İstanbul’da bir zamanlar vaktiyle Altın Boynuz olarak
bilinen bir Haliç vardı. İstanbul’un güzelliğine güzellik katardı. Ama bir
zaman geldi İstanbul’un bütün kanalizasyonlarını oraya boşalttılar ve Haliç
İstanbul’un adeta bir lağım çukuru haline geldi. Üstündeki köprüden geçenlerin
burun direklerini kıracak kadar etrafa ağır kokular saçar hale gelmişti.
Başbakan anlatıyor: Ben diyor, Kasımpaşa’da doğup
büyüyen biri olarak burasını temizlemeyi aklıma koymuştum. Üniversite
hocalarına gittim. “Mümkünü yok!” dediler. Dahası “Orasını toprakla doldurmak
lazım, aksi halde halicin her iki tarafı kayarak birbirine bitişecek” dediler.
İnanmadık, yurt dışına açıldık. Sonunda biz yaparız diyenleri bulduk. Bir konsorsiyumla
Alibeyköy’deki bir taş ocağına iki buçuk milyar metreküp çamur pompaladık. Dokuz
kilometrelik iki hat döşedik birinden oraya sıvılaştırılmış çamur gitti,
diğerinden tekrar süzülmüş su döndü. Bununla yetinmedik boğazdan açtığımız bir
tünel ile oraya şimdi de deniz suyu pompalıyoruz. Şimdiden orada yaşayan
balıkların çeşidi kırkı aştı. Çamur boşalttığımız taş ocağından da çok büyük
bir alan elde ettik ve oraya şimdi kocaman bir çocuk oyuncak şehri kuruyoruz…” Bu mealde şeyler söylüyor, eskiden asla olmaz
diyenler, hayal bile edemedikleri şeyleri yaptıklarımıza bakıp artık “delidir
ne yapsa yeridir” demeye başladılar diye de latife yapıyor.
Şimdi şöyle bir bakınca gerçekten ibret verici
şeyler var. Her şeyden önce Üniversitelerimiz evrensel bilimin adresi olmalı ve
kendisini,
imkansızı imkan alanına çıkarmağa odaklanmış görmelidir. Kelam ilmine göre de
bir şey vâcib ya da muhal değilse mümkün
demektir. Öyle ise mümkinat aleminde imkansız diye bir şey yoktur. Yok olan azimdir,
niyettir, âlî himmettir.
Belli ki bizim üniversitelerimiz ufuktan yoksun
herkes kendi ilgi alanında derinleşmeye başlamış ve oradaki mevcut sınırlar
kendi potansiyelini de sınırlar hale gelmiştir. Ufuk olmadığı, dünya
bilinmediği ve tarihten de bihaber olunduğu için kendi dünyasını kuşatan
sınırın bütün evreni kuşattığı inancıyla taassuba dönüşen bir gerçeklik tekelciliği
baskın olmuştur.
Hani Mevlana’nın bir hikayesi var ya. Eşek işer,
sidiği yerdeki bir çukura dolar ve oradaki bir saman çöpünü kaldırır. Sidik
üzerinde yüzmekte olan saman çöpü üzerine bir sinek konar ve kendisini tanımlamaya
başlar: Sidik birikintisi sahili olmayan büyük bir umman, yüzen saman çöpü
büyük bir gemi ve kendisi de o geminin dahi kaptanı.
Garibce Allah’a şükrediyor. Kılavuzumuz huma kuşu
değil de ya bir de karga olsaydı.
Ülkeye yön veren ve yöneten siyasetçiler,
üniversiteden akıl almaları ve ülkeyi o akılla şaha kaldırmaları gerekirken üniversiteler
havalanmaya çalışan ülkenin önüne takoz olmaya, bütün ağırlıklarıyla aşağıya
doğru asılmaya ve onu kendi seviyelerine indirmeye çalışıyor.
Bu durum maalesef bizim İlahiyat ve özelde de
Fıkıh alanında da böyle gözüküyor. Ben, bize gelen soru ve sorunlardan halkın
bizden çok daha ileride olduğunu görüyorum.
Topluma yön veremiyoruz. Olayların arkasına
düşmüş, dökülenleri toplamaya çalışıyoruz. Çünkü topluma yön verebilmek için
toplumun önünde olmak gerekiyor. Oysa biz takıldıklarımız ve takıntılarımızla
çağların gerisinde kalıyoruz. Geçer akçalarımızın geçersiz hale geldiğinden
bile çoğu kez habersiz dünyaya nizamat vermek istiyoruz. Ama bizim dünya, çoğu
kez bizimle ve bizim gibi olanlarla sınırlı bir dünya, çoğu hayatın dışında
olan bir kitle. O yüzden söylediklerimizin hayatta karşılıkları olmuyor. Aşırı
değer atfettiğimiz kitaplar bizi içine çekiyor ve ufkumuzu tümden kaybediyoruz.
Buluşturup takıştırdığımız mevcut çözümler küçük
kardeş üzerindeki abisinin elbiseleri gibi; ya eski salkım püslüm, ya da bir
iki beden büyük.
Bilgisiz ve ufuksuz bir insan toplumun önüne nasıl
düşebilir? Nasıl kılavuzluk yapabilir? Bilfarz yaptı diyelim. Götürdüğü yer
çöplük mü olur devlet mi?
Bir daha düşünelim ve eksiğimiz ne ise tanımlamaya
ve tamamlamaya çalışalım: Bilgi ise bilgi, ufuksa ufuk.
Unutmayalım: Derinlik bilgiyle, ufuk görgüyle!
Dua ile!
21.12.2012
GARİBCE
sa. saygıdeğer hocam,
YanıtlaSiltesbitinizin hayatın gerçekleriyle tamamıyla örtüştüğünü düşünüyorum. Bu yazınızın özelde ilahiyatçılar, genelde tüm ilim dünyası için ufuk açıcı olmasını temenni ederim...Eksiğimiz ne ise tanımlamaya çalışalım dediğiniz yerde, kanaatim, kendini dünyanın merkezine koyan bir nefis, hayatı, onun etrafında döndüğünü sanan bir akıl ve bunun böyle olmadığını idrak edemeyen/fark edemeyen bir şuur olduğunu düşünüyorum...bilinçlenmek duasıyla...saygılarımla