Bugünlerdeki tatsız tartışmalar,
tekfir ve tadlile varan saldırılar karşısında 2014 tarihinde İSAV’ın gerçekleştirmiş
olduğu EHLİ SÜNNET SEMPOZYUMU EHLİ
SÜNNETİN USUL ANLAYIŞI adlı etkinlikte sunmuş olduğum müzakere metnini
hatırladım da bir takım tasarruflarla sizlerle paylaşayım dedim.
Biz, burada Ehli
sünnet ve’l-cemâat kavramı hakkında bazı düşüncelerimizi seslendirmek
istiyoruz.
Arabî fizik
ve kültür çevresi içinde şekillenen İslam’ın kaynaklarında pek çok benzetmenin,
içinde yaşanılan hayat şartlarından ödünç alındığı bilinir. Bu arada kullanılan
benzetmelerden biri de çoban ve onun sorumluluğundaki sürüsüdür.
Sorumluluğu
çobana tevdi edilen kuzucukları gütmek ve sağ salim istenilen yere götürmenin
en güvenli şekli nedir? Çobanlık yapanlarınız bilir: Kuzucukların istikamet
kaybetmemeleri için tutmaları gereken bir yol olmalıdır. Yolun tutulması, aynı
yerden daha önce geçenler tarafından bırakılan izlerin takip edilmesidir.
Herkesin kendince bir yol belirlemeye kalkışması hem imkânsız hem de risklidir.
Çölde ve bizim memleketimizde kışın her tarafın karla kaplı olduğu zamanlarda,
önceden bırakılan izlerin yol halini almış olması ne kadar hayatî önem taşır.
Bu durum, hepimizin malumudur. O, halde güvenli bir seyrü sefer için
öncekilerin yolunu tutmak gerekir. Bu da onların izlerinden ayrılmamayı gerekli
kılar.
İkinci
önemli olan husus da bu yoldan gitmenin özgüvenini birlik ve beraberlikle
yaşamaktır. Gene aynı misalimizde kuzucuklar, başı çeken öncülerinin arkasına
düşer, başlarını birbirlerine sokarak bir ana gövde oluştururlar ve
kendilerinden emin bir halde öncekilerin yolu üzerinde yol alırlar. İşte bu
sırada içlerinden aykırı olanların sürüden ayrılarak gördükleri yeşilliğe
meylettikleri olur. Bu anda çoban devreye girer ve onu kendince uyararak, bazen
taşlayarak, bazen üzerine köpek salarak onun sürüye yeniden katılmasını sağlar.
Direnen ve inatçılık gösterenler sürüden ayrılırlar. Bunlar dağda, kırda,
bayırda başı boş bir halde kalırlar ve sonunda kurda kuşa yem olurlar.
Sürünün,
arkasını toplayarak gitmesi gerekir. İçindeki hasta olanları, arkada kalan kötü
tokluları da olabildiğince kollamak ve onların sürüden kopmamasını sağlamak
lazım gelir. Bu itibarla, yerine göre ileri gidenleri durdurmak ve “vasat bir
seyir” tutturmak gerekir.
Bazen sürü
çobansız kalır ve sürüde bölünmeler, toplu kopmalar yaşanır. Bu sürü için en
büyük felakettir.
Sürü için,
çobanın kim ve nasıl seçilmesi önemli değildir; önemli olan sürüyü kolluyor ve
iyi güdüyor olmasıdır.
Bu benzetme,
geleneksel hayat tarzında herkesçe bilinen, gözlemlenebilen bir gerçekliği
anlatır.
Müslümanlar,
daha başta bir imam olmadan ümmetin helak olacağının idrakine varmışlardır. Hz.
Peygamber’in naaşı daha ortada iken, böylesine bir arayış içine girmeleri bunun
bir kanıtı sayılabilir.
İslam’ın ana
gövdesi nasıl oluşturulmalı ve korunmalıdır? sorusu daha baştan beri her zaman
var olagelmiştir.
Burada dün
ve bugün anlatılanlardan Ehl-i sünnet ve’l-cemâat kavramının Hz. Peygamber ve
sahabe döneminde olmadığı ve ıstılah olarak en azından daha sonraki dönemlerde
ortaya çıktığı anlaşılıyor. Ama daha baştan beri “ülü’l-emr” durumunda olan
müslümanların İslam’ın ana gövdesini koruma kaygısı içinde oldukları görülüyor.
Bunun için
her şeyden önce bir yol tutmak gerekiyor. Bu, en başta Hz. Peygamber, arkasından
sahabenin geride bıraktığı izlerin takip edilmesi şeklinde gerçekleşiyor. Bu iz
sürme, bizim de onların vardığı yere ulaşabilmemizin garantisi kabul ediliyor.
İşte bu hayat tecrübesi ve anlayış, izlerin oluşturduğu yol anlamına gelen
“sünnet” kavramını öne çıkarıyor.
Yolda bölük
pörçük değil, hep birlikte huzur ve özgüven içinde gidebilmenin imkânı,
“cemaat” kavramını önemli kılıyor. O’na kul olduğunu kabul eden, O’na giden
yola süluk eden herkesi olabildiğince kucaklamak gereği, ehli kıble olanların
tekfir edilmemesini, içinde günahkâr olanların dışlanmamasını, amel bakımından
zayıf olanların geride bırakılmamasını gerektiriyor. (Ümmeten vasatan).
Bu cemaatin
hayat boyunca beslenmesi için bilgi kaynaklarına ihtiyaç duyulduğunda,
toplayıcı anlayış gereği bölücülük, inhisarcılık yapılmaması gerekiyor. Bilgi
kaynakları olarak sahabenin tümünün udûl (şahitlikleri kabul edilebilir
derecede güvenilir) kabul edilmesi, bunun için bir gereklilik görülüyor.
Ümmetin
başsız kalmasının felaket olacağı bilindiği için imam tayininin vacip olduğu
anlayışı benimseniyor. Burada Hz. Peygamber’in yerini kimin dolduracağı sorunu
karşımıza çıkıyor. Bu sorun, onun mutlak otoritesinin verasetle intikal
etmeyeceği, ancak onun ümmeti tarafından temsil edilebileceği, onun masumiyetinin
belli bir zümre ya da şahısta değil, ancak ümmetin tümünde tecelli edeceği
ilkesi ile aşılmak isteniyor. Böylece ümmet kimi seçerse, imamın o olacağı
esası kabul ediliyor.
Tarihçeye
kısaca bir bakacak olursak şunlar gözüküyor: Bilindiği gibi Hz. Peygamber
döneminde Arap yarımadası İslam birliğine kavuşmuştu. Hz. Ebû Bekir döneminde,
İslâm’ın kurucu ilkelerini birbirinden ayırma çabaları görüldü, bunlara karşı
önlemler alındı ve yerine göre şiddete başvuruldu. Hz. Ömer zamanında
müslümanlık özgüven kazandı ve büyük fetih hareketleri başladı. Hz. Osman’ın
son dönemlerinde yönetim zaafıyla birlikte içte huzursuzluklar baş gösterdi ve
gelişmeler onun şehit edilmesiyle sonuçlandı. Artık şiraze kopmuş, sayfalar
dağılmıştı. Hz. Ali dönemi toparlanma ve “yoldan çıkanları” yola getirmenin
uğraşları ile geçti ve müslümanlar iki büyük kısma bölündü. Ana gövde ikiye
ayrıldı, kimin nerede yer alacağının kargaşası yaşandı. Muaviye döneminde Hz.
Hasan ile yapılan anlaşma sonucunda ana gövde yeniden birleşti ve o yıla
“cemaat yılı” adı verildi. Birlik sağlanmıştı ama şimdiye kadar epey bir bedel
ödenmişti.
İşte bundan
sonra bu ana gövdenin bir daha parçalanmadan bir arada tutulabilmesinin
arayışları başladı. Bu arayışlarla birlikte ana gövdenin bir arada tutulmasının
ideolojik, teorik ve fikrî zeminlerinin de atılmaya başlandığını tahmin
ediyoruz. Bu süreçte sürekli vurgulanan iki kavramın “sünnet” ve “cemaat”
olması, bu birlikteliğin ancak bu iki yolla sağlanabileceği inancının yaygın
bir şekilde paylaşılmasının bir sonucu olmalıdır. Bu birlikteliğin korunmasında
geçmişi sorgulayıcı ve suçlayıcı bir üslup kullanmak yerine, onların sonuçta
içtihat etmiş olduklarını ve kendilerince mazeretlerinin bulunduğunu
dillendirmek de etkin olmuştur.
İmamın,
meşruiyeti için ümmet tarafından seçilmesi esas iken, meşruiyeti ümmet
hakkındaki tasarruflarının maslahata menût olup olmamasında arama ve istîlâ
gibi fiilî durumu kabullenmenin izahı ise, direnme halinde daha ağır bir bedel
ödeme endişesinin taşınması olmalıdır.
Sözünü ettiğimiz
bu süreçte kavramlar da bu doğrultuda oluşuyor ve içleri ona göre yeniden
dolduruluyordu: Örneğin sünnet, sadece Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirleri
değil, aynı zamanda Râşid halifelerin ve sahabenin de başlatmış olduğu ve sürüp
gitmekte olan uygulamalarıdır.
Bu süreçte
oluşan önemli bir diğer kavram da cemâat kökünden türemiş olan “icmâ’dır. İcma,
herkesin kabul ettiği şekliyle müslümanların özelde sahabenin üzerinde görüş
birliği ettiği şeydir. Burada akla gelenler şunlardır: Hz. Peygamber’in
masumiyeti ve mutlak otoritesi, verasetle intikal etmeyeceğine göre ancak icma
kurumu aracılığı ile onun ümmetinde tecelli eder. İcmaın, tüm ümmetin
birleşmesi anlamında imkânı ise ancak sahabe ile sınırlı kalır. Öyle ise
kurtuluş, sahabenin üzerinde bulunduğu yolu takip etmektir. Bu, zımnen icma
dışında Hz. Peygamber gibi kabul edilen başka otoritelerin varlığını inkâr
anlamına gelir. “Allah’ın eli cemaat üzerindedir, ayrılıkta azap vardır”.
“Müslümanların güzel bulduğu şey, Allah katında da güzeldir”.
İslâm’a
aidiyeti iddia edilen her bir şeyin meşruiyeti “sünnet”in içinde olmakla
belirlenmeli, dışında kalanlar, sonradan katılmaya çalışanlar “bid’at” kabul
edilmelidir. Her bidat, anayoldan sapmak demektir. Yoldan sapanları helak
beklemektedir.
Âmu’l-cemâ’dan
sonra da Ehl-i beyt yanlıları muhalefetlerini hep sürdürdüler. Şî’atu Ali
kavramı, zamanla giderek keskinleşen ve ideoloji şeklini alan bir mahiyet
kazandı ve bilindiği gibi Şî’a fırkası oluştu. Bundan sonra tarih,
marjinalleşen diğer gruplar üzerine bir sünger çekti, mücadelede varlığını
sürdüren şîa ise hep var oldu ve kendi usul ve fıkhını oluşturdu. Sonunda
mücadele sanki bu iki fırka arasında imiş gibi bir hal aldı ve “sünnîlik” bir
anlamda “Şî’a” karşıtlığı anlamı kazandı.
Günümüze
geldiğimizde bütün bu yaşananların geride kaldığını düşünerek, İslam’ın bütün
müslümanları içine alacak şekilde ortak paydalarının (usul ve esaslarının)
yeniden belirlenmesi ve değerlendirilmesinin mümkün ve gerekli olduğunu
düşünüyoruz. Dün Mutezile gibi ehli sünnet dışı sayılan mezhepleri, bidatçi
nitelemesiyle, teşeyyü damgasıyla dışlanmaya çalışılan her türlü mirası yeniden
değerlendirip, eleyip, gözden geçirip yeni bir usul anlayışı geliştirmek
gerekir. Yani bugün için bizim müslümanlığımızın esasları neler olmalıdır?
Fıkhımızın usulü yani esasları neler olmalıdır? Sözgelimi bunu fıkıh için söz
konusu edersek, usulün üç anlamı vardır. Birincisi fıkhın temelleri
anlamındadır. Biz müslümalar için fıkhın olmazsa olmazları anlamında temelleri
istikra yöntemiyle tespit edilmelidir. Mest üzerine meshetmeyi caiz görmek gibi
ancak dış kapının mandalı olabilecek bir konunun, sünnîliği belirlemede kıstas
olması gibi tutum ve tavırlardan vazgeçilmelidir. İslam ahkâmı en ortada çok
güçlü bir merkez (mihver) oluşturacak şekilde, birincil, ikincil, üçüncül…
halkalar şeklinde belirlenmelidir.
Usulün
ikinci anlamı fıkhın kaynaklarıdır. Vahyin kriterliğinde ve kendi bütünlüğü
içinde bir deliller hiyerarşisi oluşturulmalıdır. Pratik bir değeri olmayan
anlamsız tartışmalardan vazgeçilmelidir.
Usulün
üçüncü anlamı ise fıkhî sonuçlar elde etmek için kullanılan metodolojidir. Bu
sonuncusu tamamen araçsal değeri olan bir konudur. Bu alanda, biz müslümanların
dışında geliştirilmiş yol ve yöntemlerden de yararlanmanın imkânı olmalıdır.
----oOo----
İslam’ın ana
gövdesi olan/ olması gereken Ehli sünnet ve’l-cemâatın kucaklayıcı ana gövdenin
oluşumu ve korunması ile ilgili safha safha nasıl bir usul geliştirildiğinin
seyrini açık ve net olarak görmek gerekir.
Ehli sünnet
ve’l-cemâatın oluşumu sürecinde üç temel kavram bulunmaktadır: Sünne, cemâ’a ve
imame (hilâfe).
Bunlar kısaca
yukarıda açıklanmıştır. Hal böyle iken onun Şia ya da belli bir fırkaya
karşıtlığa indirgenmeye başladığı andan itibaren, ehli sünnet ismi,
kucaklayıcılığını kaybeder ve o da bölücü, dışlayıcı, parçalayıcı ve hatta
tekfirci ve tadlilci bir özellik kazanır. Oysa yukarıda örnek üzerinden de
anlatmaya çalıştığımız gibi ehli sünnetin, ümmetin tümünü kucaklayıcı bir söyleme
ve tavra sahip olması gerekir.
Bu tavrın
gereği olarak sahabenin tümünün haberlerinin kabul edilebilirliği ilkesinin kabullenilmesi,
keza içtihatta isabet fikrinin benimsenmesi ile sevad-ı azamın bir arada tutulma
kaygısı önemli gözükmektedir.
Diğer taraftan
kayda değer bir husus da ehli sünnetin vaktiyle karşı çıktığı şeyleri zamanla
içselleştirmiş olmasıdır. Bu tavır, istikrar içinde değişimin teminatıdır.
Hiçbir toplumsal olgu, kurum ya da kuruluş hep aynı kalarak sonsuza kadar
varlığını sürdüremez. Güneş, parlaklığını, içindeki sürekli patlamalarla
(değişkenlikle) sağlar. Sabit kalsaydı, o da diğer yıldızlar gibi sönmeye yüz
tutardı. Belli ki ehli sünnet, vaktiyle karşı çıktığı şeyleri kendi içine
alarak eritmekte ve onlarla beslenerek varlığını bu şekilde sürdürebilmekte ve
hayatiyet kazanmaktadır. Gelenek, kendi bidatlerini oluşturur ve bir süre sonra
onları kendisine mal eder ve vaktiyle bidat olan şeyler şimdi geleneğin bir
parçası olur, yeni bidatler oluşturulur, içselleştirilir… ve süreklilik ancak
bu şekilde olur.
Buna göre
sonuçta ehli sünnetin tek bir şeklinin ve esasının olmadığını söylemek gerekir.
Günümüz için ehli sünneti, Allah’ın bütün kullarını kucaklayacak ve kendisinin
müslüman olduğunu kabul eden herkesi içine alabilecek bir genişlikte yeniden
tarif etmek ve esaslarını yeniden belirlemek, çağdaş sorunların üstesinden
gelebilecek bir iman ve inançla, olabildiğince geniş bir bakış açısına sahip
kılmak gerekmektedir. Bizzat ehli sünnet adına kitaplarda yer alan esasların,
ehli sünnet anlayışından çok, inhisarcı, bölücü, dışlayıcı bir tavra daha
yatkın olduğunu söylemek gerekir. Nitekim, o sempozyumda tebliğ sunan Âyetullah
Vâizzâde Horasanî’nin üslubunun, ehli sünnette olması gereken üsluba daha yakın
olduğunu belirtmek gerekir. Ehli sünnet ve’l-cemâat, olmak bütün grupları,
fırkaları, mezhepleri kucaklayabilmek demektir.
Böylesine
kucaklayıcı bir kimlik inşası için illâ da “Ehl-i Sünnet” kavramını kullanmanın
zaruretine de inanmıyorum. Bunun için “İslam” ismi neden yeğlenmesin ki?! Allah
bizi “müslüman” olarak isimlendirmedi mi: “Hüve semmâkümü’l-müslimîn…” (Hacc
22/78) Bu ismin bize daha çok yakışacağı ve daha kucaklayıcı olacağını
düşünüyorum.
Hepinize
saygı ve sevgilerimi sunuyorum.
Dua ile!
14.10.2018
GARİBCE