Hafta sonu bu münasebetle Kıbrıs'ta olacağım. Neler yapılabilir diye arşivi karıştırırken vaktiyle hasbihal tarzında yazılmış bir yazıyı sizlerle paylaşabileceğimi düşündüm.
Onu tarihte yaşanmış bir kesitte değil, ufkumuzda bir ideal olarak görebilirsek işte o zaman ne mutlu bize.
Sevgiyle!
Garibce
12.04.2012
VE SEN EY SEVGİLİ PEYGAMBERİM!
Selâm sana ey kutlu peygamber!
Selâm sana ey kul peygamber!
Selâm sana ey başı arşa kadar yükselse de ayakları hep
yerde olan yüce insan, salâtü selâm olsun sana yüzlerce binlerce, küresel
dünyanın mazlumlarının ahu eninleri adedince.
Ne iyi etmiş de gelmiştin, dolunay gibi doğmuştun
üzerimize ya Rasûlallah! Her taraf kapkaranlıktı, süflî arzular ulvî duyguları
sarmala almış, belden aşağısına kilitlenmiş akıllar insanı şehvet çukuruna
düşürmüş, doğruya iletmesi beklenirken dümeni her türlü denaetin boy verdiği
bataklığa kırmıştı. Özünde küllenmiş, derununda saklı kalmış masum fıtratın can
havliyle, maşeri vicdanın derinden gelen sızlamalarıyla uğraştıkça daha da çok
batıyordu… Ufuk kap karanlıktı, ya Rasûlallah! İnsanlığın giriftar olduğu bu
girizgahta tünelin ucunda en ufak bir ışık yoktu. İnsanlık güneşi tutulmuş, ayı
uğursuzlar çalmış, yıldızları çapul edip gökten süpürmüşlerdi. Üstümüzde gök
bile yoktu, sanki bir kâbus gibi çökmüştü üzerimize karanlık ve her şey el
yordamıyla götürülüyordu, nice insan odun topluyorum diye kendi helâkini hazırlamak
üzere hurcuna yılan dolduruyordu.
Ve sen ey Peygamberim, ne kadar çok bekleniyordun.
Seni herkes bekliyordu. Ama zayıflar, çaresizler, umudunu yitirmişler herkesten
daha çok bekliyorlardı seni. Köleler vardı bunların başında! Anaları hür
doğurmuş bu insanlar, nasıl olmuştu da gene kendileri gibi doğrulmuş diğerleri
tarafından köleleştirilmiş, boyunduruk altına alınmışlar, insanlıkları
unutturulmuş, mal muamelesi görmekteydiler. Alınıp satılır, efendisinin ödediği
bedeli çıkartmak için hayvan gibi çalıştırılırlardı. Dişi ise şayet, gerekirse
etini satıp efendisini doyurmak zorunda kalırdı.
Kadınlar belki seni daha da çok beklemekteydiler.
Onlara insaniyetlerini öğretecek, hayatı erkeklerle eş olarak paylaştıracak,
onlara kucak açacak, merhamet kanatlarını gerecek, yüzlerine gülecek, doğum
müjdesini sevinçle karşılamayı öğretecek, onları yetiştirip yuva kurmaları için
gayret sarf edenleri cennetle müjdeleyecek, içlerinden çocuk doğuranlara
anneliği, cennetin ayaklarına serileceği bir paye olarak lütfedecek, en insanî şekliyle
onu nikâhla edinilen ve istendiği gibi kullanılan ve istendiği gibi atılan bir
meta olmaktan çıkarıp evlilikte eş (zevce) kılacak ve hayatı paylaşacağı eşine
karşı vazifeleri kadar haklarının da olduğunu haykıracak, evliliğin
amacını hayvanî güdülerin tatmininden ibaret görmeyip, onu süflî arzuların giderilmesi
olmaktan çıkarıp insanî kökten gelen “ünsiyet”le izah edecek ve “kadınların,
erkeklerin diğer yarısı” olduğunu insanlığın sağır olmuş kulaklarına
haykıracak ve bütün bunları sözde bırakmayıp hem kendi özünde, hem de insanlığa
mal olacak şekilde önderlik ettiği toplumda uygulamaya koyacak bir kutlu eli ne
kadar çok beklemedelerdi.
Ve sen ey sevgili Peygamberim! Ya mazlumlara,
kimsesizlere ne demeli. Malını satmış, bedelini alamamış, haksızlığa uğramış,
dava edecek bir merci bulamamış, birkaç bahadırın ve senin de içinde bulunduğun
“Hılfulfudul”ların o cılız seslerinden medet umar hale gelmiş bu kimsesizlerin
velisi, hamisi olacak, sadece haklarını isteyen, emeklerinin karşılığını almaya
çalışan bu kimsesizlerin penahı, sığınağı olacak birini elbette beklemekteydiler.
Onların imdadına yetişen de sendin ya Rasûlallah!
Ve sen ya Rasûlallah! Sen gelmeden insanların şerefi
soyuyla, sopuyla, derisinin rengiyle, mallarının çokluğu ile ölçülüyordu. Sen gelmeseydin
Bilal’i kim tanır, Suheyb’e, Selman’a kim itibar ederdi. Derisi kazan karası
gibi olan Üsame, içlerinde Ebû Bekir’in de bulunduğu bir İslâm ordusuna nasıl
komutan olurdu? Yoksulluktan ağızları kokan, açlıktan karınlarına taş bağlayan
nice insanımız, senin önderliğinle kazandıkları erdemlerle, getirdiğin ilme
kalplerini ve kafalarını açmalarıyla medeniyetimizin birer sütunları oldular ya
Rasûlallah!
Seni aslında herkes beklemedeydi, canlılar, cansızlar,
cinler, melekler… bir şekilde yolunu gözlemekteydiler. Cinler seni dinlemeye
geldiler ve uğurlu mesajını kendi âlemlerine taşıdılar.
Yerde sürünen yılan, sevgilin Ebû Bekir’in ayağını
neden sokmuştu? Sığındığınızda mağaraya o büyük insan etrafı kolaçan etmiş ve
öylece içeri girmiştiniz. İçinde bulunduğunuz baskılar, yol yorgunluğu,
sıkıntılar hep bir araya gelmiş ve onun dizine o kutlu başını koyarak dinlenmekteydin.
O sırada yâr-ı gâr, orada bir delik olduğunu sezmiş ve herhangi bir haşarat
çıkar da sana zarar verir diye, deliği yalın ayağı ile tıkamıştı. Ve o an büyük
bir acı duydu, belli ki bir yılan ısırmıştı ayağını. Fakat sen dizi
üstündeydin, hiç kıpırdamadı sen rahatsız olmayasın diye, ama o da bir can
taşıyordu, gözünden yaş gelmesine engel olamamıştı, yanağından yuvarlanan sıcak
göz yaşları senin gülden yanağına düşmüştü ve sen işte öyle anlamıştın onun
ıstırabını. Meğer yılan da, yıllardır senin yolunu bekleyen binlercesi gibi
seni görmek için ta oraya gelmişti. Ama seninle arana etten bir engel girmişti,
sadece o engeli kaldırmak için ısırmıştı, yoksa senin can yoldaşını zehirlemek
olur muydu ya Rasûlallah!
Kabe seni bekliyordu, temizlenmek için putlardan, fal
oklarından, anlamsız merasimlerden, o Hz. İbrahim’in kutlu elleriyle inşa
edilişinin amacından saptırılmış, işlevini yitirmiş, ticarî meta haline
getirilmiş Kabe, neden karalar giymişti dersin ya Rasûlallah! Aslında etraftaki
putlar da seni bekliyorlardı, anlamsız secdelere duvar olmaktan bıkmışlar, “Hak
geldi bâtıl zail oldu” diye senin bir işaretini bekliyorlardı, Hakk’a
secdeye kapanmak için… Ve de öyle olmuştu. Seninle daha nice putlar devrilecekti
ya Rasûlallah!
Gençliğinde yük taşımış ve şimdi yaşlanmış olduğu
için ölüme terkedilmiş develer, merkepler... senin âlemlere rahmet oluşunla
ilgili olarak hayatlarını idame ettirebileceklerdi. Karnı doyurulmayan, haşarat
tutup yemesi için serbest de bırakılmayan ve hapsedilerek açlığa ve ölüme
mahkum edilen bir kedi yüzünden sahibesini cehennemle korkutan, susuzluktan
dili sarkmış kehleyen bir köpeği, canını tehlikeye atarak ikinci kez kuyuya
inen ve su doldurup ağzıyla taşıdığı ayakkabısı ile sulayan fuhuş bataklığına
düşmüş bir kadını cennetle müjdeleyen bir peygamberi hangi canlı beklemezdi ki
ya Rasûlallah!
Günahkârlar bekliyordu seni ya Rasûlallah! Eğer iş şu
insanlara, senin kutlu mesajından gafil din adamlarına kalsaydı var ya, din
adına ne kafalar kesilir, nice ümitvar insanlar umutsuzluk batağına atılırdı. “Gel!
Gel! Her ne olursan ol yine gel!” davetini yapan Mevlanalar, Yunuslar…
senin dergahından yetişti ya Rasûlallah! Eğer senin tövbe öğretin olmasaydı,
herkesin tertemiz dünyaya geldiğini haykırmasaydın, tövbe edenin hiç günah
işlememiş gibi olduğunu duyurmasaydın işlerimiz, akıbetimiz ne olurdu ya
Rasûlallah! Günah batağına batmış, nice insan saplandıkları bataktan
kendilerine uzanacak bir el beklerler ama hep tekme yerlerdi. Ve nihayet sen
geldin de sevgiyle, şefkatle uzattın onlara gülden ellerini. O el tutulmaz mı,
öpülmez mi, koklanmaz mı ya Rasûlallah! “Şefaatim, ümmetimden büyük günah
işlemişlere olacak” buyuran da sensin. “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmayı”
öğrettin inananlara. Gecenin, karanlığı ile her şeyi örttüğü gibi, O’nun da
rahmeti ve sevgisiyle nice günahları bürüdüğünü, dolayısıyla bizim de örtücü
olmamız gerektiğini sen öğretmiştin. Hem günahsız olmak ne demek. Kula, insana
yakışır mı acep. Mecdelli Meryem, senin peygamber kardeşin kul İsa’ya zina
ettiği isnadıyla getirilip, taşlanarak öldürülmesi istendiğinde, o şefkat
peygamberi, “ilk taşı içlerinden günahsız olan kişinin atmasını” istediği
zaman, çıkan gitmiş, çıkan gitmiş ve nihayet yanında sadece kadıncağız
kalmıştı. Düşünün bir kere Yaratıcının nasıl settâr olduğunu. Eğer, bütün
günahlar, içki gibi sarhoşluk verseydi, acaba dünyada ayık kimse kalır mıydı?
Ben kendi hesabıma söyleyeyim, Settâr olan Yüce Allah, eğer işlediğim
günahları, kusurları, aklımdan geçen ve çoğu kez yüzüm kızararak hatırladığım
düşünceleri kendime dahi unutturmasaydı, eminim ki insan olarak hiç kimsenin
yüzüne bakamazdım. Allah, kendi yapıp ettiklerimizi bize bile unutturuyor ve
böylece örtüyor. Örtüyor ki, biz de onun ahlâkıyla ahlâklanalım ve biz de
örtücü olalım.
Ve sen ey Peygamberim! Umut dağıtan rehberim! Nice
kanları heder kılınanları, haklarında ölüm fermanı çıkarılmış olanları bile
affetmiş bulunan yücelik timsalim, hoşgörünün adresi sultanım. Elimizde bir
mühür, önümüze gelenin alnına kâfir damgası basma yarışına girmiş bizler,
örnekliği senden almış olabilir miyiz? Bu nasıl mümkün olur ya Rasûlallah!
Tarih boyu insanlar senin getirdiğin dinin mayasıyla
oluşan anlı şanlı bir medeniyetin içinde buldular kendilerini, yolun yolları
oldu, huzur devşirdiler senden ve o huzuru Medine’den dalga dalga yayılan
fetihlerle nice iklimlere taşıdılar, öyle oldu ki ya Rasûlallah, “dünyada en etkin
kim?” sorusuna, insanlar hep bir ağızdan senin adınla cevap verdiler. Sanki
dünya senin için dönüyor ve senin adın her dem semalarda çınlıyor, arşa
yükseliyordu, hem de arşın sahibinin adının yanında ya Rasûlallah!
Öyle sevildin ki ey sevgi peygamberi, adın adları
oldu. Dünyanın en muazzez ordusu ancak senin ocağında yetişirdi. Bu muazzez
orduda sana yabancı olamazdı. Bu bilinçle, ordularımızda her nefer senin adını
almış ve senin adınla anlı şanlı Mehmetçik olmuştu. Bu satırların yazarı 31
kişilik bir sınıftayken, yedi arkadaşının adı senin adındı ya Rasûlallah! İslâm
ümmetinin hamisi Osmanlı Devlet-i Aliyyesi, o ulu çınar yıkılmış ve yerine taze
bir fidan gibi yeniden dirilişi gerçekleştirmek için top yekûn yola çıkma
arayışları belirmişti. Onların başında senin adını taşıyan birisi vardı ve sarıklılarla
kalpaklıların birlikte yola baş koydukları istiklal sevdalısı, ümmetin yeni
umudu yüce mecliste onlarca senin adını taşıyan mebus vardı ya Rasûlallah!
Zaman oldu insanlık, kendi öz değerlerine yabancılaştı,
kendisine yabancılaştı. Neye yaradığı hiç de belli olmayan bir özgürlük ya da
özerklik adına insanlık bütün kutsal değerlerden bağını kopardı ve tabir caizse
ipsiz kaldı ya Rasûlallah! Bundan nice paydır bize de, senin kuzucuklarına da
düştü ya Rasûlallah! Hani buyurmuştun ya, “Sizler, özünü ateşe atmak için
üşüşen kelebekler gibisiniz, ben ise mani olmaya çalışıyorum, sizi bel kemerlerinizden
yakalayıp, ateşe düşmemeniz için var gücümle çabalıyorum”. Bunlar bizim
hayatımızda da gerçekleşti ya Rasûlallah! Hem öyle gerçekleşti ki, aydınlanma
adını verdikleri bir furyaya kendisini kaptırmayanımız kalmadı, aydınlanmanın
aydınlığı gözümüzü aldı ve hepimiz, adeta intihar eder gibi hem de top yekûn
sözünü ettiğin kelebekler gibi kendimizi onun içine atmaya can attık. Aslında
canımızı ateşe atıyorduk ama bilemedik ya Rasûlallah! Bu itibarla şimdi senin
yeniden hayatımıza doğmanı öyle bekliyoruz ki! Senin olmadığın modern dünyada
insanlık insanlığını kaybetti, yerini kaybetti, saygınlığını kaybetti,
masumiyetini kaybetti, özerklik adına özgürlüğünü kaybetti. Sen, Hakka
kullukla, kullara kulluktan özgürlüğü getirmiştin. Senin temel öğretini kaybeden
insanlık, Hakkın güdümünden kurtulmaya bedel olarak kimlerin ve hatta nelerin
güdümünde olduklarını kendileri bile bilemez hale düştüler. Senin tanıttığın
Allah’a secde etmeyi, getirdiğin din adına dikilen mabede gitmeyi zül telakki
edenler, bütün inananları aynı istikamette buluşturan kıbleyi terk edenler aman
Allah’ım ne ağlamaklı hallere düştüler, kimlerin ayağına kapanmadılar, neler uğuruna
nice taklalar atmadılar ve aşağılık balçığına battıkça battılar. Kıblelerini
kendileri de şaşırdılar; kadın mı, para mı, şöhret mi, korku mu, umut mu…
Ve sen ey Peygamberim! Ne olur artık gene gel ve
ufkumuza yeniden doğ, Veda tepesinden Yesrib’e doğduğun gibi doğ. Yaşantınla
medeniyet güneşi olup, orasını Medine’ye çevirdiğin gibi gel. Ne olur, insanlık
olarak her gün ozon kâbusları gördüğümüz maddeten ve manen kirlenmiş şu
dünyamız üzerine yeniden doğ, öyle aydınlat ki dünyamızı, ne doğu-batı ne de
kuzey-güney ayrımları kalmasın, insanlık bloklara bölünmesin, ya kırk katır ya
kırk satır gibi zora sokulmasın, bunca renge ve tonlara rağmen insanlık
beyaz-siyah ikilemine atılmasın, üzerimize gök kuşağının bütün renklerini indir
ki orada herkes kendisini bulsun ve herkes kendisi kalarak bir yerde buluşsun,
insan olduğunun farkına varsın ve insan olmanın şerefine ersin ve bu şerefin
Yüce Kudret tarafından insan olması hasebiyle özüne yerleştirilmiş olduğunu,
birilerinin bahşetmiş olduğu, ya da kendisinin söke söke aldığı bir şey
olmadığını bilsin ve o şuurla kendisinin bir kul ve bir naip (halife) olarak ne
ye yapması gerektiğine gene kendisi karar versin ve elbette ki kendisine
yakışanı yapsın.
Selâm sana ey kutlu Peygamber! Ne olur artık bekletme
ufkumuza yeniden doğu ver.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder