Daha önceki bir
yazımızda İbn Teymiyye’nin eş-Şer’u’l-münezzel,
eş-Şer’u’l-müevvel eş-Şer’u’l-mübeddel şeklindeki üçlü tasnifinden çok kısa olarak bahsetmiştik. Bu yazımızda
mübeddel olan kısım üzerinde biraz daha durmak istedik. Çünkü birçokları neyin
mübeddel olup olmayacağı konusunda yeterli bir bakış ve zihin berraklığına
sahip gözükmüyorlar. O yüzdende çoğu zaman sap ile saman birbirine karışıyor.
(Sahi bunlar ne ise!)
Şeriatı mübeddele,
bünyede olmayan bir şeyi bünyeye dahil etmek, onu oraya zoraki sokmaya çalışmak
kabilinden bir şeydir. Allah ve
peygamberi adına uydurulmuş Şeytan ayetleri, mevzu (uydurma hadisleri),
bidatler ve zırva teviller gibi şeyler böyledir.
Bunlar, dışarıdan
alınan ama bedeni besleyen gıdalar,
yahut bedene uygun düşen ve onu geliştirmeyi amaçlayan aşılar gibi değildir,
keza onu sıcaktan soğuktan koruyan, çıplak vücudu örten, göz estetiğine hitap eden elbise kabilinden de
değildir. Aksine bedeni değiştirmeye matuf Nasrettin Hoca’nın leyleğe yaptığı
gibi kol kanat kesmek veya eklemleme yapmak, onda olmayanı ona monte etmek
şeklinde olur. Normal şartlarda bünye bunu kabul etmez, dayatmalar ise ancak
belli bir zamana kadar hükmünü icra edebilir. Halku’l-Kur’an adıyla yaşanan
mihne olayı, bir mezhebe ait bir görüşü siyasî erkle dayatmaya kalkmanın bir
sonucu olarak yaşanmış ve sonunda da beklenebileceği gibi akametle
nihayetlenmiştir. Ancak açtığı yaralar kalıcı izler bırakmıştır.
Dine bir şeyler
sokma anlamındaki bidatler de böyledir. Ancak olur olmaz her şeyin, her bir
yeniliğin bidat diye damgalanması da başka bir aşırılığın uç vermesidir. Söz
gelimi elek’in bidat sayılması gibi. Ambara koyduğumuz unu elemeden un yapalım,
sonra da onu yiyelim... Eee! Yiyelim de bir şekilde farelerin ve sair haşaratın
bir şekilde ulaşabileceği, hatta yuvalanabileceği bu ambarlardan aldığımız ve
doğrudan teşte koyup hamur ve ekmek yaptığımız
bu yiyeceklerin içindeki olabilecek nahoş şeyleri daha ağzımıza gelmeden
elekle ayıklamak imkânı varken neden onu yapmayalım. Elek gibi araç ve
gereçlerin dinin özü ile ne ilgisi olabilir ki? Bunlar hayatı kolaylaştıran
birer araç ve gereç olmanın ötesinde dinî açıdan herhangi bir değer ya da
değersizlik taşımazlar ki.
Keza bazı
namazların gerek vakti ve gerekse edası ile ilgili yapılan bazı düzenlemeleri de
aynı şekilde hemen bidat türünden sayıp onları atmaya, onlara karşı çıkmaya
çalışmak da aynı şekilde bir aşırılıktır. Sözgelimi Cuma ve bayram namazları
için, teravih namazı için yapılan ve yerleşik bir hal alarak günümüze kadar
gelen uygulamalar bu kabilden olmaktadır.
Mevlit dahi müevvel
şeriatımız içinde sayılması gereken bir değerimizdi. Bizim kuşak, o zamanki
hocalarımızın hedef göstermesiyle mevlide karşı topyekun savaş açtık. Kucağımıza
alıp bağrımıza bastığımız çocuğumuza (yani dinimize) kendi sanat ve estetik
anlayışımıza, kendi tarzımıza, kendi kültürümüze uygun bir şekilde eşsiz bir
muhabbetle dokuduğumuz peygamber aşkı şalını onun üzerine örtmüştük. Bir
dolduruşla, o şalı üzerinden bütün gücümüzle çekip attık. Yahu kucaktaki çocuk
çıplak kalacaktı bunun hesabını yapamadık. Üstelik çocuk çocukluktan da çıkmış
kocaman olmuştu. Kocaman bir adamımız olacak ve de çırılçıplak olacak. Ne tiyatro oynatıyoruz, ne de filim
çeviriyoruz. Ben hâlâ o zamanki bu türden yaptığımız konuşmaların, tavırların
sonucu ortaya çıkan bu çıplaklığın ayıbının kimin faturasına yazıldığını, bu
hesabın kime ödettirildiğini ya da ödetileceğini bilebiliyor değilim.
Oysa bu gibi dine
kisve, giysi, üzerine şal kabilinden olması gereken kültürel katkılara mukabil,
dinin özüne ilişen Ekber Şah’ın Dîn-i İlâhîsi gibi, dine eklemleme yapma gibi, hiçbir
mesnedi olmayan zırva teviller gibi dini kendi özgünlüğündençıkarıp onu başka
bir şekle sokacak, tecdid ve ıslah değil reform kabilinden girişimler ancak
mübeddel şeriat içinde mütalaa edilmeli ve onlara karşı mücadele edilmelidir.
Oruçtan maksat sır
tutmak, Kalû belâ’da verilen ahdi tutmak, Eftırû li Rü’yetihî hadisinde geçen
zamiri hilâle değil de Allah’a raci kılarak “Allah’ı görüp başlayın, görüp
boşlayın!” şeklindeki bir teville nasları kendi bağlamından koparıp tamamen
başka mecralara taşımaya çalışmak, vehle-i ûlâda her ne kadar çok çarpıcı
yorumlar gibi görünse de gerçekten çarpıcıdır. Ama hayreti mucip anlamında değil feleği
şaşırtıcı darbe anlamında çarpıcı. Bu gibi tevillerin din adına hiçbir mesnedi
yoktur. Namaz kılar mısın sorusuna “Biz zikr-i dâim üzereyiz” şeklinde verilen
bir cevap çarpıcı gelebilir ama bu çarpmanın sonucunda ortaya çıkacak toz dumanda
bizim din adına ne namazımız kalır ne de orucumuz…
Oysa insanlık
doğasıyla özdeş olan dinin, bedenlenmeye ihtiyacı vardır. Aynen ruhun beden
üzerinden görünür kılınması gibi, din de şeriat üzerinden ancak görünür, elle
tutulur, gözle görülür bir hal alır. Beden yok, ruh da yoktur. Şeriat yok öyle
ise din de yoktur.
Günümüzde organ
nakli yapılabilir hale gelmiştir. Başarılı organ ve hatta yüz nakilleri
yapılmıştır. Bu alanda meydana gelen gelişmelere rağmen bu türden
operasyonların başarısı son derece sınırlıdır. Zira fıtrat yasası gereği vücut
kendisine eklemlenmeye çalışılan herhangi bir organa karşı anında tepki gösterip,
kendi varlığını koruma güdüsüyle onu dışarı atmaya ve ondan kurtulmaya
çalışmaktadır. Organ naklinin başarısı için vücudun bu tepkisinin bastırılması
gerekmektedir. Bunun için verilen ilaçlar bu kez vücudun bağışıklık sistemini
ya tamamen yok etmekte ya da son derece zayıflatmaktadır. Bunun sonucunda da
biz hastaya bir kol takmaya heveslenmiş iken ölümle sonuçlanan bir hüsranla
karşılaşmamız çoğu kez mukadder
olabilmektedir. Çünkü dışarıdan empoze edilen yabancı unsurlarla vücut arasında
doku uyuşmazlığı vardır. Bunu aşmanın yolu vücudun bağışıklık sistemini
zayıflatmak ya da yok etmek olmamalıdır.
Çünkü bu durum daha büyük bir faciaya, yarardan çok zarara yol
açmaktadır. Buna karşın dışarıdan organ nakli yerine kişiye ait her yönden aynı
genetik özellikler taşıyan doku üretme çabaları sürdürülmektedir. Eğer bu başarılırsa
hiçbir yan etkisi olmayan -bozulan bir araca aynı standartlarda yedek parça
takma gibi- doku nakli ya da takviyesi
mümkün olabilecek ve bunun sonucunda kişi, gene eski kişi olarak varlık
çizgisini sürdürebilecektir.
Tecdit ve ıslah
türünden çalışmaların dinin özü itibariyle değil ama müevvel şeriat ile ilgili
olarak zaten sürdürülmesi gerekir, hayatiyet için bu vazgeçilmez bir gerekliliktir.
Bu itibarla zamanın gereklerine uygun olarak yapılmış ictihadları, zaman ve
zemin farklılaşmasından, şartların değişmesinden kaynaklanan yeni bir
gereklilikle yeniden ele alıp, güncelleştirmeler yapmamak, aynen bir bilgisayar
alıp da sistem ve donanımlarla ilgili
hiçbir güncelleştirme yapmadan, onu ilk günde aldığımız şekliyle
muhafaza etmeye çalışmak muhafazakârlığı ile aynı olur. Oysa sürekli hem
kapasite artırımının hem de yazılım itibariyle donanımlarının
güncelleştirilmesi gerekliliği vardır. Aksi takdirde birlikte yola çıktığınız
arkadaşlarınızla sizin aranızdaki mesafe giderek açılmaya başlar ve bir süre
siz artık kervandan tümüyle kopar, ayrı bir dünyanın içinde yapayalnız yaşar
bir hale gelirsiniz. Size uyanları da aynı kadere mahkûm etmek kaçınılmaz olur
ve onların kayıplarının faturası da sizin hesap hanenize yazılır. Eğer birileri
bütün bunların hesabını tutuyorsa! Bu işler böyledir.
Ne Nasrettin Hoca’nın
kuşu, ne de çıplak şeriat. Aksine yedisinde ne ise yetmişinde de o olan, kendi
öz kimliğini hiç değiştirmeden korumuş olan, ama giyimi kuşamı, beslenmesi,
gelişmesi kısaca her şeyiyle bize ait olan bir şeriat.
Bizim istediğimiz
de bu. Çok şey mi istiyoruz ki!
Ya da az mı
geliyor, bu kadarı kesmiyor mu?
Ne ileri gidin,
burnunuza vurmasınlar.
Ne geri kalın
kıçınıza kıçınıza indirmesinler.
İtidali seçin,
dünyada işleriniz yolunda olsun.
Dünyanızın izdüşümü
ahretiniz de mamur olsun.
Amin! Amin! Amin!
Bugün Cuma, mübarek
olsun!
19.10.2012
GARİBCE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder