabilirdi ki. Aslının noktalı Hı ile “Hılâl” olduğunu, ama çevirenlerin yeterli Türkçe bilmedikleri için kelimeyi olduğu gibi alıp Türkçe ekle anlam vermeye kalkıştıklarını, arkadan gelenlerin de aynı şeyi hep sürdürdüklerini söyledim.  Oysa kelimenin Türkçe karşılığı parmak aralarının ovulması idi. Bunu ilk duyan da anlardı. Ama hilallemeyi ilk kez duyan bir çocuk ne kastettiğini nerden bilsindi…
İşte böyle.
Herkes din alıp din satıyor.
Uydu mu uymadı mı kimse bakmıyor.
Din diye de, mutlak itaati gerekli görüyor.
 Ve kimileri de kendi karın gurultusunu din diye sunup insanlardan mutlak teslimiyet bekliyor.
Din adına zartasına “Yerhamükallah! bekleyenler bile çıkıyor..
Ey Talip! İşte durum böyle. Ben derim ki ana diliniz olan Türkçeyi çok iyi öğrenin. Analarınızın dili olan (Peygamber hanımları müminlerin anneleridir) Arapça’yı da çok iyi öğrenin.
Gerisi kolay!
Dua ile!
17.03.2018
GARİBCE




[1] Bir sonraki hadisi de “Bir ve iki imlâce hürmet ispat etmez” şeklinde çevirmiştir. (bk. Sahih-i Müslim Tercüme ve  Şerhi, VII, 366)

Şehadet/ şehitlik



Şehadet/ şehitlik tanıklık demektir. Hak davanın can bahasına ardında durmaktır. Ama hiçbir zaman hayatın amacı değildir. İnsanın varoluş amacı, halife olarak insanca yaşamak ve varlık amacını gerçekleştirmektir. Şehadet, bu uğurda gerekirse canın ortaya konulmasıdır.
Şehadetin bu dünyada bedeli, geride kalanlara bedeli canla ödenmiş bir vatan bırakmaktır. Öbür dünyadaki bedeli ise Allah’ın satın aldığına bedel kıldığı cennetlerdir, sonsuz bir hayattır.
Dua ile!
17.03.2018
GARİBCE

8 Mart 2018 Perşembe

Bir Bütünün Boyutları Olarak İnançlar, Eylemler Ve Erdemler

Yakın Doğu Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Erdoğan, “Bir Bütünün Boyutları Olarak İnançlar, Eylemler Ve Erdemler”Başlıklı Konferans Verdi
Yakın Doğu Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Erdoğan, Küreselleşen Dünya’da İslam İmajı III isimli proje kapsamında, ilahiyat fakültesi Mavi Salonda bir konferans verdi.
Yakın Doğu Üniversitesi Basın ve Halkla ilişkiler Müdürlüğü’nden verilen bilgiye göre,“Bir Bütünün Boyutları Olarak İnançlar, Eylemler ve Erdemler” başlığını taşıyan konferansta önemli başlıkların ele alındığı belirtildi.
Prof. Dr. Mehmet Erdoğan ; “Din İnsanı Bir Bütün Olarak Ele Alır”
Prof. Dr. Mehmet Erdoğan konferansında; “Din insanlığa cevap olmak üzere gelir. İnsanın doğasına ve tür olarak tüm ihtiyaçlarına ayna tutar. İnsanın inanç, eylem ve erdem olmak üzere üç boyutu vardır. Allah. Lutf-ı ilahi olarak insanlığa iki safhada hidayet eder. Birincisi halk/tekvin yani yaratma aşamasında donatarak. Diğeri de el-emr/teşri aşamasında katından indirdiği ile yol göstererek. Bu ikincisi birinciye kullanım kılavuzu yazmak kabilindendir. Din insanı bir bütün olarak ele alır ve onu her an yemiş veren hoş / görkemli ağaç gibi erdemli bir insan olmasının imkanlarını sunar.
Bu gerçeklikten hareketle İslam adına oluşan ilimler de bu üç boyutlu ağaç (şecere-i tayyibe) metaforu üzerinden temellendirilmeli ve iş bölümü yapmalı. Usule tekabül edenler inançları, gövdeye tekabül edenler davranışları, yemişe tekabül edenler de erdemleri esas ve hedef almalıdır. Erdemler, ilk ikinin hem tabii sonucu hem de nihai amacı olmalıdır.
Din bizden insanı inançları, eylemleri ve erdemleri ile bir bütün olarak ele almamızı ve gelişim süreçlerini bu kabule göre tamamlamamızı istemektedir. Aksi halde peygamberliğin nihai amacı olan insani erdemlerin (mekarim-i ahlak) tamama erdirilmesi mümkün olmayacaktır.” Dedi.

4 Mart 2018 Pazar

Acırsanız acınırsınız!



Acırsanız acınırsınız!

Rahman ve Rahim olan Allah adına/ adıyla!
Geçenlerde bir arkadaş sanki bir kaziyyeyi muhkeme imiş gibi “Acırsanız acınırsınız!” dedi.
Ben de “Sadakallahulazîm!” deyiverdim.
“Yok ya ayet değil!” dedi.
Dedim: Öyle ise “Sadaka rasulullah!”
Dedi: “Hadis de değil.”
Dedim: “Ne o zaman?”
“Bilmem! Bugünlerde herkes söylüyor ben de söylüyorum” dedi.
Garibce olarak bu sözü düşündüm, düşündüm, tarttım, ölçtüm, biçtim. Ne kitapta ne Sünnette yerini bulamadım. Bu söz bana Müslümanca gelmedi.
Bir kere gelenekte adaletten öte ihsan diye bir mertebe var.
Affetme var.
Hoşgörü ve bağışlama var.
Peki, kimi hoş görüp, kimi bağışlayacaksınız?
Elbette size kötülük edenleri bağışlayıp, size iyi davranmayanlara karşı hoş görülü olacaksınız.
Dostlarınıza ve size iyilik edenlere değil herhalde. Onlara karşılığınız olsa olsa teşekkür ve mükâfat olur.
Hem gelenekte şefaat diye bir şey var. “Peki, kime?” denilecek olursa cevabı da hazırdır: “Ümmetimden büyük günah işleyenlere!”[1]
Ya şefaat yok, ya da şefaat iyi bir şey değil!
Eğer var ve iyi bir şey ise yukarıdaki söz Müslümanca değil.
Siz Uhud’da canlarını size siper edenleri bağışlamayacaksınız. Bağışlayacaksanız sizin canınıza kastedenleri, Can Hamzaların karınlarını deşen Vahşileri affedip bağışlayacaksınız. Bağışlayacaksınız ki sizin için erdem olsun, ihsan olsun, davanız izzet bulsun.
Kimse İslam adına suçluyu, suçu miktarınca cezalandırmayın, diyemez. Çünkü bu adalet olur. Cezalandırmaz, kayırır, geciktirir, sümenaltı ederseniz adaletsizlik olur.
Ama bu tecziye, suçun tam teşekküllü olarak işlendiğinin ispatı halindedir. Bu durumda yani suçun kesin olarak ispatı halinde cezalandırma gereklidir ve sınır çizgileri mesabesinde olan Allah’ın hadlerinin uygulanmasında kimsenin acıyacağı da tutmamalıdır. Bu konuda ayırdım yapılmaksızın herkese karşı kesin bir tavır ve kararlılık gösterilmelidir. Muhammed’in kızı Fatıma da olsa hak eden, hak ettiği cezayı hem bilmeli hem de bulmalıdır. Bu Allah’ın bir emridir[2].
Buna mukabil suçun ispatı öncesi Müslümanca tavır olabildiğince örtücü ve şek ile (% 50’lik bir bilgi olması halinde) hadlerin defedilmesi tavrıdır.
Müslümanca tavır: “Affetmede edeceğiniz hatanın, cezalandırmada edeceğiniz hatadan daha hayırlı olduğuna”[3] inanmanız ve gereğini yapmanızdır.
Hem siz yeryüzündekilere merhamet edin ki, gökteki de size merhamet etsin.[4]
Bu itibarla yukarıdaki sözü her kim telkin ve terviç ediyorsa yanlış yapıyor.
Allah’ın doksan dokuz güzel ismi var; bunlardan kimi cemal kimi celal tecellisi içindir. Ama Müslümanın hayatının her anında ve her davranışında şiarı ona besmele yani Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla/ adına başlamasıdır.
Kuşatıcı olan budur.
“Müntakim” ismini bile Rahman ve Rahîm Olan’ın ismi bilmektir.
Müslümanca olan tavır budur.
Garibce bir avazdır.
Duyan duyar, uyan uyar.
Duyanlara, uyanlara selam olsun!
Dua ile!
04.03.2018
GARİBCE




[1]  شفاعتِي لأهلِ الكبائرِ من أمتي
[2] اَلزَّانِيَةُ وَالزَّان۪ي فَاجْلِدُوا كُلَّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا مِائَةَ جَلْدَةٍۖ وَلَا تَأْخُذْكُمْ بِهِمَا رَأْفَةٌ ف۪ي د۪ينِ اللّٰهِ اِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِۚ وَلْيَشْهَدْ عَذَابَهُمَا طَٓائِفَةٌ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ
"Zina eden kadın ile zina eden erkeğin her birine yüz sopa vurun. Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın dinini uygulama hususunda o ikisine karşı merhamet duygusuna kapılmayın."  (Nûr; 2)
[3]  ادرؤوا الحدودَ عن المسلمين ما استطعتم ، فإن كان له مخرجٌ فخلوا سبيلَه ، فإن الإمامَ إن يُخْطِئْ في العفوِ خيرٌ من أن يخطئَ في العقوبةِ
[4] من لا يَرْحَمْ مَن في الأرضِ لا يَرْحَمُهُ مَن في السماءِ




[1]  شفاعتِي لأهلِ الكبائرِ من أمتي
[2] اَلزَّانِيَةُ وَالزَّان۪ي فَاجْلِدُوا كُلَّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا مِائَةَ جَلْدَةٍۖ وَلَا تَأْخُذْكُمْ بِهِمَا رَأْفَةٌ ف۪ي د۪ينِ اللّٰهِ اِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِۚ وَلْيَشْهَدْ عَذَابَهُمَا طَٓائِفَةٌ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ
"Zina eden kadın ile zina eden erkeğin her birine yüz sopa vurun. Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın dinini uygulama hususunda o ikisine karşı merhamet duygusuna kapılmayın."  (Nûr; 2)
[3]  ادرؤوا الحدودَ عن المسلمين ما استطعتم ، فإن كان له مخرجٌ فخلوا سبيلَه ، فإن الإمامَ إن يُخْطِئْ في العفوِ خيرٌ من أن يخطئَ في العقوبةِ

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...