Garibce
ama öyle.
İnsanlar
her nedense önce bir önerme oluşturuyorlar, ondan sonra da ona gönderme yaparak
bir sonuca varmaya kalkışıyorlar ve bunu hep yapıyorlar/ yapıyoruz. Çünkü
işimize geliyor.
Hasbî
bir İslam âlimi olduğuna inandığım merhum Salih Akdemir hocanın bir makalesini
okurken orada bir atıf gördüm. Şöyle diyor:
“Diğer taraftan Kur'an-ı Kerîm'den bir konuyla
ilgili bir hüküm çıkarırken konuyla ilgili bir ya da birkaç ayete
dayanmak yerine konuyla ilgili tüm ayetleri dikkate almak gerekir. Ancak bütün
ayetler degerlendirildikten sonradır ki Kur'an-ı Kerîm'in konuyla ilgili görüşü
isabetli bir şekilde ortaya konmuş olabilir. Aksi halde, hatalara düşmekten
kurtulunamaz. Ancak büyük Usul-ı Fıkıh alimi İmam-ı Eş-Şatıbî'nin de, .( eş-Şatıbî, Kitab el-Muvafakat, Kahire, 1969, 1, 13-14, Bu metodun modern
bir yorumu ve uygulaması için bkz. Prof. Dr. Fazlur Rahman, İslam ve Çağdaşlık, Fecr Yay. Ank.
1990. Terc. Doç. Dr. Alparslan Açıkgenç, Doc. Dr. M. Havri Kırbaşoğlu, s.
93-99). ifade ettiği gibi bazı hukukçular bu metodu tamamen ihmal etmişler
ve dolayısıyla zaman zaman hatalara düşmekten kurtulamamışlardır.”[1]
Ben
şahsen bu paragrafta hata görmüyorum. Yapılan göndermenin doğru olmadığını ve
hatta sözü edilen Fazlur Rahman tarafından kelimenin tam anlamıyla Şâtıbî
merhumun istismar edildiğini[2],
hocanın da bir anlamda mütercimlerin dolduruşuna geldiğini düşünüyorum.
İmdi
merhum Şâtıbî sözü edilen önermede Usulün katî olması gereğinden
bahisle söylediklerini söylüyor. Şatıbî gibi bir İslam âliminin usul ile
hükm’ü ayırt edememesi akıllara ziyandır. Şâtıbî merhum bilir ki füru-ı fıkıhta
hükümlerin elde edilmesi için zan düzeyinde bir bilgi yeterlidir. Orada katiyet
aransa fıkıh diye bir şey kalmaz, hak hukuk zayi olur. O takdirde, yalan söylemeleri
ve yanılmaları pekâlâ mümkün olan iki şahidin şahitliğine dayanarak hüküm
veremezsiniz. Çünkü onların verdikleri bilgilerin katiyeti söz konusu olamaz.
Nahnu nahkumu bi’z-zavâhir valluhu
yetevvelâ’s-serâir. Biz zâhire göre
hükmederiz. İşin iç yüzünü bilemeyiz. O’nu gerçekliği üzere ancak Allah bilir.
İmam
der ki üzerine füruu bina edeceğimiz asıllar (ç. usûl) katî
olmalıdır, orada zannî bilgi yeterli değildir. Bunun için ilgili alana dair usulü
(yani füru-ı fıkha temel ve esas olacak ilke, umde ve gayeleri) ancak o alanla
ilgili tüm nasların istikrası sonucu elde edebiliriz. Usulü belirledikten sonra
da o usulün ışığında kendilerinden şerî hükümleri (ç. Ahkâm) çıkaracağımız tikel
nasları değerlendirir ve varacağımız sonuçları (hükümleri) böylece ortaya
koyarız. O bunu, genel esaslardan hareketle problem çözmek için yapmaz, aksine problemle
ilgili şerî tafsîlî delilleri
değerlendirip bir hükme ulaşmaya çalışırken o genel esasların ışığı altında
bunu yapmamızı söyler. Başka bir ifade ile dinî/ şerî hükümler genellemelerden
hareketle değil, her bir mesele kendine özel delilden hareketle ancak çözüme
bağlanmak zorundadır.
Uzmanı
değil ama mütevazi bir mütercimi olarak
Garibce onun bu yaklaşımını şöyle formüle ediyor: Fıkıh faaliyetlerinin tümü umdelerden hareketle, ilkelerin ışığında ve
gayeleri (makâsıd) gerçekleştirecek biçimde olacaktır. Bu aynen hareket ve
varış noktası belli ve her türlü ışıklandırması ve işaretlemesi yapılmış bir
yolda yolculuk etmek gibidir. Yolun varlığı ve aydınlatılmış, işaretlenmiş
olması sizi gideceğiniz yere götürmez, götürecek olan tikel araçlardır.
Yanlış
bir yol tutmayacaksınız, yol boyunca yolun aydınlatılmış ve işaretlenmiş olması
sizin özel araçla (şerî tafsîlî/ tikel delil) yol alırken hata yapma
ihtimalinizi en aza indirecek ve varış noktasına varmış olmanız (gayenin
tahakkuku) da o ana kadar takip edilen sürecin isabetli olduğunu gösterecek.
Yani işin sağlaması olacak.
Merhumun
kastettiği işte budur.
“Kur’an nassı dahi hüküm
ifade de tek başına yeterli değil” şeklinde bir görüşü ona nispet etmek sadece bühtan
olur.
Vesselam.
Dua
ile!
26.11.2014
GARİBCE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder