İnternet Medya’da dün (06 Kasım 2012) şöyle bir
haber yapılmıştı:
Şanlıurfa- Gaziantep otobanı 20'inci
kilometresinde yol kenarında fuhuş yapmak amacıyla köprü altında bekleyen
kadınlar, otobanı fuhuş meskenine çevirdi.
Yol ortasında kamyon ve otomobillerin önüne geçerek el
kol aracılığıyla fuhuş pazarlığı yapan kadınların, 30 ile 100 lira arasında
değişen ücretle araç içerisinde ve yol kenarında ilişkiye girdikleri öne
sürüldü. Fuhuş yapan kadınları görüp araçlarını yavaşlatıp veya duran sürücüler
zaman zaman otobanda uzun kuyruklar oluşturuyor. Sık sık otoban güzergâhında
devriye gezen trafik polisleri ve jandarma ekipleri, fuhuş için duran araç
sürücülerine Kabahatlar Kanunu kapsamında 169 TL para cezası kesiyor. Fuhuş yapan
bazı kadınlar ise polis tarafından gözaltına alınarak cezai işlem uygulanıyor.
Bu habere bazı okuyucular yorumlar yazmışlar:
“2023’de manevi değerleri tamamen
ölmüş bir millet olacağız. Maddiyat ne kadar iyi olsa da (ki değil)
maneviyatsız en iyi Batı gibi oluruz ki müslümanlar maneviyattan uzaklaşırsa, Avrupalıdan
bin beter olur!”
“İstanbul - Ankara otoyolunda bu
kadınlardan dolu, yalnız neden Urfa’yı haber yapıyorsunuz şaşırdım doğrusu. Fazla
değil İstanbul’dan Sakarya’ya kadar ve ya Sakarya’dan Ankara’ya kadar yolculuk
yapmanız yeterli sanki sadece Urfa’da oluyormuş gibi lanse etmeniz düşündürücü…”
“Aydın-İzmir otobanında da aynı
manzaraları görmek mümkün. Müşteri/zani erkeklerin çoğunluğu uzun yol şoförlerinden
oluştuğu için en uygun iş(!) mekanları otobanlar… Kanuni olarak suç kapsamında
olmadığı için kolluk kuvvetleri ve çevre sakinleri seyretmekten başka bir şey
yapamıyor… Medeniyet önce ahlak sonra bilgi ve beceri ile inşa olur... Rivayet
olunur ki içlerinde üniversite öğrencileri de var. Diyanet görevlisi bir arkadaş
bahsetmişti, elinden yüzünden iyi biri olduğuna kanaat getirdiği bir kızı yolda
kalmış olma ihtimaline karşı alsam mı -almasam mı ikileminden sonra aracına alır,
kızın hıçkırıklı halini görmesi üzerine sebebini sorar… Kız da kendisi ile zina
etme düşüncesiyle aracına aldığını zannettiği kişinin niyetini anlayınca içini
döker… İlk işe çıktığı gündür ve ilginçtir babası da imam… Harçlığı yetersiz
gelmekteymiş!... Daha sonra ekonomik özel bir yurda yerleşmesine vesile olur… Fimlere
konu bir hadise!..”
Bu ve benzeri kan dondurucu
olayları sadece dinliyor, izliyor ve okuyoruz. Tepki veremiyoruz. Vermek gibi
bir gayretimiz de yok zaten.
Körpe yavrular elden kayıyor. Önünü
henüz göremeyen yavrularımız bataklığa yuvarlanıyor.
Lüks hayatı ve müreffeh yaşantıyı
olabildiğince özendiriyoruz. İhtiraslarımız, ihtiyaçlarımızın üzerinden
silindir gibi geçmiş bir vaziyette; dur durak bilmiyor.
Her vesile ile modern yaşantıyı terviç
ediyoruz. Korkunç bir imaj girdabı habire bizi içini içine çekiyor.
Dizilerde, fuhuş ile hayatını
kazanan kadınların masumiyetlerini ve özendirici iyi karakterlerini öne
çıkarıyoruz.
Sonunda tabii olarak bunlar
oluyor.
Bizim zenginlerimiz zekâtlarını
vermiyor, vergiyi kaçırmayı ise bir erdem biliyor. Bu düzeni ben mi ayakta
tutacağım, elimden gelse bir tekme de ben vururum diyor. Zaten elinden geleni
de eksik etmiyor. Bir devlet ancak varlık ile ayakta kalır. Varlık ile her
türlü hizmete yetişebilir. Aksi takdirde yapması gereken hiçbir hizmeti
göremez. Genel güvenliği sağlayamaz, genel ahlakı denetleyemez. Her şeyi salar
çayıra, ardında da Mevla’m kayıra.
Bizim Müslümanlar sevabı ikinci
üçüncü kez hacca, umreye gitmede arar. Yeterince harçlığı gelmediği için kötü
yola düşebilecek olan, bir yarın kenarında her an düşme tehlikesinde bulunan
bir çaresize el uzatmak gibi bir davranışın daha çok sevap olabileceğini hesaba
katamaz. Çünkü hocalar ya da bizzat Diyanet de dahil olmak üzere hac ve umre
organizasyonu yapan kurumlar ve firmalar hac ve umreyi öyle anlatırlar ki hac
ve umreden başka öylesine sevap olabilecek başka hiçbir şey yok sanırsın. Ondan
sonra da gelsin hac-umre dolarlar. Zengin olsun firmalar. Her türlü lüksün
hazzına varsın hacılar.
Şimdi halk ne yapsın.
Bir Cuma hutbesini hiç
unutmuyorum: Hatip umrenin faziletinden, emsalsiz sevaplarından bahsetti. Merkezî
bir hutbe olduğu belliydi. Anlattı anlattı. Sonunda da “Değerli cemaat Diyanet
İşleri Başkanlığımız Umre kayıtlarına başlamıştır” dedi. Bu cümle hutbe sonunda
alelade bir duyuru değildi, hutbenin bir parçasıydı. Anlaşıldı ki daha önceki
bütün anlattıkları bu son cümleye hazırlık olsun içindi. Kendi adıma çok
üzülmüştüm. Egeli Çakır Efe’nin “İşte bunu demeyecektin!” tepkisini vermiştim. Bana
çok sırıtık gelmişti.
Bizim Müslüman yerine göre tuvalet
yaptırmanın cami yaptırmadan daha sevap olabileceğini asla kafasına sığdıramaz.
Çünkü der tuvalet yaptırırsam gelen de içine edecek giden de. Ama cami yaptırırsam
içinde namaz kılınacak, Kur’an okunacak, zikir edilecek… Sevap üstüne sevap
olacak.
Adam ne yapsın? Öyle telkinlerle
büyüdü ki sevap ve salih amel deyince namaz, oruç, hac, umre, cami yaptırma
gibi şeylerden başkası aklına gelmiyor. Oysa sevabı Allah belirliyor ve veriyor.
Allah’ın kullarının yararına olabilecek her bir şey sevap oluyor. Mescidin
yanına bir mescit yaptırmanın ne sevabı olabilir. Ama tuvaleti olmayan bir yere
tuvalet yaptırmak –eğer maksat insanlara hizmetse- daha sevaplı olur.
Ey zengin insanlar! Allah varlığınızla
tahakküm kurasınız, etrafa caka satasınız diye o serveti size vermedi. Kimi
yoklukla sınanıyor, kimi varlıkla.
Benim kızım harçlığı yeterli değil
diye kendisini hemencecik aç kurtların sofrasına atıyor. Bir taraftan da masumiyet
edasıyla hıçkırıklara boğuluyor. Keşki biraz daha sabredebilseydi. Yokluklar
karşısında dayanma gücünü artırsaydı, varlıklı arkadaşlarının yanında eziklik
hissetmenin kendisine vereceği yükün altından kalkmanın çaresini, kendisine bir
emanet olarak verilen iffetini ağzı salyalı, kudurmuş bir köpeğin üç beş
kuruşuna feda etme karşılığında görmeseydi. Onun vazifesi buydu.
Fakat ey zengin, ey varlıklı insan
senin vazifen de bu tür uçurumun kenarına itilmiş bu körpecik kuzulara sahip
çıkmandı. Onlara yurt yapmandı. Onlara burs vermendi. Ahlaksızlıklara açılan
kapıların kapatılması için tüm toplum olarak mücadeleye öncülük etmendi, destek
vermendi.
Ey siyasetçiler hem de
muhafazakârından olanlar: Zina büyük günahtı. Sayenizde suç olmaktan da çıktı.
Nasıl olsa artık kimse dokunamıyor. Giderek emeksiz, zahmetsiz geçim yolu olma
yolunda. Üstelik bunlar artık fahişe de sayılmıyor. Toplum da artık bunların “namusuyla
para kazandıkları”na inanmaya başlamış ve yaptıklarını kanıksamış gözüküyor.
Allah buyuruyordu ki “toplum
fesada giderse oraya azabın inmesi hak olur”.
Azap gelirse, iyi kötü ayırmıyor.
Kötüler, beraberindeki iyilerle birlikte helak oluyorlar. Tarih, bu işler hep
böyle oldu diyor. Kur’an’daki onlarca öykü, kavimlerin helaklerinden bahsediyor.
Sebep olarak da hep ahlakî bozulmayı gösteriyor.
Ey insanlar! Sabredin, mütehammil
olun.
İhtiraslarınızı gemleyin.
Hırsınızın gözünüzü bürümesine ve sizi esir almasına izin vermeyin. Aksi
takdirde ona feda etmedik ne namusunuz kalır ne de haysiyetiniz.
Öylesi bir hayat ise yaşamaya
değer mi? Ya da ona yaşama denir mi?
Allah cümlemizi korusun!
Cümlemize izan ve basiret versin!
08.11.2012
GARİBCE
Şahin Ozyurek: Biz maalesef Nur suresi 30 ve 31. ayetleri alt alta okuyup anlamaktan ve gereğince amel etmekten uzak bir toplumuz. Eğer birşey yasaktıysa ve toplum da bu fiili kanunen yasak olduğu için yapmıyorsa, hayr bunun neresindedir? Yasak değil ama ahlaki nedenlerden dolayı yaklaşılmayan bir eylem varsa, orda hayr var demektir. Öyleyse vurgulanması gereken, kötü bir fiilin evvelemirde sahibini kötü yaptığı, bahsi geçen kötülüğün esas sebebinin erkekler olduğunun bu toplumun kafasına iyice yerleştirilmesidir. Ama erkek egemen bir toplumda kadınların tecavüze uğraması sırf başı açık diye mazur görülmeye meyyalse zaten doğru bir çıkış noktası yok demektir. Doğru çıkış noktası yoksa hakikate de ulaşılamıyor. Saygılarımla hocam.
YanıtlaSilTöre diye erkek egemenliğinin yüceltildiği bir toplumun felaha ulaşması sünnetullaha aykırı gözüküyor, eğer yanlış görmüyorsam.
Ahlakın hukuk ile desteklenmesi, ahlaksızlar için gereklidir. Ahlaklıların hukuka zaten ihtiyaçları yoktur.
YanıtlaSil