29 Kasım 2013 Cuma

Huzur yuvada, boşuna başka yerde arama!


Bir Cuma namazını daha eda ettik. Allah kabul etsin, günahlarımıza kefaret kılsın.
Kazdal camiinde sohbet edecektim. Hutbe konusunu öğrenememiştim. Kürsüyü çıkarken öğrendim. Boşanma konusu imiş. Kendi kendime, “bu bize uyarmış ama..” dedim.  Hz. Peygamber’imizin âlemlere rahmet oluşundan bahsedecektim. Gene de  bir bağlandı kurup “pireye gelince” diye konuyu kendi alanına çeken pire profesörü gibi ben de ahlakla ilişkilendirerek evlilik ve boşanma konularına da girdim.
Huzurun adresi yuvadır, başka yerde aramayın! dedim.
Nasrettin Hocanın iğneyi evde yitirip de kolayına geldiği için dışarıda ışıklı yerlerde araması gibi yapmayın. Hoca aslında öyle yaparak bizimle dalgasını geçiyor. Ancak yuvanızda bulabileceğinizin huzur ve mutluğunuzu başka yerlerde aramayın, bulamazsınız, dedim,
Allah, eşlerimizin varlığını varlığının kanıtı sayıyor dedim. Evlenip eşini bulmanın amacını huzuru yakalamak olarak ifade buyuruyor, ancak bunun sonuna kadar sürdürülebilmesi için iki şarta dikkat çekiyor, dedim.
Biri meveddet yani sevgi, diğeri rahmet yani şefkat ve esirgeyicilik.
Sevgi olmadan beraberlikler yürümez. Şiddet ile bu iş olmaz. İllaki sevgi olacak. Ama her güzel şey gibi sevgi de sürekli değildir, onun da sürekli olabilmesi için mutlaka devamlı bir biçimde beslenmesi lazımdır. Sevgiyi besleyen şey ise şefkattir, esirgeyiciliktir ve saygıdır. Saygısız sevgi bir yere kadar devam eder, sonra yavaş yavaş sönmeye yüz tutar ve sonunda biter.
Sevgisiz beraberlikleri sürdüremezsiniz.
Saygısız sevgiyi bir ömür boyu yaşatamazsınız.
Sevgisiz çocukları evinizde tutamazsınız. Onlara saygı göstermeden de sevgilerini sonsuz kılamazsınız. Avucunuzdan kayar giderler. Eşleriniz, arkasını döner gider.
Ocağınız söner, yıkılan yuvanın enkazı altında çoğu kez masum yavrular kalır ve onlar da heder olur gider. Buna siz sebep olduysanız vebalini kaldıramazsınız, hesabını veremezsiniz.
Boşanma oranı hızla artıyor.
Boşanan çiftler her zaman karşılarındakileri suçlayana kadar biraz da kendi kendilerine baksınlar, acaba ne yaptım ki böyle bir sonuç doğdu desinler. Yeterince sevgim var mıydı, karşıdakine saygı da kusur etmiş miydim diye özeleştiri yapsınlar. Tabi asıl olan bunları yuva yıkılmadan yapabilmektir.
Peygamberimiz bize ahlaklı olmayı buyurdu. Kendisi yüce bir ahlak üzereydi ve Allah onu biz insanlığın ufkuna nümunei imtisal (rol model) olmak üzere koymuştu:
O “Allah de! Sonra dosdoğru ol!” buyuruyordu.
Evet, bütün hücrelerinle Allah deyip sonunda dosdoğru olabilmek işte Müslümanlık buydu. Özünde doğru olmak, niyetinde halis olmak, inançlarında doğru olmak, düşüncelerinde doğru olmak, duygularında doğru olmak, sözü doğru söylemek, yaptığın her bir şeyi doğru yapmak, elini doğru şeylere uzatmak, ayağını doğru istikamette atmak… Özünü doğru konuşlandırmak…”
İşte Müslümanlık buydu.
Her zaman anlatmaya çalıştığım benzer ahlakî esasları bir kez daha heyecanla anlatmaya, tekrar etmeye çalıştım. Nihayetinde vaaz ediyorduk. Ders anlatmıyorduk. İnsanlara bilmedikleri şeyleri öğretmek gibi bir kaygımız yoktu, vazifemiz hatırlatmaktı. Olur ya belki insanlar öğüt alırlar, etkilenirlerdi.
Allah tesirini halk etsin. Eskiler böyle dua eder ve konuşmacıyı tebrik ederlerdi.
Namazın bitiminde bir adam yanıma yanaştı ve “Hocam, kırk beş yaşındayım, ilk kez ahlaktan bahseden bir hoca gördüm!” dedi. Bir şey demedim.
Sevine miydim, çünkü anlattıklarımdan etkilendiğini söylemiş oluyordu.
Üzüle miydim, çünkü  bu yaşa gelmiş ilk kez ahlaktan bahseden bir hoca ile karşılaşmış. Bu gerçekten doğru ise çok üzücü olmalı dedim. Sonra kendi kendime “Bu doğru olamaz, ancak belli ki bizim konuştuklarımız, muhatap kitlesine yeterince ulaşmıyor, onların dilini yakalamak ve nabızlarını tutmak şeklinde Garibce’nin formüle ettiği şartları yerine getiremiyoruz. Yani anlattıklarımız ya cemaatin dilini yakalayamadığımız için anlaşılmaz bir şeyler oluyor, ya da nabızlarını tutamadığımız için onların dikkatlerini çekemiyoruz.
Onları heyecanlandırmadan, nabız atışlarını değiştirecek şekilde onların anlayabileceği bir dil ile ve dünyalarına nüfuz edecek bir biçimde konuşamadığımız sürece de bu etki oluşmuyor. “Kellim kellim la yenfa” der Araplar. Yani “Konuş konuş ama bir faydası yok!” Gene Araplar “Nesma ca’caa velâ nerâ tıhnen” derler. Yani “değirmenin sesi geliyor, anlaşılan taş dönüyor ama ortada un yok! Belli ki taş boşa dönüyor.
İşte böyle.
Bir cumayı daha arkada bıraktık.
Rabbim, üzerimizden tevfikını eksik etmesin. Esirgeyiciliği ile bizi korusun. Ahlakımızı güzelleştirsin.
Allah diyelim ve başka bir şey demeyelim. Ama Allah demenin hakkı her ne ise onun da gereğini yerine getirelim.
Dua ile!
29.11.2013

GARİBCE

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder