Her ne kadar pek işi yoksa da günlerle yine de Garibce bunu bir vesile kılarak sizinle bir yazısını paylaşmak istiyor.
Bütün annelere ve son resimde olduğu gibi annelik yükünü üstlenenlere saygı ile!
13.05.2012
Garibce
VE SEN EY ANNE!
Ne kadar rahmet ve cemal sıfatı varsa hepsinin
billurlaşarak kendisinde tecelli ettiği kadın biz erkekler için, biz insanlar
için ne değil ki: Ama öyle bir kadın var ki, hepimize nispetle hep aynı: Ana.
Dokuz ay karınlarında yattık, varlığımızı özlerinden
aldık, tekmelerimiz, kıpır kıpırlarımız garip bir his verdi onlara,
bastırılarak okşayan şefkat dolu bir elin üzerimizdeki varlığını daha o anda
hissetmeye başladık. Ölümle burun buruna geldi bizi kucağına alabilmek için,
buram buram ter döktü, acılı çığlıklar göğe ağdı, bizi indirebilmek için, kâh
kendisinden geçti, kâh yarı yoldan döndü, ama duyduğu ıngalar yüzüne al oldu,
allık oldu, gözünde parıltı, geleceğe umut oldu, Tanrının eşsiz rahmetinin hâlâ
üzerimizde olduğunun inancıyla yüzü mutlu oldu, kaybettiği kandan ağaran yüzüne
can, fersiz gözüne ışık geldi ve her şeyi unuttu. Bunca acı ve ıstırap dinmiş,
bunca zahmet rahmete dönüşmüştü. Selam sana ey anne! Artık sen sıradan bir
insan değilsin, ilahî rahmetin özel himayesinde, nahif ve latif bedenin, Latîf
ve Vedûd olan Yüce kudretin özel korumasındadır. Sen, bu nahif halinle o kadar
yüceldin ki cenneti bir halı gibi senin ayaklarının altına sermek gerekti, öyle
bir payeye erdin ki, bütün insanlar cennete ermek istiyorlarsa, bunun yolunun senin
ayaklarına kapanmak, senin hoşnutluğunu almak olduğunu öğrendiler kutlu
peygamberinin dilinden.
Ve sen ey anne! bunca yüceliğinle yavrularının hiçbir
zaman ayaklarına kapanmasına razı olmadın, ama hep sen onların üzerine
kapandın, şefkat kanatlarını her zaman onların üzerine -anaç tavukta somutlaşan
örneğindeki gibi- gerdin, sıcacık kucağında besledin büyüttün. Varlığı bir
parçaydı bedeninden, gıdası da oldu bedeninden. Minik bedeni müşfik ellerinle
bağrına basıp, yüce kudretin itina ile donattığı besin deposunu emmesi için
ağzına verdin, copur copur emerken, karnında tekmeler attığı sırada duyduğun
hisse benzer garip duygular duydun, canından can emen bu yavruyu gözlerinle
sevgiye, gülümseyen yanağınla güzelliğe, yanaklarına dokunan parmaklarınla sıcaklığa
boğdun. Karnını doyurmadın sadece, ruhuna erdin, özünden öz, canından can
kattın. O seninle iken hep senin gibi yumuşak, latif, müşfik idi. Senin kadar
saf ve temizdi. Kartlaşması, sertleşmesi, saflığını kaybetmesi hep senden
uzaklaşmasıyla başladı, sana uzak kalmasıyla yerleşti ve kalıcı oldu. Ne zaman
sana döndüyse, o eski safiyetini, masumluğunu, yumuşaklığını bulmak için döndü.
Ama heyhat geçen zaman her dem kaybettiğimiz şeyleri geri getirmiyordu.
Ve sen ey anne! Hiç üşenmedin, uyku nedir, tünek nedir
bilmedin, eşin rahat döşeğinde horul horul uyurken sen geceleri kalktın,
karanlıkları aydın ettin, yeter ki yavrum ağlamasın dedin, aç kalmışsın, susuz
kalmışsın aldırmadın, yeter ki yavrum huzurlu olsun dedin, altı hep kuru olsun
istedin. Hiçbir insanın gördüğünde hoşlanmadığı, çoğunun tiksinti duyduğu
manzaraları sen hiç yüzünü buruşturmadan karşıladın ve ortadan kaldırdın.
Bir gün değildi bu yaptıkların, katlandıkların, bir ay
da, bir sene de. Bir ömür boyu hep böyle gidecekti ve bitmeyecekti derdin.
Nice ninniler söyledin başucumda, gözlerinden uyku
akıyordu elbet, sen de insandın, nice memen ağzımda iken üzerime düşecekmiş
gibi yapmıştın yatak içinde, beşiğimin kenarında. Hele ateşim yükseldiğinde
şaşırmıştın ne yapacağını ve ey anne çok sürmeden dilimden anlayan tek kişi sen
olmuştun. Bir ağıttan dilim vardı benim, her ihtiyacımda aynı telden çalardım,
ama sen onu ihtiyacıma göre tercüme eder ve anlardın.
Dilim yeni yeni dönmeye başlamıştı, ilk söylediklerim
ba ba demek olmuştu. Sanki karnında taşıyan, memesini çeşme gibi ağzıma
dayayan, kucağını beşik yapan oymuş gibi, ama sen hiç alınmadın, yavrum konuştu
dedin, Bak babası yavrumuz konuştu diye sevgine, sevincine onu da katmak
istedin.
Ve sen ey anne! Hani bacaklarıma güç geldiğini hissettiğinde
beni day daya alıştırıyordun. Bir adım önüne koyup, ellerine sarılan ellerimi
boşandırmaya çalışıyor ve sana doğru ayaklarımı atmamı istiyordun. Ama ben
kendimi atıyordum ey anne, o kadar sıcaktın, o kadar müşfiktin, o kadar
doyulmazdın ve senden ayrılık o kadar dayanılmazdı ki, ayaklarımı değil özümü
atıyordum sana ermek için. Ama daha yığılmadan özüm, yere kapanmadan yüzüm,
yetişiyordu gene o müşfik ellerin ve sonunda ey anne niyetini anladım ve sana
ulaşmak için ayaklarımı da kullanabileceğimi keşfettim. Ne kadar sevinmiştin o
zaman ey anne, bir türlü anlayamamıştım. Oysa benim ayaklanmam, ayaklarımın
üstünde durabilmem senden uzaklaşabilmem demekti. Ben olmazsam ne yapacak,
bağrına ne basacaktın ey anne. Ve ey anne sonra öğrendim ki benim olmadığımda,
yokluğumda kucağına meğer taş basarmışsın, gülen gözlerinin arkasında bu hazin
sonu bilen bir gönlün varmış ve sen hiç belirtmedin. Kucağından inen yavrunu
ölünceye kadar orada taşımak üzere yüreğine bindirdin, ciğerinin bir parçası
eyledin. Ve ey anne duydum ki insanlığını kaybetmiş canavar ruhlu bir adam
kendi öz annesine kıymış, o kadar canavarmış ki hatta yüreğini yerinden sökmüş,
yürek elinde giderken ayağı takılmış, düşmüş ve canı yanmış. Can havliyle
“Anam!” deyince elindeki ana yüreği dile gelmiş ve “Kuzuuum!!” demiş.
Ve ey anne ve ey anneler! Siz bize ne yaptınız ki biz
size bunları yaptık. Hangi adaletin tecellisidir bu ey Allahım! Annelerimiz
neden ağlar, neden ağlatırız annelerimizi. Hangi suçlarının karşılığıdır bu!
Canımıza can katmak mıdır suçları? Bu ezilmek, bu horlanmak nedendir? Varsa bir
izah edecek ne olur gelsin beri.
O zamanlar ben de seni, senin beni sevdiğin gibi,
senden öğrendiğim gibi seviyordum. Bazen birileri -Babam da olsa- en çok kimi
sevdiğimi soruyorlardı ve beni konuşturmaktan büyük zevk alıyorlardı. Ben hiç
münafıklık yapmadan hep seni sevdiğimi söylerdim. Çünkü senden başkasını sevmem
ancak seninle mümkündü, sevgim sendin ve senin sevdiklerine uzanırdı ancak. Sen
olmadan sevemezdim ki kimseyi.
Ve ey anne, sende öğrendim sığınmayı. Ben nasıl
sığınırsam sana, sen de O’na sığınırdın, anlayamazdım ama hissederdim hep.
Ninnilerinde hep bir isim anardın, belli ki Yüceydi ve Yüceler Yücesi. Ben
kendimi senin sanırdım, sen ise kendini kucağındaki benle O’nun bilirdin. Ve
sende öğrendim özümün derinliklerinde O’na seslenmeyi, O’ndan cevap duymayı.
Ve sen ey anne, senden öğrendim fedakârlığı,
diğerkâmlığı, paylaşmayı ve savaşmayı. Nice anaç tavuk gördüm, civcivlerini
koruma güdüsüyle kedileri önüne katıp kovaladığını. Aynı güdüyle senin de
yapamayacağın hiçbir şey yoktu ey anne ve ben huzuru işte bu duygunda bulur ve
yaşardım.
Ve sen ey anne! Hani bir gün sevgili peygamberimizin
yanına gelmiştin. Yanında iki çocuğun vardı, açtılar ve sen de açtın. Sana bir
hurma ikram etmişlerdi. Aldın, itina ile ikiye böldün yanındaki yavrularının
ağzına koymuştun ve senin payın onların yüzlerinin ışıltısını görmek olmuştu.
Hangisini anlatsam ki ey anne! Nice kez ben hasta
olmuştum, hep başımda beklemiş ve derdimi üstüne almayı ne kadar da çok
istemiştin. Hep bana dua ederdin yavrum kurtulsun diye. Aradan seneler geçti ve
ey anne yıllar bizi de büyüttü ve şakaklarımıza aklar düştü. Ve sen gücün
tükendi ve yatağa düştün. Bu kez ben sana dua ediyordum, annem kurtulsun diye.
Bir ara annemin duası ile benim duam ne anlama geliyor diye düşündüm ve yüzüm
kızardı.
Ne kadar yücesin ve bu gücü sana kim verdi ey anne!
Selam sana, seni hoşnut eden insana!
Selam cenneti ayaklarının altına seren Peygamberi zî
şana
Ve övgüler kuşkusuz her dem Yüce Allah’a
18.11.2001 Ferah/İstanbul
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder