20 Ağustos 2014 Çarşamba

Ben de herkes gibi olacağım!


“Ben de herkes gibi olacağım!”
“Herkesin geçtiği köprüden ben de geçeceğim.”
Bak bu doğru. Zaten bir köprü varmış ve herkesi o köprüye vuruyorlarmış. İstesen de istemesen de.
Buraya kadarı iyi güzel de lakin herkes o köprüyü geçemiyormuş. Birçoğunun ayağına işledikleri haltların ağırlıkları takılıp, aşağı aşağı çekiyormuş ve aşağıda ağzından alevler saçan bir çukur varmış, içine düşünlerin kesretine sebep korkunç bir girdap oluşuyormuş ve ağırlıkları ayaklarına takılanlar adeta elektrik süpürgesinin kiri pası içine çekmesi gibi o ateş çukurunun içine yutuluyorlarmış.
O köprüye sırat diyorlar, altındaki ateş çukuru da cehennem oluyormuş. Ağırlıklar da günahlarımız her hal. Karşısı da selamet sahili.
Meryem 19/71-72 ayetlerinde[1] anlatılan da buymuş. Allah takva sahiplerini kurtarır öbür tarafa geçirirmiş. Orası da cennet oluyormuş. Zalimleri ise  tepetaklak kendi hallerine terk edermiş. Belli ki kurtuluş gene bizim yapıp ettiklerimizle değil, lütuf ile olsa gerek. Ne var ki lütuf ve ihsanı hareket geçiren de bizim takvamız ya da terke sebep bizim zalim oluşumuz oluyor.
Zulüm, hakkı sahibine vermemek demektir. Her şeyin bir hakkı ve yeri vardır. Hakkı verilmeyen, yerinde kullanılmayan her şey haksızlıktır ve zulümdür. Zulüm ise cehennemdedir. Beddua etmek hoş değil ama öyle anlar olur ki “Zalimler için yaşasın cehennem!” demek bir esinti gibi serinlik verir.
İnsanlık yürüyüşünde (sırata vurma) ayrı gayrı davranmanın imkânı yok. İnsandan doğan insan sayılıyor ve başlangıç için bu kadarı yetiyor. Ama sırat gibi kıldan ince kılıçtan keskin ve bir ömür boyu sürecek olan yolda, tepetaklak ateş çukuruna düşmeden selamet sahiline ulaşmak ancak gerçek anlamda insan olanların bir başarısı oluyor ve o da özel bir inayete sebep gibi gözüküyor. Önemli olan da o özel inayeti kazanabilmek oluyor.
Çoğunluk (sevad-ı a’zam) bazı yönlerden bizi rahatlatsa da selamet sahiline ulaşabilmenin yegâne güvencesi ve teminatı olmuyor. Sözgelimi bizde (Fıkıh) cumhur kavli (çoğunluğun görüşü) bir delil sayılmıyor. Hakikat bazen tek kalmış kimsenin tuttuğu yolda da olabilir. O halde yolun yol olduğuna, yoldaki hallerin de o yola uygun haller olduğuna istidlal edecek ölçütler gerekiyor. Aksi takdirde herkes gibi olmak bizi helak çukuruna yuvarlanma riski taşır. Ne var ki kalabalığın oluşturduğu zihin konformizmi işin vahametini bizden gizleyebilir.  Başını sonunu, nereden gelip nereye gitmekte olduğunu görmediğimiz bir sürünün içinde, kafamızı önümüzdekilerin kıçına sokarak geviş getirme ve ara sıra da rahatsız edici sineklere karşı en fazla kuyruk sallama biçiminde bir tepkiyle yok oluş girdabına sürüklenmenin dahi keyfini çıkarma aymazlığı içinde olabiliriz.
Allah, “doğrulukla ve adaletle Rabbinin kelimesi tamam oldu” dedikten sonra “Hal böyle iken eğer sen, yeryüzünde çoğunluğa uyarsan, onlar seni Allah’ın yolundan saptırırlar”[2] buyuruyor. (el-En’âm 6/115-116)
Evet, çoğunluğun dahi bizatihi kendisi Hak ve hakikatin ölçütü değil. İlla ki aşkın ölçütlere ihtiyaç var: Doğruluk ve şaşmazlık olmalı ve bir de adalet olmalı.
Doğru yerde isen tek başına da olsan Hakikat senin yanında demektir. Adaleti sen temsil ediyorsan keza bütün dünya sana karşı da dursa, kalabalığın sıkleti mutlak gerçekliği değiştirmeyecek, hak ve hakikat er geç yerini bulacaktır, demektir.
Bütün dünya, hayır dese bile dünya dönmeye devam ediyor.
Ve aslında dünya ile birlikte bütün dünya da dönüyor.
Ben de herkes gibi olacağım derken, aslında ne demiş oluyorsun. Seni rahatlatan şey gerçekte bir canın deyişiyle “kötülüğün yarasına merhem çalmak” olmasın.
Demokrasi güzel bir şey. Yeni yeni keşfediyoruz. Ancak sıdk ve adalet gibi şaşmaz ölçütleri olmadığı zaman, çoğunluğun hegemonyası haline dönüşüveriyor ve tüm dünyayı inim inim inleten zulümler işte bu hegemonik çoğunluklar tarafından işlenebiliyor.
Daha öğreneceğimiz çok şey var. Vesselam.
Dua ile!
20.08.2014
GARİBCE



[1] وَإِنْ مِنْكُمْ إِلَّا وَارِدُهَا كَانَ عَلَى رَبِّكَ حَتْمًا مَقْضِيًّا (71) ثُمَّ نُنَجِّي الَّذِينَ اتَّقَوْا وَنَذَرُ الظَّالِمِينَ فِيهَا جِثِيًّا  )مريم(
[2] وَتَمَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ صِدْقًا وَعَدْلًا لَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِهِ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ (115) وَإِنْ تُطِعْ أَكْثَرَ مَنْ فِي الْأَرْضِ يُضِلُّوكَ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ إِنْ يَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ وَإِنْ هُمْ إِلَّا يَخْرُصُونَ  (الأنعام)

19 Ağustos 2014 Salı

Es-Selamu Aleyküm’ün Dili ve Duygunun Gücü!


 Az önce bir video izledim[1].
İlk görüntüde Dış İşleri Bakanı Ahmet Davudoğlu ve hemen yanında elinde megafon Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu gözüküyor. Sonra videonun akışına bakınca Davudoğlu’nun Arakan ziyaretinden bir kesit olduğu anlaşılıyor. Binlerle Arakanlı bakanın etrafına büyük bir tehacümle toplanmışlar, henüz ekmek arayışında olmayan Ekmeleddin İhsanoğlu  -ki o sıralarda İslam İşbirliği Teşkilatı genel sekreteri olmalı- sayın bakanın konuşma yapabilmesi için elindeki megafonla kalabalığın coşkusunu susturmaya çalışıyor ve lakin başarısız kalıyor. İşte tam o sırada bakan tam bir vecd ve istiğrak halinde bütün gücüyle ve bütün zerrelerinden gelircesine es-Selâmu aleyküm diye haykırıyor. Belli ki içinde birikmiş volkanın patlaması gibi bir anda tüm kalabalığı etkisine alıyor ve binler aynı anda “Ve aleyküm selam!” nidasını en kalbi cevap olarak yetiştiriveriyorlar. Aynı selamlama ve cevaplama defalarca tekrarlanıyor, yer gök inliyor ve her birinde aynı heyecan ve aynı duygu birlikte yaşanıyor.
Ağlayanlar ağlıyor, çığlıklar atılıyor ve gözyaşları seller gibi boşanıyor.
O birkaç dakika içinde tekrarladıkları birkaç selam ve reddi selam ile  karşılıklı dertleşmedikleri dertleri, konuşamadıkları sözleri kalmıyor. Her şey sanki yerine ulaşıyor.
Bu manzara karşısında bir daha gördüm ki biz Müslümanlar için dil birliği ya da ırk birliği değil, gönül birliği, duygu birliği esas oluyor.
Din deyince “ille de bilgi, bilgi!” deyip duranlar, dinler ve özelde de İslam için asıl olanın duygu boyutu olduğu gerçekliğini yeterince dikkate almıyorlar.
Ezanın yerine başka şeyler ikame etmeye çalıştık ve tabi ki olmadı.
Selamın yerine başka şeyler yerleştirmeye çalışıyoruz. Elbette o da tutmayacak. Lakin buna sebep bunca emek boşa gidiyor ve imkânlar zayi oluyor.
Biz Müslümanlara lazım olan olabildiğince bizi bir arada tutacak ortak zeminler.
Din elbette bunların başında. Zaten bizi biz eden de o.
Din dili de bir o kadar önemli.
Ortak bir ezan, ortak bir selam ve ortak bir Kelam.
Asırlarca bunca ırkı bağrında yaşatmasına rağmen hemen her ırktan olan kimselerin  kendilerini aynı Halil İbrahim milletinden bilmesi Osmanlı için boşuna bir çaba ya da fantezi değildi.
Bunlar bizi bir arada tutan harçlardı.
Bizi biz eden ve bizi bize benzeten maya idi.
Farklılıklarımızı zenginlik gören bir birliktelikti.
Önce birey olacağız diye tutturduk.
Sonra da ulusçuluğa işi vurduk.
Birey olduk savrulduk.
Ulus olduk tüm köklerimizden koptuk. Bizi iri yapan, bizi diri yapan birlikteliklerimizi unuttuk. Bosnalılar, kendilerini Türkiye’nin kendi kaderlerine terk ettiği kız kardeşleri görürler.
Balkanlılar Müslüman olmayı Türk olmak bilirler.
Yaşlı Arakanlı, başını Davudoğlu’nun göğsüne dayayarak hüngür hüngür neden ağlar?!
Hangi duygudur onu, çaresiz bir bebeğin anne kucağına hıçkırıklarla atması gibi sözde bir Ulus Devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin dış işleri bakanının göğsünde sükun bulmaya iten.
Bindiğimiz dalı kestik.
Tutunduğumuz kulpları kopardık.
Bir Kazak çocuğunun ifadesiyle “Hepimizin dibi bir”di. Ama biz kendi dibimize çökelek suyu döktük.
Savrulduk. Öyle bir dağıldık ki, yeniden  bir araya gelmenin ve yekinip yeniden ayağa kalkmanın, silkinip kendimize gelmenin imkanı neredeyse muhal gibiydi. Onlarca sene böyle geçti.
Lakin “el-ba’su ba’de’l-mevti hakkun” diye inancımız vardı. Ölümden sonra dirilmek Hak’tır. Sağaltıcı bir soluk bize yeniden hayat verebilirdi.
Ve sanki o oluyor gibi şimdi.
Bir yanda yükselen bunca ah var, zulüm altında inim inim inleyenlerin yükselen ahları illa ki bir gün ulaşacaktır, ulaşacakları yere.
Ve bunca umut var…
Ve de beklentiler.
Kaderine terkedilen kız kardeşlerin utancı…
Bunca onlarca yıl hoyratça terkedilen baba ocağı…
Evet… Bütün bunlar yeniden bir dirilişin, düştüğümüz yerden yekinip ayağa kalkmanın ve geçmişe ait bilincin güncellenmesinin imkanı için yeterince sebep gibi gözüküyor.
Garibce de olsa!
Dua ile!
19.08.2014
GARİBCE



[1] http://www.dailymotion.com/video/x178mx2_arakan-da-selamlasma-coskusu-ve-gozyasi-a-davutoglu_news

18 Ağustos 2014 Pazartesi

İnsaniyetliğimiz sade utanmaya müncer kaldı!



Az önce bir insan olduğum duygusunu gene yaşadım. İnsanı “Yüzü kızaran hayvan” diye tanımlıyorlarmış ya işte bu tanımdan istidlalle insan olduğumu bir daha hatırladım.
Bizde doktora yapmakta olan Filistinli bir kızımızla karşılaştım. Geçenki İsrail’in Gazze’ye saldırıları sırasında onun kardeşinin de şehit düştüğü haberini almıştık, tabii üzülmüştük ve hepsi o kadar.
Görünce üzüntümü ifade ettim ama bir şeyler de diyemeden hemen yanından ayrıldım. Doğrusu utanmıştım.
Bunca masum ölenler gibi onun kardeşinin katlinden kendim de sorumluymuş gibi bir his duydum.
Aslında olması gereken de buydu.
Bütün müminler tek bir vücut gibiydiler ve bir organa isabet eden bir ezayı, diğerlerinin de duyması gerekiyordu. İslam ümmeti öyle bir birlik ve beraberlik içinde olmalıydı ki senin ayağına batan dikenin acısını ben yüreğimde duymalıydım.
-Duydum mu?
-Hayır, duymadım.
-Peki, sen duydun mu?
Onu da bilemedim.
Vücuttaki  bir iltihap yüzünden tüm vücut ateşlenip, içerdeki cerahati atabilmek için çabaladı mı? Hayatiyetimizi tehdit eden ödemleri tahliye edebildi mi?
Olmadı.
Öyle olmadığı için de  geriye sadece utanmamız kaldı.
O bile insanlığımıza bir alamet ya. Ya bir de onu da kaybetsek acep halimiz nice olur ve  insanlığımıza nasıl bir tarif münasip bulunur.
Dua  ile!
18.08.2014

GARİBCE

17 Ağustos 2014 Pazar

Huzur İslam’da!


Kim olduğunu hatırlamadığım biri Feys’te şöyle bir şey paylaşmıştı:
“Murat, Şahin gibi arabalara binerken  arka cama “Huzur İslam’da!” yazardınız. Şimdi ciplere binerken artık öyle şeyler yazmıyorsunuz. Huzuru elde ettiğiniz zenginlikte buldunuz galiba!”
Doğrusu bu söz Garibce’nin dikkatini çekmeyi başarmıştı.
Müthiş bir değişimin yaşandığı doğru. Müslümanların zenginleştiği de doğru. Zenginliğin kötü bir şey olmadığı da doğru.
O zaman yanlış olan ne?
Yanlış olan bir şey yok.
Yanlış denilen şey şaşı görenin bakışında.
Ne kadar kendimizi temize çıkarmaya çalışırsak çalışalım, ehli irfanın endişe ettiği zenginleşme ve onun lazımı gibi görünen dünyevileşme her taraftan bizi kuşatmışa benziyor.
Hz. Ömer fetihlerle  merkezden yeni İslam’a açılan beldelere göçü durdurmak için çabalıyor ve özellikle sahabîlerin Medine’den  ayrılmasına  izin vermiyordu. Bu haliyle o, yeni dünyayı yönetmenin sorumluluğuna onları da bir şekilde ortak etmek istiyordu.
Kimileri bu göçü salt dinî saiklerle izaha kalkışabilir. Yani onların sırf davet ve tebliğ amaçlı gittikleri iddiasında bulunabilir ve  belki büyük ölçüde  bu doğru da olabilir. Ama bir gerçeklik daha vardı ki o da yeni fethedilen bu ülkelerde sahabeye karşı büyük bir iltifat ve ihtiram vardı ve bu beraberinde itibar ve zenginliği de getiriyordu. Haliyle bu durum ister istemez onları  buralara çekiyordu. Nitekim Hz. Ömer’in ölümü ile birlikte yasak kalkınca pek çoğu Medine’den ayrılmış ve bu yeni beldelere yönelmişlerdir.
Fetihlerle birlikte artık dünya bütün nimetleriyle ve güzellikleriyle Müslümanlara gülüyordu ve dünyanın bu güçlü cazibesine kendisini kaptırmayanların sayısı nadirdi. Tasavvufun aslı sayılan ilk zühd hareketleri, muhtemelen bu gidişe bir tür protesto gibi vücut buluyordu.
Sahabe ve hemen arkasından gelen nesiller tarafından gerçekleştirilmiş olan iç savaşların ve isyanların adı konulmamış saikleri arasında illâ ki iktidar ve güç elde etmenin yanında elde edilen ranttan pay elde etme çabaları da yatıyordu.
Çağımıza gelelim. On yıllarca gerçekten inanarak “Huzur İslam’da!” dedik. İslamcı olduk. Siyaset yaptık. İslam’ı hâkim kılmak için çalıştık çabaladık.  Ve sonunda bu iş oldu da galiba.
Artık geniş evlerimiz var.
Lüks arabalarımız var.
Yazlıklarımız var.
Kat kat elbiselerimiz var.
Her daim düşmanın gözü üstündedir diye giydiğimiz enva-i türden ayakkabılarımız var.
Gelinen bu noktada artık hala huzurun İslam’da olduğunu kimse söylemiyor. Demek ki İslam gelmiş ve hâkim olmuş bulunuyor.
Cennet cennet diyordunuz ya, onun için öbür tarafı beklemeye de hacet kalmadı.
Gökte yıldız koymayıp kapan lüks oteller ışıltılarıyla cenneti artık özlem yeri olmaktan çıkarmışa benziyor.
Bir Arap için cennet dediğin şey ne ki? Uzun uzun gölgeler, ağaçları altından ırmaklar akan bahçeler, türlü türlü meyveler, bahçelerde salınan huriler, gılmanlar…
Usta bir dilci bizim Akdeniz sahillerindeki yıldızları bol otelleri tasvir etse, cennet anlatımları onların yanında kaç para eder ki…
Hem sizin cennet dediğiniz şey veresiye. Bizim burada size sunduğumuz güzellikler an itibariyle ve şimdi. Zevklerin en peşini işte burada.
Paran ve itibarın var mı? Sen onu söyle.
Rabbimize şükürler olsun ki artık biz de bunlara ulaştık. Altımızda Hz. Süleyman’ın sıvazladığı atlar kadar hatta onlardan da  güzel ve de özel arabalarımız var.
Her türlü hizmeti sunan huri ve gılmanlarımız var.
Kur’an’ın cennetinde sayılan üç beş meyveye karşılık bizim sayısız ve emsalsiz meyvelerimiz var. Sen iste yeter ki, mevsim farkı yok gayri. Bırak onu ne yazın sıcağı, ne kışın soğuğu… Her daim havanın en güzeli.
Cennetliklere ikram edilecek ilk şey balık ciğerinin fazlası mıymış neymiş. Burada şimdiden biz havyarları götürüyoruz.
Baba ocağında adını duymadığımız, hayalimizde dahi asla tasavvur edemediğimiz, rüyasını dahi göremediğimiz envai çeşit nimetlerle göneniyoruz.
Cennet cennet denilen şey de buna benzer şeyler değil miydi? Ve biz şimdi bütün bu nimetlerin içindeyiz. Hal böyle iken biz huzurlu olmayalım da kim olsun.
Huzur İslam’daydı. Doğru. Biz de şimdi huzurdayız. Demek ki biz İslam’ın en güzel çağını yaşıyoruz.
Sağlama böyle.
İstersen bir de sen sağla!
Dua ile!
17.08.2014
GARİBCE

15 Ağustos 2014 Cuma

Büyük âlim olmanın şartı!


Bir Cuma namazı sonrası fakültedeyiz. Yaz sıcağı bunaltıcı. İnşaatlara sebep geriye kalan tek kamelyanın altında sohbet ediyoruz. Şemsi Hocanın cömertliği bizlere sütlü nuriye ikramı şeklinde tezahür ediyor. Tatlıca bir muhabbet derken Mahmut Kaya Hoca geliyor ve sohbet koyulaşıyor ve tam demini buluyor.
Bir arkadaş on beş yıl önce dinlediği bir hatırasını hatırlatıyor hocaya. Hoca o öyle anlatılmaz şöyle anlatılır diyor ve öyküye en başından başlıyor. Takip edebildiğim kadarıyla hoca on bir yaşındaydı başlarken ve ortalarına geldiğinde artık on iki yaşında olduğundan bahsediyordu.
Eski usul birkaç kitabı iyi okumuş ve adam yokluğunda İstanbul’da okutmaya da başlamış âkil fakat henüz bâliğ olmayan birinin yaşça büyük bir abinin istismarı sebebiyle yaşanan bir cercilik hikayesi. Öylesine Eskişehir’den başlayan ve Haymana ovasında yaya olarak köy köy devam eden ve nihayetinde  oldukça perişan bir vaziyette Yozgat Şefaatli’nin bir köyünde sona erdirilen –devamı sanki var gibiydi-  bir öykü.
Uzun mu uzun.
İbret dolu.
O günün hem dinî, hem iktisadî hem sosyal hem de ilmî anlayışını yansıtması bakımından ibret alınacak bir hayat hikâyesi. Hoca umulur ki etraflıca yazar da  sonraki nesiller ibret alır.
Neyse. Gelelim bu yazının konusuna.
Henüz bâliğ olmayan çocuk yaşta birinin nihayet imamı olmayan bir köye imam olması ve orada hem vaaz edip hem de teravih kıldırması vb. gibi etkinliklerde bulunması söz konusu.
O köyde de halk ikiye bölünmüş ve yaşlı muhterem bir hocayı halkı barıştırmak için getirmişler. Hocanın altına çift kat döşek atmışlar etrafına köyün aklıyeterleri doluşmuş ve sohbet ediyorlar. Bu arada bizim Mahmut Kaya öteki odada yaşıtları çocuklarla beraber oynuyor falan. Demişler ki: “Hocam, bizde bir havuz var, bize Ramazan imamlığı yapıyor, hele bir imtihan et bakalım, sahiden okumuş mu yoksa salanalık[1] mı yapmış…” Hoca “Kim o?” diyor ve hemen havuzu çağırıyorlar. Hoca havuzu bir süzüyor ve “Îmmâ terayinne”yi[2] (Meryem 19/26)  i’lâl edebilir misin?” diye soruyor. Bizim havuz: “Dört çeşit i’lâli mümkün, hangisini isterseniz onu yapayım diyor ve sonra bir güzel i’lâl yaparak hocaya istediğinden âlâ bir cevap veriyor.
Hoca bizim havuzu şöyle süzüyor, sakalını sıvazlıyor ve etrafındaki insanlara dönerek. “Bu yaşıma geldim, böyle bir âlim görmedim!” diyor ve ekliyor. “Şimdi siz “İmmâ terayinne’nin i’lâli de ne ola ki diyecek ve önemsiz bir şey sanacaksınız. Bakın anlatayım. Vaktiyle çok büyük bir âlim ölmüş mezara koymuşlar. Derken sorguya çekmek üzere Münker Nekir gelmiş, Hoca müthiş heyecanlanmış ve korkuyla vücudu sarsılmış. Melekler: ‘Men Rabbüke ve men nebiyyüke ve mâ dinüke…?’ diye sorular sormaya başlayınca hocanın heyecan ve korkusu gitmiş, rahatlamış  ve ‘Ben de immâ terayinne’nin i’lâlini soracaklar sanmıştım’ demiş. İşte bu, o kadar büyük bir mesele!” diye bizim havuzun ne kadar derin bir âlim olduğunun ispatını da hemen yapıvermiş.
Henüz çocuk sayılacak yaşıyla boyundan büyük işler yapan, hem kürsüde hem de mihrapta vaazlar eden bizim havuz, hele bu tezkiyeden sonra köylülerin gözünde o kadar büyük olmuş ki artık deme gitsin…
İşte böyle… Birkaç gramer kitabı ezberleyip, kelimelerin gramer açısından izahlarını da yapabildin mi en büyük âlim olduğun o günler bu ülkede ve bu toplumda yaşandı.
İlmin ufkuna çetrefilli birkaç i’lâl meselesini koyduğunda, âlim olmak için onları öğrenmek yetiyor. Bunun ötesinde ne hayat tecrübesine ihtiyaç, ne dinin en genel anlamıyla bizden neler istediklerine olan vukufiyet olsa ne olacak olmasa ne olacak.
Hocanın anlattığı olaylar tam da benim doğduğum yıla tekabül ediyor. Aradan beş altı tane on yıl geçmiş bulunuyor. Acaba ufka konanlar ve idealler açısından neler değişti. Âlim olmanın şartları neler oldu? Güncellendi mi? Yoksa hala i’lalleri bilmek aynı derecede önemli mi? Hâla okuyanlarımız Binâ mı okurlar ve bitirince tekrar başa dönüp gene mi okurlar?!
Uygulamanın içinde olanlar ne derler?
Hele hele medrese özleminin giderek arttığı şu dönemde ufka nelerin konulmuş olduğu önemli olsa gerek.
Dua ile!
15.08.2014
GARİBCE



[1] Salana: Tokat ağzı.  Selhâne’den bozma. Selhâne yüzümhane demek. Köpek iyi ve carı ise sürüyü gütmeye gider. Tembel olan ise mezbahane etrafında kendisine bir kemik düşer mi diye miskin miskin yatar durur. İşte oradan alınmış bir tabirmiş.
[2] فَكُلِي وَاشْرَبِي وَقَرِّي عَيْناً فَإِمَّا تَرَيِنَّ مِنَ الْبَشَرِ أَحَداً فَقُولِي إِنِّي نَذَرْتُ لِلرَّحْمَنِ صَوْماً فَلَنْ أُكَلِّمَ الْيَوْمَ إِنسِيّاً.

12 Ağustos 2014 Salı

Fe bi eyyi âlâi Rabbikümâ tükezzibân!




Rahman suresinde malum Yüce Allah biz kullarına olan nimetlerini bir bir sıralar da arkasından da “Fe bi eyyi âlâi Rabbikümâ tükezzibân!” “Şimdi deyin bakalım Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabileceksiniz?!” der.
Az önce tek başına bir okul olan İSAV’ın vaktiyle tartışmalı ilmî toplantı olarak gerçekleştirdiği İslam Düşüncesinde Gayb Problemi I adlı kitabını okurken çok sevdiğim M. Said Hatiboğlu hocamın tebliğinin girişindeki şu konuşma ister istemez dikkatimi çekti:
“Bizim zamanımızın şartlarını biliyorsunuz. Fakültemiz dahi yoktu. 1949-1950 yılarında Ankara İlahiyat Fakültesi açıldı ve altı yüz senelik İslam’a hizmet bayraktarlığı yapan bir devletin akabinde kurulmuş bir devlette, İlahiyat Fakültesinde tefsir, hadis, Arapça dersi verecek bir tek profesör yoktu.
Ben şahsen Arapça dersi almak üzere Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde Arapça Kürsüsünün derslerine gidiyordum ve orada bu dersi öğreten hoca bir Alman idi…”
Sonra da hoca kırk dört senelik fakülte yılları boyunca okuduklarından “İslam ümmetinin son döneminde bir tenkid zihniyetinin olmadığını gördüğü ve gelişmenin de buna sebep olmadığı tespitinde bulunuyor. (M. Said Hatiboğlu, “Kur’an ve Sünnet Işığında Hz. Peygamber’in Gayba Muttali Olması”, Kur’an ve Tefsir Araştırmaları –V (İslam Düşüncesinde Gayb Problemi I), İstanbul 2003, s. 23).
Şu anda ben ilahiyat fakültelerimizin sayısını bilmiyorum. Sadece kendi alanımda (İslam hukuku ya da asıl adıyla fıkıh) profesör olan hocalarımızın sayısını dahi bilmiyorum. Hesap için ellerimde ne kadar parmak varsa onların her birini onar saymam halinde belki ancak sayılarını ifade edebilirim. Belki yetmez dilimi de çıkarmak durumunda kalabilirim.
Hal böyle iken deyin bakalım Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilecek ya da yok sayabileceksiniz?!
O zaman kurtulduk demek.
Bilemem. Ancak Hoca diyor ki: Tenkid zihniyetinin yokluğu gelişmeyi önlüyor.
Sahi bizim hocalarımızda tenkid zihniyeti ne kadar vardır ve de gelişmiştir.
Ula oğlum böylesi zor ve netameli soruları neden sorarsın? İşin mi yok. Git kendi işine bak. Senin ataların  dememiş mi: “Bizim oğlan bina okur, döner döner yine okur!” diye.
Armut dibine düşer. Adam olacaksan, atalarının yolundan gidecek ve sen de Bina okuyacak, sonra dönüp gene okuyacaksın. Ne zaman yoruldun, umudu tüketmeye başladın aşk ile bir daha bir daha okuyacaksın ve işte o zaman tarih denilen şey yazılmış olacak.
Ben bir Garibceyim ve hocanın dediklerinden bunları anladım. Hem size de ulaştırayım dedim. Ola ki içinizde Garibce’den daha anlayışlı kimseler ola ve onlar sözü gerçek yerine koyalar.
Dua ile.
12.08.2014
GARİBCE


Garibce'nin 2014 mezunlarına veda yazısı: GİDİN!


Gidin!
Yeter gayrı bizimle birlikteliğiniz.
Artık sizi bekleyenlere gidin!
Önden gidenleriniz eminim ki size bir alan açmışlardır.
Gidin!
Onların yanında siz de yer alın. Boş yerleri doldurun.
Birlikte el ele verin yeni ufuklara açılın.
İnsanlara umut olun; yorulanlar sizde dinlensin, karamsarlıklar sizinle iyimserliğe dönsün.
Gidin, arkanıza dönüp bakmadan.
Veda sırasındaki gözlerimizdeki yaşların size olan üzüntümüzden olduğunu sanmadan, öyle kendinize pay çıkarmadan gidin.
Biz, nasıl olsa ardınızdan gelenleri bağrımıza basar gene avunuruz.
Sizin yeriniz, gelinlik çağına gelmiş kızın yerinin baba evi olmadığı gibi burası değil, kendi hizmet alanınızın olduğu yerdir. Bu itibarla gidin. Asıl oraya sahip çıkın. Orayı benimseyin.
Ve gidin, dualarımız size eşlik etsin.
İşiniz olsun, aşınız olsun ve de eşiniz olsun.
Ardınıza bakmadan gidin dediysek de tümden unutun da demedik.
Arada bir selam edin.
Ve kendinizi tümden unutturmayın.
Sevgiyle gidin!
Gidin!

17.04.2014
Prof. Dr. Mehmet ERDOĞAN
(GARİBCE)

8 Ağustos 2014 Cuma

İşbölümü bu: Elbet kimi konuşacak kimi de dinleyecek!


Rahmetli komşumun evinde akşamları bir araya gelip Kur’an okuyoruz, dualar ediyoruz, cümle geçmişlerimize ve kendimize rahmet ve merhamet diliyoruz.
İyi de oluyor hani. Pek beceremesem de meclisi idare ediyor, yüksek sesle Kuran okuyup, dualar ediyorum. Kur’an okurken özellikle ahlakî ilkelere değinen ayetlerin çevirisini ve kısa yorumunu da yapıyorum. Bunun düz Kur’an okumaktan da daha yararlı ve etkili olduğunu sanıyorum.
Sonrasında da  serbest sohbet ediyoruz. Sohbet derken illa ki konuşması gerekenler konuşuyor, dinlemesi gerekenler de dinliyor. Belli ki Yaratıcı iş bölümü yapmış, kimini konuşması için kimini de dinlemesi için formatlamış.
Soru sorulmadıkça ya da bir şekilde kendim açılmadıkça ben dinleyiciler grubundan oluyorum. Sonra gözlem yapıyorum, benim gibi olanlar da var, konuşması gerekliymiş gibi can hıraş konuşanlar da var. Hem de yüksek perdeden ve öyle de bir hızlı tempoyla konuşuyor ki adam, dinlemek ve takip etmek gerçekten takdire şayan bir durum olmalı.
Vaktiyle bayram ziyaretlerinde gitmek zorunda kaldığım rahmetli bir hocamızı dinlemek ve hele hele de takip etmek, gerçekten aşılması zor olan ama benim aşmayı  başarmaya çalıştığım sarp bir yokuştu.
Dünkü mecliste hep susan ve dinler gibi durumda olan biri galiba sonunda dayanamadı ki o hep konuşan adama “ Şu radyolar var ya hani onun kapatma düğmesi olur. Yahu senin de öyle bir kapatma düğmen yok mu? Kapatsak da bir soluk alsak!” şeklinde takıldı.
Bugün o adam yoktu ama tabiat boşluk kabul etmiyor. İlla ki onun yerini dolduran birileri hep oluyor.
Bugün yokuşa doğru ağdığımda o adamın sözü aklıma geldi: Hakikaten insanlar açık radyolar gibi sürekli çalmak zorundalar mı? Onların bir kapatma düğmesi olmaz mı?
Sessizliği dinlemek gibi en büyük hazlardan payımıza düşecek bir nasibimiz olmaz mı?
Sosyallik böyle bir şey demek ki: Uzlette herkes sessizliği başarır. Maharet her kafadan bir sesin çıktığı, lafların havada uçuştuğu ve  birbirine karıştığı gürültülü bir ortamda sessizliğe gömülmek ve onun sesini dinlemek. İstimâ = Dinleme’den öte Insât galiba böyle bir şey olmalı.
Hani “İsa kurie’l-Kur’an’u festemiû lehu ve ensıtû!” varya. “Kur’an okunduğunda onu dinleyin ve sessizliğe gömülün (ınsât)” diyor ya işte o sözü edilen ınsât.
İki kulak bir dil. Hem de dişlerin ve dudakların arkasına konulmuş ki önü tümden açık da olmasın, iki dinlesin zar zor bir konuşsun. Tasarımın gereği belli ki bu! Ama öyle olmuyor. Konuşanlar hakikaten mecbur gibiler. Onların düğmesi olsa da kapatılsa sanırım bütün devreler birbirine girer de  ortadan çatlayıverirler. Yazık değil mi şimdi onlara! Dinleyiversen ölür müsün?! Hem erdem nedir ki? Herkesin yapabileceği sıradan şeyler mi? Yoksa hakikaten takati zorlayan şeylere sabır ve metanetle karşı koyabilmek mi?
Ben bazen kendi kendime iyi ki bu konuşkan adamlar var diye seviniyorum. Yoksa onların yerinde kim bilir belki de biz olurduk. Hem o zaman neyi dinleyecektik? Üstelik daha sessizliği dinlemesini bile öğrenememişken.
Küllün müyesserun lima hulika leh!
Hal böyle iken konuşan neylesin, dinleyen ne etsin.
Mevlam ne etmiş etmiş
Ettiğini hep güzel etmiş!
Dua ile!
08.08.2014
GARİBCE

6 Ağustos 2014 Çarşamba

Ah Be Komşum, Seni Çok Arayacağım!



Ölüm, yok olmak mıdır ki ardından üzülelim.
Anarahmi hayatımız bittiğinde dünya hayatına doğmuştuk. Dünya hayatımız bitince de ahiret hayatına doğmuş oluyoruz zahir.
Buradan bakınca ölüm, boyut değiştirmek gibi bir şey olmalı, yeni bir boyutta yeni bir hayat yani.
Bugünlerde ardı arkası gelmeyen bir sürü ölümler oluyor. Dostlar, tanıdıklar, yakınlar ve komşular… Birer birer çekip çekip gidiyorlar.
Öldüklerini bilmesek bizim dünyamızda onların yokluğundan dolayı herhangi bir değişiklik ya da eksiklik olmuyor.
Birçokları için bildiğimiz de de pek bir değişiklik olmuyor.
Kızılca kıyamet belli ki daha çok eşlerin ölümü ardından kopuyor. Henüz hamiye ihtiyaç duyan küçük çocukların ve büyük de olsalar aynı mekanı paylaşan evlatların  ebeveynlerinin ölümü halinde de durumları çok acı olmalı.
Ben bugün trafik kazası yüzünden on beş gündür yoğun bakımdan sağ çıkamayan  komşumu defnettim.
Evinin tabanının alt yüzü benim evimin tavanını oluşturan komşumu. Ses yalıtımının yeterli olmadığı apartman hayatında alt üst komşu ilişkileri çok kırılgandır. Buna sebep çoğu kez alt üst komşuların araları pekiyi değildir.
İşte böylesi bir ortamda ben komşumu, gördüğümde görünmek istediğim bir canı  kaybettim. 
Kardeşleri, yeğenleri hep toplandılar, acılarını paylaştık. Hepsi gerisin geri yaşadıkları yerlere döndüler. Kalanlar da yarın  öbür gün dönecekler. Geriye ben kalacağım. Lakin artık o can komşum olmayacak.
Merdivenden çıkışını, inişini duymayacağım.
Her daim gülen yüzünü görmeyeceğim.
Hocam diye takılmaları ve hal hatır sormaları artık hiç olmayacak.
Beşiktaş’ın gol sevinçlerini artık takip edemeyeceğim.
Ben belli ki komşumu çok özleyeceğim.
Ya Rab! Ben komşumdan razı idim. Sen de ondan razı ve hoşnut ol! Ona ve bütün geçmişlerimize sonsuz rahmetinle, lütuf ve ihsanınla muamele et.
Geride kalan yakınlarına sabırlar ver.
Gufranek ya Rab!
06.08.2014