31 Aralık 2018 Pazartesi

Mevla’ya niyaz mı Leyla’ya avaz mı




Çok ağladım ardından
Kopan ahım bağrımdan
Bilemedim
Mevla’ya niyaz mıydı
Leyla’ya avaz mıydı

Çok yaş döktüm ardından
Rahmından mı kahrından mı
Bilemedim
Gözüme aktı sildim
Özüme aktı silemedim.

Çok iç çektim ardından
Özlemle şefkat kucağına
Gülemedim
Kurbet muhal bucağına
Hasret varken ocağına
Gülemedim
Kader dediler
Bunu ben dilemedim
Elimde kalem vardı
Yazanı kendim sandım
Bilemedim
Defter karalanmış
Dedim Allah’ım bunu ben mi yazdım
Anladım anlamadım
Kâh dilde türkü kâh elde sazdım
Söyleyen kimdi çalan kimdi
Bilemedim
Beni yardan ayıran
Şu odlara salan
Elim miydi kalem tutan
Özüm müydü göynük olan
Ben bu sırra eremedim
Ben yola bile giremedim
Yetiş ey Hadi ey Rahman
Tut elimden el Aman
Çıkar beni düze
Döndür beni öze
Bil de bileyim
Gül de güleyim
Sen Rahîmsin hem Vedûd hem Rahman
Varlığınla varız ey Sübhan
Bağışla Garibce kulunu
Ona göster yolunu.
Ey âlemlere Sultan!

GARİBCE
05.12.2018

29 Aralık 2018 Cumartesi

Dedim ilim nedir



Dedim ilim nedir
Dedi mahviyettir
Dedim peki şöhret
Dedi o afettir

Dedim asıl olan
Dedi kifayettir
Dedim bunca unvan
Dedi kıyafettir

Dedim meclisi ilim
Dedi bir ziyafettir
Dedim kimdir talibim
Dedi veli nimettir

Dedim eşi nedir
Dedi salih amel
Dedim tul-i emel
Dedi hıyanettir

Dedim ya felah nasıl
Dedi takvaya asıl
Dedim olmaya vasıl
Garibce bir gayrettir

Dua ile!
GARİBCE
29.12.2018

11 Aralık 2018 Salı

Yokdurur tanrı Allah’tan gayrı



Yokdurur tanrı
Allah’tan gayrı
Var iken Samed
Kimin ola hayrı

Yoktur tapacak
Çalap’tır ancak
Yol dediğin hep
O’na çıkacak

Kıldı ol Ulu
Felahın yolu
Resul bilmeyi
Muhammed kulu

İman gerektir
Yeri yürektir
Niyazım namaz
Dine direktir

İmanım vardır
Kalbim makardır
Tamamı anın
Dilde ikrardır

Savmı salatım
Haccı zekatım
Şartı İslam’dır
Yolu sıratım

Felah emeli
Hak’tan bilmeli
Yücelten onu
Salih ameli

Günahı dolu
Yoluysa yolu
Affeder Sultan
Garibce kulu

Dua ile!
11.12.2018
GARİBCE


10 Kasım 2018 Cumartesi

İktisadın Ekonomiye Evrilmesi ve Bağlam



Malum bizim bir iktisad anlayışımız vardı. Bu her alanda orta yolu tutmak demekti. İnançta bile. Gazalî’nin el-İktisâd fi’l-itikâd’ı İnançta Orta Yol demekti. Sonra “Sekinet (tüede, teennili hareket etme), iktisad, hal ve gidişatın güzelliği (es-semtü’l-hasen) nübüvvetin yirmi dört cüzünden biri” itibar edilmekteydi[1].
Geçimlikte iktisad maişetin yarısı idi[2]. Türkçemizde de “İşten artmaz, dişten artar” denirdi. Yani insan ne kadar çok çalışıp para kazanırsa kazansın, tutumlu harcamasını bilmezse bir şey artıramaz, demekti.
İktisad eden yoksulluk görmezdi[3].
Nafaka yükümlülüğü iktisad esası üzerine belirlenirdi[4].
Nehir kenarında olsan bile abdest alınırken iktisad gerekirdi[5].
Gel zaman git zaman devir değişti ve Sanayi devrimi yaşandı ve onun ihtiyaçları doğrultusunda ekonomi adında bir ilim oluştu. Biz ona da İktisad dedik.
Ne ki Ekonomi üretim ve tüketimin maksimize edilmesi anlayışı üzerine kurulmuştu. Belirleyici olan ekonomik adamdı ve ekonomik adam üretici ise üretimi tüketici ise tüketimi maksimize etmeye odaklanmış bir zihniyeti temsil ediyordu. Başka bir ifade ile ekonomi demek daha çok üretmek daha çok tüketmek demekti.
Bizim iktisadımız olabildiğince müstağnilikti[6] ve ihtiyaç kadar üretmek ve tüketmekti.
Ekonomi ise daha çok üretmek için daha çok tüketmek esasından hareketle yeni ihtiyaçlar yaratma çabasındaydı ve ihtiyaç olduğuna inandırılan şeylerin kahir ekseriyeti ise aslında ihtiraslarımızdan ibaretti.
İmdi sanayi dönemi bilimi olarak ortaya çıkan ekonomi eski dilde İktisad ile karşılanınca bu yeni içeriği ile ister istemez temel metinlerimizdeki iktisada yabancılaştık. Hatta onlara yeni anlamını yüklemeye çalıştığımız bile oldu.
Bu yazının amacı, bu örnek üzerinden bizim temel metinlerle yüzleşirken ne gibi problemlerle karşılaşabileceğimize bir ışık tutmaktı. Dolayısıyla metinleri kendi özgün bağlamları içinde anlamaya çalışmamızın gereğini vurgulamaktı.
Bağlama  bakılması anlamın sağlaması demekti.

Dua ile!
10.11.2018
GARİBCE


[1] المنتخب من مسند عبد بن حميد ت صبحي السامرائي (ص: 183) قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «التُّؤَدَةُ وَالِاقْتصَادُ وَالسَّمْتُ الْحَسَنُ جُزْءٌ مِنْ أَرْبَعَةٍ وَعِشْرِينَ جُزْءًا مِنَ النُّبُوَّةِ»
[2] أمثال الحديث لأبي الشيخ الأصبهاني (ص: 128): قَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «الِاقْتِصَادُ نِصْفُ الْعَيْشِ»
[3]  مسند ابن أبي شيبة (1/ 260) قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ:  مَا عَالَ مَنِ اقْتَصَدَ
[4] التجريد للقدوري (10/ 5112)
[5] الطهور للقاسم بن سلام , I, 192:   قَالَ أَبُو الدَّرْدَاءِ: «اقْتَصِدْ فِي الْوُضُوءِ وَإِنْ كُنْتَ عَلَى شَاطِئِ نَهَرٍ»
[6] مسند البزار = البحر الزخار (3/ 160) مَنِ اقْتَصَدَ أَغْنَاهُ اللَّهُ، وَمَنْ بَذَّرَ أَفْقَرَهُ اللَّهُ وَمَنْ تَوَاضَعَ رَفَعَهُ اللَّهُ

14 Ekim 2018 Pazar

EHLİ SÜNNETİN USUL ANLAYIŞI




Bugünlerdeki tatsız tartışmalar, tekfir ve tadlile varan saldırılar karşısında 2014 tarihinde İSAV’ın gerçekleştirmiş olduğu EHLİ SÜNNET SEMPOZYUMU  EHLİ SÜNNETİN USUL ANLAYIŞI adlı etkinlikte sunmuş olduğum müzakere metnini hatırladım da bir takım tasarruflarla sizlerle paylaşayım dedim.

Biz, burada Ehli sünnet ve’l-cemâat kavramı hakkında bazı düşüncelerimizi seslendirmek istiyoruz.
Arabî fizik ve kültür çevresi içinde şekillenen İslam’ın kaynaklarında pek çok benzetmenin, içinde yaşanılan hayat şartlarından ödünç alındığı bilinir. Bu arada kullanılan benzetmelerden biri de çoban ve onun sorumluluğundaki sürüsüdür.
Sorumluluğu çobana tevdi edilen kuzucukları gütmek ve sağ salim istenilen yere götürmenin en güvenli şekli nedir? Çobanlık yapanlarınız bilir: Kuzucukların istikamet kaybetmemeleri için tutmaları gereken bir yol olmalıdır. Yolun tutulması, aynı yerden daha önce geçenler tarafından bırakılan izlerin takip edilmesidir. Herkesin kendince bir yol belirlemeye kalkışması hem imkânsız hem de risklidir. Çölde ve bizim memleketimizde kışın her tarafın karla kaplı olduğu zamanlarda, önceden bırakılan izlerin yol halini almış olması ne kadar hayatî önem taşır. Bu durum, hepimizin malumudur. O, halde güvenli bir seyrü sefer için öncekilerin yolunu tutmak gerekir. Bu da onların izlerinden ayrılmamayı gerekli kılar.
İkinci önemli olan husus da bu yoldan gitmenin özgüvenini birlik ve beraberlikle yaşamaktır. Gene aynı misalimizde kuzucuklar, başı çeken öncülerinin arkasına düşer, başlarını birbirlerine sokarak bir ana gövde oluştururlar ve kendilerinden emin bir halde öncekilerin yolu üzerinde yol alırlar. İşte bu sırada içlerinden aykırı olanların sürüden ayrılarak gördükleri yeşilliğe meylettikleri olur. Bu anda çoban devreye girer ve onu kendince uyararak, bazen taşlayarak, bazen üzerine köpek salarak onun sürüye yeniden katılmasını sağlar. Direnen ve inatçılık gösterenler sürüden ayrılırlar. Bunlar dağda, kırda, bayırda başı boş bir halde kalırlar ve sonunda kurda kuşa yem olurlar.
Sürünün, arkasını toplayarak gitmesi gerekir. İçindeki hasta olanları, arkada kalan kötü tokluları da olabildiğince kollamak ve onların sürüden kopmamasını sağlamak lazım gelir. Bu itibarla, yerine göre ileri gidenleri durdurmak ve “vasat bir seyir” tutturmak gerekir.
Bazen sürü çobansız kalır ve sürüde bölünmeler, toplu kopmalar yaşanır. Bu sürü için en büyük felakettir.
Sürü için, çobanın kim ve nasıl seçilmesi önemli değildir; önemli olan sürüyü kolluyor ve iyi güdüyor olmasıdır.
Bu benzetme, geleneksel hayat tarzında herkesçe bilinen, gözlemlenebilen bir gerçekliği anlatır.
Müslümanlar, daha başta bir imam olmadan ümmetin helak olacağının idrakine varmışlardır. Hz. Peygamber’in naaşı daha ortada iken, böylesine bir arayış içine girmeleri bunun bir kanıtı sayılabilir.
İslam’ın ana gövdesi nasıl oluşturulmalı ve korunmalıdır? sorusu daha baştan beri her zaman var olagelmiştir.
Burada dün ve bugün anlatılanlardan Ehl-i sünnet ve’l-cemâat kavramının Hz. Peygamber ve sahabe döneminde olmadığı ve ıstılah olarak en azından daha sonraki dönemlerde ortaya çıktığı anlaşılıyor. Ama daha baştan beri “ülü’l-emr” durumunda olan müslümanların İslam’ın ana gövdesini koruma kaygısı içinde oldukları görülüyor.
Bunun için her şeyden önce bir yol tutmak gerekiyor. Bu, en başta Hz. Peygamber, arkasından sahabenin geride bıraktığı izlerin takip edilmesi şeklinde gerçekleşiyor. Bu iz sürme, bizim de onların vardığı yere ulaşabilmemizin garantisi kabul ediliyor. İşte bu hayat tecrübesi ve anlayış, izlerin oluşturduğu yol anlamına gelen “sünnet” kavramını öne çıkarıyor.
Yolda bölük pörçük değil, hep birlikte huzur ve özgüven içinde gidebilmenin imkânı, “cemaat” kavramını önemli kılıyor. O’na kul olduğunu kabul eden, O’na giden yola süluk eden herkesi olabildiğince kucaklamak gereği, ehli kıble olanların tekfir edilmemesini, içinde günahkâr olanların dışlanmamasını, amel bakımından zayıf olanların geride bırakılmamasını gerektiriyor. (Ümmeten vasatan).
Bu cemaatin hayat boyunca beslenmesi için bilgi kaynaklarına ihtiyaç duyulduğunda, toplayıcı anlayış gereği bölücülük, inhisarcılık yapılmaması gerekiyor. Bilgi kaynakları olarak sahabenin tümünün udûl (şahitlikleri kabul edilebilir derecede güvenilir) kabul edilmesi, bunun için bir gereklilik görülüyor.
Ümmetin başsız kalmasının felaket olacağı bilindiği için imam tayininin vacip olduğu anlayışı benimseniyor. Burada Hz. Peygamber’in yerini kimin dolduracağı sorunu karşımıza çıkıyor. Bu sorun, onun mutlak otoritesinin verasetle intikal etmeyeceği, ancak onun ümmeti tarafından temsil edilebileceği, onun masumiyetinin belli bir zümre ya da şahısta değil, ancak ümmetin tümünde tecelli edeceği ilkesi ile aşılmak isteniyor. Böylece ümmet kimi seçerse, imamın o olacağı esası kabul ediliyor.
Tarihçeye kısaca bir bakacak olursak şunlar gözüküyor: Bilindiği gibi Hz. Peygamber döneminde Arap yarımadası İslam birliğine kavuşmuştu. Hz. Ebû Bekir döneminde, İslâm’ın kurucu ilkelerini birbirinden ayırma çabaları görüldü, bunlara karşı önlemler alındı ve yerine göre şiddete başvuruldu. Hz. Ömer zamanında müslümanlık özgüven kazandı ve büyük fetih hareketleri başladı. Hz. Osman’ın son dönemlerinde yönetim zaafıyla birlikte içte huzursuzluklar baş gösterdi ve gelişmeler onun şehit edilmesiyle sonuçlandı. Artık şiraze kopmuş, sayfalar dağılmıştı. Hz. Ali dönemi toparlanma ve “yoldan çıkanları” yola getirmenin uğraşları ile geçti ve müslümanlar iki büyük kısma bölündü. Ana gövde ikiye ayrıldı, kimin nerede yer alacağının kargaşası yaşandı. Muaviye döneminde Hz. Hasan ile yapılan anlaşma sonucunda ana gövde yeniden birleşti ve o yıla “cemaat yılı” adı verildi. Birlik sağlanmıştı ama şimdiye kadar epey bir bedel ödenmişti.
İşte bundan sonra bu ana gövdenin bir daha parçalanmadan bir arada tutulabilmesinin arayışları başladı. Bu arayışlarla birlikte ana gövdenin bir arada tutulmasının ideolojik, teorik ve fikrî zeminlerinin de atılmaya başlandığını tahmin ediyoruz. Bu süreçte sürekli vurgulanan iki kavramın “sünnet” ve “cemaat” olması, bu birlikteliğin ancak bu iki yolla sağlanabileceği inancının yaygın bir şekilde paylaşılmasının bir sonucu olmalıdır. Bu birlikteliğin korunmasında geçmişi sorgulayıcı ve suçlayıcı bir üslup kullanmak yerine, onların sonuçta içtihat etmiş olduklarını ve kendilerince mazeretlerinin bulunduğunu dillendirmek de etkin olmuştur.
İmamın, meşruiyeti için ümmet tarafından seçilmesi esas iken, meşruiyeti ümmet hakkındaki tasarruflarının maslahata menût olup olmamasında arama ve istîlâ gibi fiilî durumu kabullenmenin izahı ise, direnme halinde daha ağır bir bedel ödeme endişesinin taşınması olmalıdır.
Sözünü ettiğimiz bu süreçte kavramlar da bu doğrultuda oluşuyor ve içleri ona göre yeniden dolduruluyordu: Örneğin sünnet, sadece Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirleri değil, aynı zamanda Râşid halifelerin ve sahabenin de başlatmış olduğu ve sürüp gitmekte olan uygulamalarıdır.
Bu süreçte oluşan önemli bir diğer kavram da cemâat kökünden türemiş olan “icmâ’dır. İcma, herkesin kabul ettiği şekliyle müslümanların özelde sahabenin üzerinde görüş birliği ettiği şeydir. Burada akla gelenler şunlardır: Hz. Peygamber’in masumiyeti ve mutlak otoritesi, verasetle intikal etmeyeceğine göre ancak icma kurumu aracılığı ile onun ümmetinde tecelli eder. İcmaın, tüm ümmetin birleşmesi anlamında imkânı ise ancak sahabe ile sınırlı kalır. Öyle ise kurtuluş, sahabenin üzerinde bulunduğu yolu takip etmektir. Bu, zımnen icma dışında Hz. Peygamber gibi kabul edilen başka otoritelerin varlığını inkâr anlamına gelir. “Allah’ın eli cemaat üzerindedir, ayrılıkta azap vardır”. “Müslümanların güzel bulduğu şey, Allah katında da güzeldir”.
İslâm’a aidiyeti iddia edilen her bir şeyin meşruiyeti “sünnet”in içinde olmakla belirlenmeli, dışında kalanlar, sonradan katılmaya çalışanlar “bid’at” kabul edilmelidir. Her bidat, anayoldan sapmak demektir. Yoldan sapanları helak beklemektedir.
Âmu’l-cemâ’dan sonra da Ehl-i beyt yanlıları muhalefetlerini hep sürdürdüler. Şî’atu Ali kavramı, zamanla giderek keskinleşen ve ideoloji şeklini alan bir mahiyet kazandı ve bilindiği gibi Şî’a fırkası oluştu. Bundan sonra tarih, marjinalleşen diğer gruplar üzerine bir sünger çekti, mücadelede varlığını sürdüren şîa ise hep var oldu ve kendi usul ve fıkhını oluşturdu. Sonunda mücadele sanki bu iki fırka arasında imiş gibi bir hal aldı ve “sünnîlik” bir anlamda “Şî’a” karşıtlığı anlamı kazandı.
Günümüze geldiğimizde bütün bu yaşananların geride kaldığını düşünerek, İslam’ın bütün müslümanları içine alacak şekilde ortak paydalarının (usul ve esaslarının) yeniden belirlenmesi ve değerlendirilmesinin mümkün ve gerekli olduğunu düşünüyoruz. Dün Mutezile gibi ehli sünnet dışı sayılan mezhepleri, bidatçi nitelemesiyle, teşeyyü damgasıyla dışlanmaya çalışılan her türlü mirası yeniden değerlendirip, eleyip, gözden geçirip yeni bir usul anlayışı geliştirmek gerekir. Yani bugün için bizim müslümanlığımızın esasları neler olmalıdır? Fıkhımızın usulü yani esasları neler olmalıdır? Sözgelimi bunu fıkıh için söz konusu edersek, usulün üç anlamı vardır. Birincisi fıkhın temelleri anlamındadır. Biz müslümalar için fıkhın olmazsa olmazları anlamında temelleri istikra yöntemiyle tespit edilmelidir. Mest üzerine meshetmeyi caiz görmek gibi ancak dış kapının mandalı olabilecek bir konunun, sünnîliği belirlemede kıstas olması gibi tutum ve tavırlardan vazgeçilmelidir. İslam ahkâmı en ortada çok güçlü bir merkez (mihver) oluşturacak şekilde, birincil, ikincil, üçüncül… halkalar şeklinde belirlenmelidir.
Usulün ikinci anlamı fıkhın kaynaklarıdır. Vahyin kriterliğinde ve kendi bütünlüğü içinde bir deliller hiyerarşisi oluşturulmalıdır. Pratik bir değeri olmayan anlamsız tartışmalardan vazgeçilmelidir.
Usulün üçüncü anlamı ise fıkhî sonuçlar elde etmek için kullanılan metodolojidir. Bu sonuncusu tamamen araçsal değeri olan bir konudur. Bu alanda, biz müslümanların dışında geliştirilmiş yol ve yöntemlerden de yararlanmanın imkânı olmalıdır.
----oOo----
İslam’ın ana gövdesi olan/ olması gereken Ehli sünnet ve’l-cemâatın kucaklayıcı ana gövdenin oluşumu ve korunması ile ilgili safha safha nasıl bir usul geliştirildiğinin seyrini açık ve net olarak görmek gerekir.
Ehli sünnet ve’l-cemâatın oluşumu sürecinde üç temel kavram bulunmaktadır: Sünne, cemâ’a ve imame (hilâfe).
Bunlar kısaca yukarıda açıklanmıştır. Hal böyle iken onun Şia ya da belli bir fırkaya karşıtlığa indirgenmeye başladığı andan itibaren, ehli sünnet ismi, kucaklayıcılığını kaybeder ve o da bölücü, dışlayıcı, parçalayıcı ve hatta tekfirci ve tadlilci bir özellik kazanır. Oysa yukarıda örnek üzerinden de anlatmaya çalıştığımız gibi ehli sünnetin, ümmetin tümünü kucaklayıcı bir söyleme ve tavra sahip olması gerekir.
Bu tavrın gereği olarak sahabenin tümünün haberlerinin kabul edilebilirliği ilkesinin kabullenilmesi, keza içtihatta isabet fikrinin benimsenmesi ile sevad-ı azamın bir arada tutulma kaygısı önemli gözükmektedir.
Diğer taraftan kayda değer bir husus da ehli sünnetin vaktiyle karşı çıktığı şeyleri zamanla içselleştirmiş olmasıdır. Bu tavır, istikrar içinde değişimin teminatıdır. Hiçbir toplumsal olgu, kurum ya da kuruluş hep aynı kalarak sonsuza kadar varlığını sürdüremez. Güneş, parlaklığını, içindeki sürekli patlamalarla (değişkenlikle) sağlar. Sabit kalsaydı, o da diğer yıldızlar gibi sönmeye yüz tutardı. Belli ki ehli sünnet, vaktiyle karşı çıktığı şeyleri kendi içine alarak eritmekte ve onlarla beslenerek varlığını bu şekilde sürdürebilmekte ve hayatiyet kazanmaktadır. Gelenek, kendi bidatlerini oluşturur ve bir süre sonra onları kendisine mal eder ve vaktiyle bidat olan şeyler şimdi geleneğin bir parçası olur, yeni bidatler oluşturulur, içselleştirilir… ve süreklilik ancak bu şekilde olur.
Buna göre sonuçta ehli sünnetin tek bir şeklinin ve esasının olmadığını söylemek gerekir. Günümüz için ehli sünneti, Allah’ın bütün kullarını kucaklayacak ve kendisinin müslüman olduğunu kabul eden herkesi içine alabilecek bir genişlikte yeniden tarif etmek ve esaslarını yeniden belirlemek, çağdaş sorunların üstesinden gelebilecek bir iman ve inançla, olabildiğince geniş bir bakış açısına sahip kılmak gerekmektedir. Bizzat ehli sünnet adına kitaplarda yer alan esasların, ehli sünnet anlayışından çok, inhisarcı, bölücü, dışlayıcı bir tavra daha yatkın olduğunu söylemek gerekir. Nitekim, o sempozyumda tebliğ sunan Âyetullah Vâizzâde Horasanî’nin üslubunun, ehli sünnette olması gereken üsluba daha yakın olduğunu belirtmek gerekir. Ehli sünnet ve’l-cemâat, olmak bütün grupları, fırkaları, mezhepleri kucaklayabilmek demektir.
Böylesine kucaklayıcı bir kimlik inşası için illâ da “Ehl-i Sünnet” kavramını kullanmanın zaruretine de inanmıyorum. Bunun için “İslam” ismi neden yeğlenmesin ki?! Allah bizi “müslüman” olarak isimlendirmedi mi: “Hüve semmâkümü’l-müslimîn…” (Hacc 22/78) Bu ismin bize daha çok yakışacağı ve daha kucaklayıcı olacağını düşünüyorum.
Hepinize saygı ve sevgilerimi sunuyorum.

Dua ile!
14.10.2018
GARİBCE



10 Ekim 2018 Çarşamba

Mehmet Savaş Hocam’dan iki öğüt



Birileri Mehmet Savaş ile ilgili “Hatırladığınız tavsiyeleri nelerdir?” diye bir soru sormuş.
Cevap olarak vehle-i ûlâda aklıma gelen cevap şu oldu:
Pek çok vesile ile tekrarladığı İslam’ın okuma/ bilgi emri ile başlayıp takva emri ile sonlanması onun sanırım en önemli tavsiyesidir. Yani okuyarak ilim tahsil ederek başlayacaksın ama bu seni mutlaka takva erdemine ulaştırmış olacak.
“Men lem yemüdde yedehû yemuddü riclehû” sözünü de hocamızdan hatırlıyorum. Zengin ya da makam ve mevki sahiplerine karşı elinizi uzatırsanız, o zaman onların yanında ayağınızı uzatamazsınız; yani fikrî özgürlüğünüzü kaybedersiniz, onlar karşısında el pençe divan durmak zorunda kalırsınız anlamında.
Hocama hayırlı uzun ömürler dilerim.
Dua ile!
10.10.2018
GARİBCE



6 Ekim 2018 Cumartesi

Allah’ım sanadır şikâyetim




Allah’ım sanadır şikâyetim[1]
Yetmedi, yetmiyor takatim
Bir şey gelmiyor elimden
Kimse anlamıyor halimden
Çaresizim.
Dilimse lal.
“Eski hal muhal!
Ya yeni hal, ya izmihlal!”
Ya muhavvile’l-havli ve’l-ahvâl!
Ya aklımı başımdan al,
Ya bana bir çare sal!

06.10.2018
GARİBCE



[1] قَالَ اِنَّـمَٓا اَشْكُوا بَثّ۪ي وَحُزْن۪ٓي اِلَى اللّٰهِ وَاَعْلَمُ مِنَ اللّٰهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ
"Yakub, "Ben tasa ve üzüntümü ancak Allah'a arz ederim. Ben Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim" dedi."  (Yûsuf 12/86)

Yaşat ki sen de yaşayasın!



وَاِنْ كَانَ ذُوعُسْرَةٍ فَنَظِرَةٌ اِلٰى مَيْسَرَةٍۜ وَاَنْ تَصَدَّقُوا خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ
"Eğer borçlu darlık içindeyse ona eli genişleyinceye kadar mühlet verin. Eğer bilirseniz, (borcu) sadaka olarak bağışlamanız, sizin için daha hayırlıdır."  (Bakara; 280)
Ulemamız der ki: Darlık içinde olana sadaka vermek kurbettir. (Kurbet, kendisi ile Allah’a yaklaşılan ibadetvari özel davranışlardır.) Borcu silmek, ona eli bollaşıncaya kadar mühlet vermekten daha üstün bir meziyettir. Bunun delili de şudur:
Huzeyfe (r.a.) Hz. Peygamber’den (s.a.s.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
Melekler, sizden önceki kavimlerden bir adamın ruhunu aldılar.  Ona dediler ki:  “Ne hayır işledin?”
O cevap olarak: “Ben adamlarıma  ‘ödeme gücü olup da  o an için eli darda olanlara mühlet verin, darlık içinde olup ödeme yapamayacak durumda olanların da borçlarını bağışlayın!’, derdim” dedi.
Bunun üzerine Allah Teâlâ, meleklerine “Siz de onu bağışlayın!” buyurdu. (İbn Arabî, Ahkâmu’l-Kur'ân, (Beyrut 1987) I, 246.
Sömürü ve fırsatçılık yok.
Acil ihtiyaçtan satılık malların öldü fiyatına alınmasında devlet aramak ne mümkün!
Aksine yaşat ki sen de yaşayasın!
Müşteri velinimettir. Çünkü müşteri olmazsa senin malın neye yarar ki!
Adam tıkanmış, o anda boğazına duran şeyi aşırtmak için her şeyini vereceği bir çaresizlik içindedir. Senin vereceğin ise bir yudum su! Sen o suyu esirger de adam ölürse sen de kaybeden olacaksın. Ama yaşatırsan, o da seni yaşatmaya devam edecek.
Zekât fonundan biri de gârimîn zümresi yani borçlu olanlardır. Kurulu bir düzenin çarkı döndüğü sürece herkes kazanır. Çarkı döndüren su kesildiği zaman ondan ekmek yiyen herkes birlikte kaybeder. Bu itibarla ey varlık sahipleri ve ey alacaklı olanlar! Müşterilerinizi veli nimet bilin ve ödeme gücü olup da an itibariyle eli darda olanlara mühlet verin. Bilin ki bu hakîm olan Allah’ın emridir. Verin ki  dönen çark dönmeye devam etsin. Aksi halde tıkanıklık, boğaza duran nesnenin aşırılmaması halinde helakle sonuçlanacağı gibi işyerleri enkaza döner ve yıkıntı altında sadece sahibi kalmaz, ondan istifade eden pek çok kimse kalır. Uzun vadede asıl varlık sahipleri kaybeder.
Din dilinde bu gerçeklikler dünya ahiret dengesi üzerinden anlatılır. İnsanların orada karşılaşacakları felah hali asıl buradaki salah hallerine bağlıdır. Burada onanlar ancak orada esenlik yurduna konarlar.
Hele bir de ödeme gücü olmayanların borcunu tümden sildin mi var ya! İşte onun karşılığı hesapsız sualsiz aklanmak olur.
İhsan sahiplerine selam olsun!
Dua ile!
06.10.2018
GARİBCE


18 Eylül 2018 Salı

HAK



Karganın  gâk demesi haktır.
Eşeğin anırması, atın kişnemesi, bülbülün ötmesi de.
Örümceğin ağ örmesi de arının bal yapması da.
Hak, öz gerçekliktir.
Hak, her şeyin yerli yerinde olmasıdır.
Hak, özün pak, yüzün ak olmasıdır.
Hak, ancak Hakk’ın hak dediğidir.
Hak ölçütlerine vurulduğunda hak çıkandır hak.
Kimi hak vardır, özdedir. Hak bahşetmiştir. Yaratılış itibariyle insanlığımızda içkindir. Onlara sahip olmak için kimseye minnet borcumuz yoktur.
İnsan olmak hasebiyle bir takım haklara sahip oluşumuz buna sebeptir. İnsaniyetliğimize kimsenin dokunması hak değildir.
Emanete riayet ettiğimiz sürece bu hakkı bizden kimse alamaz.
Emanet ise insan olmanın bilinci ve sorumluluğudur.
Bu kabil Hakk’ın bahşettiği haklara sahip olmak için ne imana ne de emana ihtiyaç vardır.
Yaratıp var eden Hallâk’tır. Rızık verip yaşatan Rezzak’tır; hem Rahîm’dir hem Rahmân’dır. Ve daha nice esmayı hüsnanın tecellileri vardır. Hepsi haktır.
Bir takım haklar da vardır ki, ancak hak etmişlikle elde edilir.
Kazanç, kazanılan şeyin adıdır.
Ücret emeğin karşılığıdır.
Kâr, yatırım ve risk karşılığıdır.
Bağda izi olanın yemeğe yüzü olur.
Sofrada tuzu olanın yemeğe yüzü olur.
Buna mukabil, tarlada izi olmayanın harmanda yüzü olmaz.
“İnsan için ancak çalıştığı vardır.  Şüphesiz onun çalışması ileride görülecektir. Sonra çalışmasının karşılığı kendisine tastamam verilecektir.”[1]
"Şu halde kim mü'min olarak bir salih amel işlerse, çalışması asla inkâr edilmez. Şüphesiz biz onu yazmaktayız."[2]
“el-Câlib merzûk ve’l-muhtekir melun!” buyrulmuştur. Yani üreten, taşıyan, katma değer oluşturan Rezzâk olan Allah’ın kefaletinde rızıklandırılmış kimselerdir. İhtikarcı, karaborsacı, rantçı, köşe dönücü, spekülatif işlemlerle kan emici ne kadar kimse varsa onlar da melundur. Allah’ın laneti onların üzerinedir.
Dünya bir oyundur ve burada herkes oyuncudur. Oyununun hakkını veren kazanır, alkış alır, oyununun hakkını vermeyen de yuhalanır; sahneden alaşağı edilir.
Varsıl da oyuncudur, yoksul da. Biri varlıkla sınanır, diğeri yoklukla. Kimisi açlıkla kimisi toklukla. Kimisi bollukla kimisi yoklukla. Herkes bir şekilde sınanır.
Oyunun hakkı, Hak tarafından belirlenen ölçütlerle hak bir şekilde belirlenir.
Oyuncuların kendilerine biçilen rolü oynamamak, rol değiştirmek, rol çalmak ve hatta istifa etmek gibi bir şansları yoktur. Senaryoyu değiştirmeye kalkışmaları da mümkün değildir.
İnsan için o zaman Hak olan belli: Üzerine binen rolün hakkını vermek. Ne eksik ne fazla! O kadar.
Ey insan! Taşkınlık yapma!
Kendini müstağni sanıp da Firavunlaşma, Hamanlaşma, Karunlaşma!
Hak et, hakkını ara ve hakkına razı ol.
Kimsenin hakkına tecavüz etme!
Hatta emrine amade kılınan doğaya bile!
İhtiyacın kadar ye iç ve tüket! İsraf etme. İsraf, hakkı tecavüzdür. Ben kazandım, parasını verdim deme. Senin verdiğin para elde ettiğin şeyin sadece sana ulaşmasında aracı olanların emeklerinin karşılığıdır. Nimetin kendisi ise her zaman bedavadır. Sana sunulan bir lütuftur. İnsan olarak diğer insanlardan üstünlüğün yoktur. Bu itibarla nimetlerden sadece ihtiyacın kadar yararlan.
İhtiyaç derken de sakın ihtiraslarını ihtiyaç gibi görme.
İhtiyaç dediğin ne ki: Belini doğrultacak bir lokma, ayıbını örtecek bir hırka. O zaman bunca tamah, bunca hırs niye?
Yetimin malını yedin mi? Belki hayır diyeceksin. Peki, kamu malını tırtıkladığın oldu mu? Aradaki farkı bildin mi?!
Unutma, hakkın hakkındır.
Kimisi mahza lütfu ihsandır. Kimisi ise ancak hak etmişliğin karşılığıdır. Hakkın ölçütleri sende değildir. Hakkım dediğin her şeyi Hakk’ın hak ölçütlerine vur! Hak etmişliğin varsa onu al! Ama hak etmişliğin yoksa sakın alma. Aldığın şeyin nimet değil, nikmet/ azap olduğunu, yediğinin “ateş tıkınmak”[3] olduğunu asla unutma!
Kızım sana söyledim. Gelinim kendim üstüme alındım.
Dua ile!
18.09.2018
GARİBCE




[1]  وَاَنْ لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰىۙ ﴿٣٩﴾  وَاَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرٰىۖ ﴿٤٠﴾  ثُمَّ يُجْزٰيهُ الْجَزَٓاءَ الْاَوْفٰىۙ ﴿٤١﴾  Necm 53/39 – 41.
[2] فَمَنْ يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتِ وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَا كُفْرَانَ لِسَعْيِه۪ۚ وَاِنَّا لَهُ كَاتِبُونَ Enbiyâ 21/94.
[3] اِنَّ الَّذ۪ينَ يَأْكُلُونَ اَمْوَالَ الْيَتَامٰى ظُلْماً اِنَّمَا يَأْكُلُونَ ف۪ي بُطُونِهِمْ نَاراًۜ وَسَيَصْلَوْنَ سَع۪يراً۟
"Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, ancak ve ancak karınlarını doldurasıya ateş tıkınmış olurlar ve zaten onlar çılgın bir ateşe (cehenneme) gireceklerdir."  (Nisâ 4/10)

9 Eylül 2018 Pazar

Elâ bizikrillâhi tatmeinnü’l-kulûb




Vermek ziyanda sandım
Gına alanda sandım
İkbal divanda sandım
Gönüldeymiş zenginlik
İç huzuru dinginlik
Yandım yandım ne yandım
Nedamete uyandım
Ne ki Hâdi etti de hidayet
Erdim ben de gerçeğe nihayet
Beyhude aramışım bahaneler bulup
Huzurun ardında saçım başım yolup
Settâr açtı, ufkumda çaktı ayet
Elâ bizikrillâhi tatmeinnü’l-kulûb[1]
09.09.2018
GARİBCE


[1] اَلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُمْ بِذِكْرِ اللّٰهِۜ اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُۜ
"Onlar, inananlar ve kalpleri Allah'ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur."  (Ra'd; 28)