Bir
Cuma namazını daha eda ettik. Allah kabul etsin, günahlarımıza kefaret kılsın.
Kazdal
camiinde sohbet edecektim. Hutbe konusunu öğrenememiştim. Kürsüyü çıkarken
öğrendim. Boşanma konusu imiş. Kendi kendime, “bu bize uyarmış ama..” dedim. Hz. Peygamber’imizin âlemlere rahmet oluşundan
bahsedecektim. Gene de bir bağlandı
kurup “pireye gelince” diye konuyu kendi alanına çeken pire profesörü gibi ben
de ahlakla ilişkilendirerek evlilik ve boşanma konularına da girdim.
Huzurun
adresi yuvadır, başka yerde aramayın! dedim.
Nasrettin
Hocanın iğneyi evde yitirip de kolayına geldiği için dışarıda ışıklı yerlerde
araması gibi yapmayın. Hoca aslında öyle yaparak bizimle dalgasını geçiyor. Ancak
yuvanızda bulabileceğinizin huzur ve mutluğunuzu başka yerlerde aramayın,
bulamazsınız, dedim,
Allah,
eşlerimizin varlığını varlığının kanıtı sayıyor dedim. Evlenip eşini bulmanın amacını
huzuru yakalamak olarak ifade buyuruyor, ancak bunun sonuna kadar sürdürülebilmesi
için iki şarta dikkat çekiyor, dedim.
Biri
meveddet yani sevgi, diğeri rahmet yani şefkat ve esirgeyicilik.
Sevgi
olmadan beraberlikler yürümez. Şiddet ile bu iş olmaz. İllaki sevgi olacak. Ama
her güzel şey gibi sevgi de sürekli değildir, onun da sürekli olabilmesi için
mutlaka devamlı bir biçimde beslenmesi lazımdır. Sevgiyi besleyen şey ise
şefkattir, esirgeyiciliktir ve saygıdır. Saygısız sevgi bir yere kadar devam
eder, sonra yavaş yavaş sönmeye yüz tutar ve sonunda biter.
Sevgisiz
beraberlikleri sürdüremezsiniz.
Saygısız
sevgiyi bir ömür boyu yaşatamazsınız.
Sevgisiz
çocukları evinizde tutamazsınız. Onlara saygı göstermeden de sevgilerini sonsuz
kılamazsınız. Avucunuzdan kayar giderler. Eşleriniz, arkasını döner gider.
Ocağınız
söner, yıkılan yuvanın enkazı altında çoğu kez masum yavrular kalır ve onlar da
heder olur gider. Buna siz sebep olduysanız vebalini kaldıramazsınız, hesabını
veremezsiniz.
Boşanma
oranı hızla artıyor.
Boşanan
çiftler her zaman karşılarındakileri suçlayana kadar biraz da kendi kendilerine
baksınlar, acaba ne yaptım ki böyle bir sonuç doğdu desinler. Yeterince sevgim
var mıydı, karşıdakine saygı da kusur etmiş miydim diye özeleştiri yapsınlar.
Tabi asıl olan bunları yuva yıkılmadan yapabilmektir.
Peygamberimiz
bize ahlaklı olmayı buyurdu. Kendisi yüce bir ahlak üzereydi ve Allah onu biz
insanlığın ufkuna nümunei imtisal (rol model) olmak üzere koymuştu:
O
“Allah de! Sonra dosdoğru ol!” buyuruyordu.
Evet,
bütün hücrelerinle Allah deyip sonunda dosdoğru olabilmek işte Müslümanlık buydu.
Özünde doğru olmak, niyetinde halis olmak, inançlarında doğru olmak,
düşüncelerinde doğru olmak, duygularında doğru olmak, sözü doğru söylemek,
yaptığın her bir şeyi doğru yapmak, elini doğru şeylere uzatmak, ayağını doğru
istikamette atmak… Özünü doğru konuşlandırmak…”
İşte
Müslümanlık buydu.
Her
zaman anlatmaya çalıştığım benzer ahlakî esasları bir kez daha heyecanla
anlatmaya, tekrar etmeye çalıştım. Nihayetinde vaaz ediyorduk. Ders
anlatmıyorduk. İnsanlara bilmedikleri şeyleri öğretmek gibi bir kaygımız yoktu,
vazifemiz hatırlatmaktı. Olur ya belki insanlar öğüt alırlar, etkilenirlerdi.
Allah
tesirini halk etsin. Eskiler böyle dua eder ve konuşmacıyı tebrik ederlerdi.
Namazın
bitiminde bir adam yanıma yanaştı ve “Hocam, kırk beş yaşındayım, ilk kez
ahlaktan bahseden bir hoca gördüm!” dedi. Bir şey demedim.
Sevine
miydim, çünkü anlattıklarımdan etkilendiğini söylemiş oluyordu.
Üzüle
miydim, çünkü bu yaşa gelmiş ilk kez
ahlaktan bahseden bir hoca ile karşılaşmış. Bu gerçekten doğru ise çok üzücü
olmalı dedim. Sonra kendi kendime “Bu doğru olamaz, ancak belli ki bizim
konuştuklarımız, muhatap kitlesine yeterince ulaşmıyor, onların dilini
yakalamak ve nabızlarını tutmak şeklinde Garibce’nin formüle ettiği
şartları yerine getiremiyoruz. Yani anlattıklarımız ya cemaatin dilini
yakalayamadığımız için anlaşılmaz bir şeyler oluyor, ya da nabızlarını
tutamadığımız için onların dikkatlerini çekemiyoruz.
Onları
heyecanlandırmadan, nabız atışlarını değiştirecek şekilde onların anlayabileceği
bir dil ile ve dünyalarına nüfuz edecek bir biçimde konuşamadığımız sürece de
bu etki oluşmuyor. “Kellim kellim la yenfa” der Araplar. Yani “Konuş konuş ama
bir faydası yok!” Gene Araplar “Nesma ca’caa velâ nerâ tıhnen” derler. Yani “değirmenin
sesi geliyor, anlaşılan taş dönüyor ama ortada un yok! Belli ki taş boşa
dönüyor.
İşte
böyle.
Bir
cumayı daha arkada bıraktık.
Rabbim,
üzerimizden tevfikını eksik etmesin. Esirgeyiciliği ile bizi korusun.
Ahlakımızı güzelleştirsin.
Allah
diyelim ve başka bir şey demeyelim. Ama Allah demenin hakkı her ne ise onun da
gereğini yerine getirelim.
Dua
ile!
29.11.2013
GARİBCE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder