Bilindiği üzere Sıffîn savaşında Muaviye taraftarlarının mızrakların ucuna Mushaf yapraklarını takıp da “Aramızda hakem Kur’an olsun!” diye ortaya çıktıklarında Hz. Ali bu talebi kabul etmiş ve taraflar birer hakem seçmişlerdi. Hâricîler, Kur’an var iken insanların hakem tayin edilmesine karşı çıkarak Hz. Ali ve taraflarını küfürle itham etmişlerdi. Hz. Ali bunun üzerine onlara şöyle demişti:
Biz adamları hakem tayin etmedik, aksine biz bizzat Kur’an’ı hakem kıldık. Ne var ki Kur’an iki kapak arasında satırlar halinde bir yazıdan ibarettir. Onun mutlaka bir tercümana ihtiyacı vardır. Onu konuşturacak olanlar insanlardır. İnsanlar “Aramızda hakem Kur’an olsun!” diye çağrıda bulununca biz onlara hayır diyerek Allah’ın kitabından yüz çeviren taraf olamazdık. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Aranızda anlaşmazlığa düştüğünüzde meselenizi Allah’a ve Rasulüne götürün!” (Nisâ 4/59) Allah’a götürmek, onun kitabına başvurmaktır, Rasûlüne götürmek de sünnetine müracaat etmektir. Eğer hakem Allah’ın kitabıyla doğru hükmederse, o doğruya herkesten önce bizim uymamız gerekir. Eğer Hz. Peygamber’in sünneti doğrultusunda hükmederse, gene ona uymak da herkesten çok bize düşer…”[1]
Hz. Ali’nin bu sözü ne kadar Kur’an Sünnet denilse de asıl belirleyici olanın insanların onlara bakışı olduğuna açık bir vurgudur. Çünkü iki kapak arasında bulunan bir kitabın bir şeyler söylemiş olması zaten beklenemez. Her halükârda insanlar onu okuyacak ve ondan anladıklarını insanlara aktaracaklardır.
İşte tam da bu noktada ona bakışı gerçekleştiren insanın hem emaneti hem de liyakati öne çıkmaktadır.
Her şeyden önce emin olmalı, kendisine güven duyulmalıdır.
İkinci olarak da onu bütüncül olarak, maksatlarını dikkate alarak anlayabilecek bir liyakate sahip olmalıdır.
Evet Haricîler de okuyordu, hem de hiç durmadan, usanmadan, yorulmadan. Ama okudukları hançerelerinden aşağıya inmiyordu. Kuş kursağı kadar bir kursakları vardı ve ancak onun ölçüsü kadar anlayabiliyorlardı. Aşırı ve ölçüsüz dindarlıkları, onları saplantıların girdabına çekmişti; Kur’an kaz diyorsa, onlar koz anlıyorlardı.
Anlayanlar Alilerdi, Ömerlerdi, İbn Mesudlardı, Alkamelerdi, İbrahimlerdi ve Ebu Hanifelerdi.
Dün öyleydi. Bugün de böyledir. Yarın da öyle olacaktır.
“Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam”ı diyen Akif de herhalde bunu imaya çalışıyordu.
Kur’an ile insan başlangıç itibariyle edilgendi. Kur’an ve sünnet potasında ne zaman zihni şekillendi, reyi rey oldu ve küllîliğe ulaştı, ondan sonra tikel her bir sorunun çözümü onun zihninde, reyinde ve bakışında gerçekleşti ve hıyn-i hacette onu da Kur’an’a söyletti.
Bu iş galiba böyle!
Başka türlüsü bana Haricî bir tavır gibi geliyor.
Dua ile!
15.10.2012
GARİBCE
[1] شرح نهج البلاغة - (8 / 103) (125) الاصل : ومن كلام له عليه السلام في الخوارج لما أنكروا تحكيم الرجال ، ويذم فيه أصحابه في التحكيم ، فقال : إنا لم نحكم الرجال وإنما حكمنا القرآن هذا القرآن إنما هو خط مستور بين الدفتين لا ينطق بلسان ، ولا بد له من ترجمان وإنما ينطق عنه الرجال . ولما دعانا القوم إلى أن نحكم بيننا القرآن ، لم نكن الفريق المتولي عن كتاب الله سبحانه وتعالى ، وقد قال الله تعالى عز من قائل : (فإن تنازعتم في شئ فردوه إلى الله والرسول) (1) فرده إلى الله أن نحكم بكتابه ، ورده إلى الرسول أن نأخذ بسنته ، فإذا حكم بالصدق في كتاب الله فنحن أحق الناس به ، وإن حكم بسنة رسول الله صلى الله عليه ، فنحن أحق الناس وأولاهم بها .
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder