Denge ve üç erk
Dengenin sağlanması için burada üç
ayrı erkin faaliyet göstermesi gerektiği anlaşılıyor:
Birincisi değerler dizisini ve hukuku
vaz edecek olanlar.
İkincisi tartı işini yapıp nizaın
nasıl hall ü fasl edilmesi gerektiğini adalet terazisi ile karara bağlayacak
olanlar.
Üçüncüsü de kılıç sahibi olanlar yani
yürütme erkini elinde bulunduranlar.
Demokratik bir yapılanma içinde
birinciyi yasa yapıcılar oluşturur. Bunlar meşruiyetini halkın iradesinden alan
yasama meclisini oluştururlar. Hukuku bunlar yaparlar.
Yasa yapıcılarca yapılan bu hukuka
göre hakların dağıtımını yargı karara bağlar ve nizaları önler.
Uygulamayı da yargı kararları
doğrultusunda yürütme erki sağlar.
Bu güçler arasında ayrım olur ancak
denge olmazsa o takdirde gerçek anlamda adaletin tecellisinden bahsedilemez.
Çok güçlü bir yürütme erki, yasamayı arkasından sürükleyebilir ve yargıyı dahi
etkileyebilir. Bu takdirde halkın iradesinin tecelligâhı olması icap eden
yasama meclisi güçlünün iradesinin tecelligâhı olur ve hukuk, güçlülerin dünya
görüşünün ete kemiğe bürünüp yasa (hukuk) diye görünmesi sonucunu doğurur.
Hukukun üstünlüğü namına insanlardan bu tür yasalara saygı göstermelerini
beklemek gerçek anlamda hukuk aleyhine bir cinayet olur ve adaletin
gerçekleşmesi önünde en ciddi engellerden biri budur.
Bu itibarla bu erkler arasında tam
bir dengenin sağlanabilmesi, adaletin ideal düzeyde gerçekleşebilmesinin yegâne
teminatıdır.
İslam açısından ele alındığında durum
biraz daha farklıdır. Çünkü İslâm’da Mülk Allah’ındır ve mülkü ile ilgili
yönetim erki de (el-Emr) ancak O’na aittir.
أَلَا لَهُ الْخَلْقُ وَالْأَمْرُ
تَبَارَكَ اللَّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ (54) [الأعراف]
“Dikkat
edin, yaratmak da, emretmek de yalnız O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı yücedir” (Araf 7/54)
Allah, kendi mülkünde başka
otoritelere itaat edilmesini Rububiyette tevhidine şirk görür. Dolayısıyla
Yaratma gibi, yaratılanla ilgili buyruk da O’na özgülenmelidir.
اتَّخَذُوا أَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ
أَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللَّهِ وَالْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَمَا أُمِرُوا إِلَّا
لِيَعْبُدُوا إِلَهًا وَاحِدًا لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ سُبْحَانَهُ عَمَّا
يُشْرِكُونَ (31) [التوبة]
“(Yahudiler)
Allah’ı bırakıp, hahamlarını;
(hıristiyanlar ise) rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler. Oysa,
bunlar da ancak, bir olan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardır. O’ndan başka
hiçbir ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları her şeyden uzaktır.” (e-Tevbe 9/1)
Allah, halk ettiği âlemlere aynı
zamanda buyruk sahibi olması şeklindeki bu müdahalesini el-Emr’in ruhunu bizim
dünyamıza indirmek ve ondan oluşan bir şerîa kılmak ve bunun açılımı ve
uygulamasını da ulu’l-emr’e havale etmek suretiyle gerçekleştirmektedir.
وَكَذَلِكَ أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ
رُوحًا مِنْ أَمْرِنَا مَا كُنْتَ تَدْرِي مَا الْكِتَابُ وَلَا الْإِيمَانُ
وَلَكِنْ جَعَلْنَاهُ نُورًا نَهْدِي بِهِ مَنْ نَشَاءُ مِنْ عِبَادِنَا وَإِنَّكَ
لَتَهْدِي إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ (52) (الشورى)
“Ve işte sana böyle emrimizden bir ruh
vahyettik, sen kitab nedir? İyman nedir? Bilmiyordun ve lâkin biz onu bir nur
kıldık. Onunla kullarımızdan dilediğimize hidâyet vereceğiz ve emîn ol sen her
halde doğru bir yola çağırıyorsun.” (eş-Şûrâ 42/52)
ثُمَّ جَعَلْنَاكَ عَلَى شَرِيعَةٍ مِنَ
الْأَمْرِ فَاتَّبِعْهَا وَلَا تَتَّبِعْ أَهْوَاءَ الَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ
(18) [الجاثية]
“Sonra emirden bir şerîat üzere seni
me'mur kıldık, onun için sen o şerîate ittiba' eyle de ilmi olmayanların
hevalarına uyma!” (el-Câsiye
45/18)
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا
اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَأُولِي الْأَمْرِ مِنْكُمْ فَإِنْ تَنَازَعْتُمْ
فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللَّهِ وَالرَّسُولِ إِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ
بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلًا (59) [النساء]
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e
itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere) de. Herhangi bir
hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allah’a ve ahiret gününe gerçekten
inanıyorsanız,
onu Allah ve Resûlüne arz edin. Bu, daha iyidir, sonuç bakımından da daha
güzeldir.”
(en-Nisâ
4/59)
وَإِذَا جَاءَهُمْ أَمْرٌ مِنَ الْأَمْنِ
أَوِ الْخَوْفِ أَذَاعُوا بِهِ وَلَوْ رَدُّوهُ إِلَى الرَّسُولِ وَإِلَى أُولِي
الْأَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذِينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْ وَلَوْلَا
فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ لَاتَّبَعْتُمُ الشَّيْطَانَ إِلَّا
قَلِيلًا (83) [النساء]
“Kendilerine güvenlik (barış) veya korku
(savaş) ile ilgili bir haber geldiğinde onu yayarlar. Hâlbuki onu peygambere ve
içlerinden yetki sahibi kimselere (ulu’l-emr)
götürselerdi, elbette bunlardan, onu değerlendirip sonuç (hüküm) çıkarabilecek
nitelikte olanları onu anlayıp bilirlerdi. Allah’ın size lütfu ve
merhameti olmasaydı, pek azınız hariç, muhakkak şeytana uyardınız.” (en-Nisâ 4/83)
Ulu’l-emr vaktiyle hem ictihad ehliyetini haiz
olan hem de yürütme erkini elinde bulunduran tek bir zümre iken özellikle
Emevîler ile birlikte ulema ve ümere olmak üzere iki sınıf halini almışlardır.
Birinci zümre yani ulema el-emr’in açılımını sağlamak ve kendi
dönemlerine uygun içtihatlar geliştirerek hukuku oluşturmak yolunda çaba
göstermişler, ümera da onların oluşturdukları hukuku uygulamaya
koymuşlardır.
Demokratik yapılanmada yasama meclisi
halkın iradesini şekillendirme yolunda faaliyet gösterirlerken, ulema,
el-emr’in bir ruhu olmak üzere indirilen şeriatın bir süreç halinde kıyamete
kadar güncellenmesi ve uygulanabilir kılınması yolunda cehd ve çaba gösterirler,
teknik tabirle ictihad ederler.
Bu ictihadlardan zaman içinde yine
bir süreç halinde icmalar oluşur ve bu yolla İslam’ın ana
gövdesi oluşturulur ve
korunur. Böylece hem istikrarın hem de gelişim ve değişimin imkânı hazırlanmış
olur.
Bu süreçte ulema Şâri yani kanun
vâzıı değillerdir, aksine vazedilmiş şeria doğrultusunda düzenleyicidirler.
Yasama meclislerinin ufkunda değişmez,
aşkın herhangi bir değer yok iken ve sadece halkın iradesi meşruiyet kaynağı
iken, ulemanın faaliyetlerinde bütün icraatın, temel referanslar doğrultusunda
ve sabiteler korunarak, bizzat Şâri tarafından belirlenmiş olan amaç doğrultusunda,
bizzat Şâri’ce konulmuş ilkeler ışığında ve bizzat Şâri tarafından belirlenmiş
umdelerden hareketle yapılması ve sürdürülmesi gerekmekte, meşruiyet ancak bu
şekilde sağlanabilmektedir.
Ümeranın meşruiyeti ise ulema
tarafından ortaya konulan hukukun uygulanması ile sağlanmaktadır. Bu itibarla
İslam tarihinde meşruiyetin belirlenmesinde yöneticilerin nasıl iktidara
geldiklerinden çok, iktidarda nasıl davrandıkları ve şerî ahkâmı uygulayıp
uygulamadıkları daha çok belirleyici olmuş gözükmektedir.
Oysa ümeranın iş başına gelmesi ve
ümmete siyaset etmesi tam anlamıyla bey’ata dayalı bir yetki devri biçiminde
olması İslam’ın ilkelerine ve genel ruhuna daha uygun idi.
Şöyle ki: Hz. Peygamber’in
Müslümanları siyasî yapılanmaya dahil etmesi bilindiği gibi bey’at ile
olmaktaydı. Medine’ye hicret edilmesi ve orada bir site devleti oluşturulması,
tamamen Medine’li (o sırada henüz ismi Yesrib idi) Müslümanların Akabe’de
vermiş oldukları bey’atlere dayalı olmuştu. Hz. Peygamber, dinî anlamda elçilik
vazifesini Allah’tan almıştı ve onu tebliğ ederken hiç kimseden izin ya da
yetki alma ihtiyacı duymamıştı. Fakat aynı peygamber onlara siyaset etme
yetkisini tamamen onlardan almış olduğu bey’atlerden hareketle kendisinde
görüyordu.
Bunun en somut delili şudur: Hz.
Peygamber hicretin ikinci yılında Ebu Süfyan komutasındaki kervanı vurmak üzere
çoğunluğunu Medineli Ensâr’ın oluşturduğu 310 kadar adamıyla birlikte
Medine’den ayrılmış ve Bedir’e varmıştı. Kervanın yol değiştirerek kaçıp kurtulduğunu
öğrendi. Bu arada kervanın imdadına yetişme amacıyla yola çıkmış bin kadar
Mekke’linin de Bedir’e yaklaştığını öğrendi ve adamlarıyla onların üzerine
yürümek istedi. Bunun için bu konuda adamlarından görüş bildirmelerini istedi. Hz.
Ebu Bekir, Hz. Ömer, Mikdad b. Amr gibi zevat söz aldı ve Hz. Peygamberin
duymak istediği güzel şeyler söylediler. Fakat bunların her üçü de Mekkeli
Müslümanlardandı.
Oysa Hz. Peygamber Medineli Ensâr’ın
görüşünü öğrenmek istiyordu. Çünkü onlar Akabe’de kendisine bey’at ederken,
“Onu Medine’de kendi canlarını ve mallarını korudukları gibi koruyacakları”
sözünü vermişlerdi. Oysa şu anda Hz.Peygamber onları Medine dışında bir savaşa
sürüklüyordu. Siyaset hususunda kendisinin bey’ate dayalı böyle bir yetkisi
yoktu. Aldığı yetki Medine dahilinde olmakla sınırlı idi. O yüzden mutlaka bu
konuda ne istiyorlarsa Ensâr’ın onu açıkça belirtmeleri gerektiğini düşünüyordu.
Hz.Peygamber’in ısrarla görüş talebi
karşısında durumu anlayan Ensar, Sa’d B. Muâz aracılığı ile görüş beyanında
bulundu. Muaz kalktı ve çok kısa ve etkili bir konuşma yaptı. Ensârın her
konuda kendisine tam bir teslimiyetle uyacaklarını, hatta denize dalsa
kendilerinin de birlikte dalacaklarını söyledi. Hz. Peygamber savaş kararını
işte bu konuşmanın ardından verdi[2].
(bkz. İbn Kesîr,
es-Sîretü’n-Nebeviyye, thk. Mustafa Abdulvâhid, Beyrut 1971, II. 392).
Uhud harbinde, kendi iradesi hilafına
olmakla birlikte, şura sonucu çoğunluğa dayalı olarak alınan karar gereği,
Kureyş ordusu Medine dışında Uhud dağı eteğinde meydanda karşılanmıştı. Diyanî
alanda Allah’ın elçisi olarak mutlak otorite olan Hz. Peygamber, siyaset etme
alanında adamlarının reyini dikkate alarak hareket ediyordu.
Bu arada yapılan bey’atler, siyasette
yönetme erkinin devri anlamına geliyordu ve mutlak anlamda yönetilenlerin
maslahatı ile kayıtlı bulunuyordu. Oysa zaman içinde bey’atler bir yetki devri
anlamı taşımadan çok mutlak itaati remzeder bir hal almıştır. Sonuçta da adalet
gerçek anlamda tesis edilmekten uzak ya da topal kalmıştır.
Dua ile!
17.11.2012
GARİBCE
[1] المعجم الكبير للطبراني - (12 / 7) عَنْ عَدِيِّ بن حَاتِمٍ، قَالَ: أَتَيْتُ
النَّبِيَّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَفِي عُنُقِي صَلِيبٌ مِنْ ذَهَبٍ،
فَقَالَ:"يَا عَدِيُّ اطْرَحْ هَذَا الْوَثَنَ مِنْ عُنُقِكَ"، فَطَرَحْتُهُ،
فَانْتَهَيْتُ إِلَيْهِ وَهُوَ يَقْرَأُ سُورَةَ بَرَاءَةٌ، فَقَرَأَ هَذِهِ الآيَةَ:
"اتَّخَذُوا أَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ أَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللَّهِ"[ص
آية 31] حَتَّى فَرَغَ مِنْهَا، فَقُلْتُ: إِنَّا لَسْنَا نَعْبُدُهُمْ، فَقَالَ:"أَلَيْسَ
يُحَرِّمُونَ مَا أَحَلَّ اللَّهُ فَتُحَرِّمُونَهُ وَيُحِلُّونَ مَا حَرَّمَ اللَّهُ،
فَتَسْتَحِلُّونَهُ؟"قُلْتُ: بَلَى، قَالَ:"فَتِلْكَ عِبَادَتُهُمْ"
[2] ، ثم قال صلى الله عليه وسلم أشيروا عليّ أيها
الناس , وهو يريد أن يعرف موقف
الأنصار ، الذين يمثلون الأغلبية ، وبيعة العقبة لا تلزمهم بالقتال خارج
ديارهم وفطن إلى ذلك قائد
الأنصار سعد بن معاذ رضي
الله عنه فقال : والله لكأنك تريدنا يا رسول الله ؟ قال : أجل . فقال : قد
آمنا بك وصدقناك ، وشهدنا أن ما جئت به هو الحق ، وأعطيناك على ذلك عهودنا ومواثيقنا
على السمع والطاعة ، فامض يا رسول الله لما أردت ، فنحن معك ، فو الذي بعثك بالحق
لو استعرضت بنا هذا البحر فخضته لخضناه معك ، ما تخلف منا رجل واحد ، وما نكره
أن تلقى بنا عدونا غداً ، إنا لصُبرٌ في الحرب ، صُدُق في اللقاء ، لعل الله يريك منا
ما تقر به عينك فسرْ بنا على بركة الله
سر الرسول صلى الله عليه وسلم بقول سعد ثم قال : سيروا وأبشروا فإن الله قد وعدني إحدى الطائفتين والله لكأني أنظر إلى مصارع القوم.
سر الرسول صلى الله عليه وسلم بقول سعد ثم قال : سيروا وأبشروا فإن الله قد وعدني إحدى الطائفتين والله لكأني أنظر إلى مصارع القوم.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder