31 Mayıs 2012 Perşembe
Agam! Kırda buluşalım!
Garibce köy şenliği için bir kaç günlüğüne kıra/ Toroslara (Kayseri/ Develi /Sarıkaya) gidiyor.
Bir özlemdir alıp götürüyor.
Ne ıraktır dinliyor ne dur durak.
Gönüldür bu neye konacağı belli olmuyor.
Sizden selametlik duası diliyor.
Kalın sağlıcakla!
31.05.2012
Garibce
Not: BİR KÖY VAR TOROSLARDA
başlıklı Garibce yazısına bakınız.
Dilsel nüktelerin iğfali
Yukarıdaki başlık ağır mı kaçtı dersiniz. Pekiyi bir kaç örneğe bakalım:
Kalem olsun eli ol kâtib-i bed-tahrîrin
Ki fessâd-ı rakkamı sûrumuzu şor eyler
Gâh bir harf kusûruyla eder nâdiri nâr
Gâh bir nokta sükûtuyla gözü kör eyler
Yukarıdaki Fuzuli’ye ait dörtlükteki
nükte bugün çoklarımız için hiçbir anlam ifade etmiyor.
“Keza zahmet ile rahmet arasında bir
nokta var” sözü de.
Halk arasında meşhur olan abdest alırken
yüzük yerine büzük oynatma hikâyesi de…
Bu ve benzeri esprilerin tamamı yazı ile
ilgili. Yazı değişti ama bu hoş sözler dilde hâlâ varlığını sürdürüyor, ama bu
kez muhatap olanlar anlamıyor. Açıklama yapınca da nükte nükte olmaktan
çıkıyor. Nükteler tam anlamıyla iğfal edilmiş birhalde, yerlerde sürünüüyor.
Bir başka iğfal şekli tercümeden
kaynaklanıyor:
İhya tercümesinde anlatılıyor: Adamın
biri pazarda alış verişe çıkmış. Satıcılar bağırıyormuş; Domates, biber,
patlıcaaan!… (Barış Manço’ya rahmet olsun)
Derken birisinin “Salatalığın tanesi 25
kuruş” diye bağırdığını duymuş ve hemen oraya düşüp bayılmış.
Ne alâka!
Alâkası şu: Arapça asıl metinde “Hıyâr”
geçiyor ve bu kelime pazarcı esnafı dilinde salatalık anlamına geldiği gibi
kitabî olarak da “Hayırlılar, iyi
insanlar” anlamında oluyor. Nitekim “Hıyâruküm hıyâruküm li nisâiküm” = Sizin
en iyileriniz, kadınlarına karşı iyi olanlardır” hadisinde bu anlamda
kullanılmış bulunuyor.
“Hıyarın tanesi 25 kuruş” diye duyunca
adam, “Demek Hayırlılar pazara düşmüş ve değeri de 25 kuruşmuş” diye hayıflanmış
ona sebep bayılmış.
Bu anlamın ayırdımında olmadan yapılan tercüme ile nükte tamamen kayboluyor,
bununla da kalmıyor söz anlamsızlaşıyor. “Dam başında saksağan, Gel bize bazı
bazı” gibi oluyor.
Sabunî’nin hikâyesindeki nükteyi anlayabilmek için bu kez Arapça bilmek gererikiyor.
Hikâye şöyle: Vaktiyle Müzdelife’de
hacının biri eşeğinin husyelerini sabunla köpürte köpürte yıkıyormuş. Demişler:
-Hacı hayırdır inşallah.
-Bir müstahabı işliyorum.
-Hangi müstehabı, böyle bir müstahap mı
olur hac menasiki içinde.
-Kitapta ne yazıyorsa biz onu yapıyoruz.
-Hangi kitapta.
-İşte şu kitapta.
-Getir bakalım.
Ve bakmışlar. Orada “Yüstehabbu gaslü
hasâ’l-cimâr” yani “Cemrelerde şeytan taşlamak üzere toplanan taşların
yıkanması müstehaptır” yazıyormuş.
Hacı bunu “Yüstehabbu gaslü hasâ’l-hımâr”
okumuş. Cimâr’ın noktası hasâ’nın üzerinde imiş gibi. O zamanda mana: Müzdelife’de
eşeğin husyelerini yıkamak müstahaptır” anlamı çıkıyor ve bu durumda Hacı tam
da kitaba göre amel ediyor.
Bu türden örnekler çok. Aklıma geldikçe benzer
yazılar yazmaya çalışacağım inşallah.
Şimdi kalın sağlıcakla!
Bir nokta sükutuyla zahmetiniz rahmet
olsun!
31.05.2012
Garibce
Not: Yazıyı ilk yazdığımda nükte yerine hep espri yazmışım. Onları sonradan nükte yaptım. İnşallah bunda da vardır bir nükte. Anlayana!
Sabunî Hoca
30 Mayıs 2012 Çarşamba
Yat gezisi de yaptık!
Ders yılı biterken hazırlık sınıfı öğrencilerimize bir boğaz turu
düzenlenmiş. Yeni sekreterimiz Fahrettin beyin himmetiyle olduğu anlaşılıyordu.
Hazırlık sınıfına dersi olan hocalarımız da davetliydi. On kadar hocamız katılmıştı. Sayın dekan da
yardımcısıyla birlikte bir merhaba demiş ve her zaman öğrencilerimizin yanında
olduğu mesajını vermek istemişti.
İki saat süre içinde gittik ve döndük. Ne yaptık: Bol bol fotoğraf
çektik. Fotoğrafa sadece ben meraklı değilmişim. Bizim kızlar benden daha
meraklı gözüküyordu. Biz bu postu bizim Hüseyin’den ne zorluklarla devraldık.
Hakkını veremesek de. Fakat bize şimdiden artık gerek kalmadı gibi bir hava
doğuyor. Hele hele çocukların ellerindeki çok kaliteli makineleri gördükçe
moralimiz bozuluyor hani. 14.1 megapixellik -şahin gibi kendi küçük avı büyük-
bir makine bile artık kesmiyor. Üstelik de avuç içi kadar. Bizim damat
kaygısına şimdiden düşmeli bence.
Başka ne yaptık: Bol bol boğazın her iki yamacındaki eşsiz
güzellikleri seyrettik. Hava çok güzeldi. Denizin mavisi, göğü kıskandıracak
kadar canlı idi. Dalgaların verdiği halavet fazlasıydı. Uçuşan martılar, çoğu
genç kız olan öğrencilerin hayallerini süslüyordu. Kim bilir nerelere
gidiyorlardı. Okul bitiyordu ve sıla özlemi artık son hadde ulaşmıştı.
Geçen sekiz aylık bir süre içinde birbirleriye çok güzel
kaynaşmışlar, aralarında dostluklar kurmuşlardı. Beraberliklerini birbirlerine
sarılarak, kafa kafaya vererek çektirdikleri fotoğraflarla tescil ediyorlardı.
Erkek öğrenciler hiç yoktu. Sadece benim de derslerine girdiğim bir
sınıfın erkek öğrencileri vardı ve ben onları da inince gördüm. Güvertede
esamileri okunmadı.
Bu haliyle bizim fakülte kızlar fakültesi görünümü veriyor. Hoş
sınıflar da artık öyle. Bazı sırnıflarda erkek öğrenci sayısı artık üç beşi
geçmiyor. Orlar da arkalarda bir yerlerde kümeleniyor ve adeta içlerine
kapanıyorlar, fazla sesleri de çıkmıyor. Geçen yıldı galiba, sınıfımın birinde
tek bir erkek öğrenci vardı. Ona da ben “Sen öbür sınıfa devam et, buraya gelme!”
dedim. Ve o sınıf tam kızlar sınıfı olmuştu. Benzer durumların çokça olduğunu
sanıyorum.
Seksenli yıllarda kız öğrencileri için yüzde dört kontenjan vardı.
İkiyüz öğrenci alınıyordu ve toplam sekiz kız geliyordu. Onlar da genelde
kürsünün önündeki ilk dört sırada kümeleniyorlar ve sessizliğe gömülüyorlardı.
Adeta çıtları çıkmıyordu. Şimdi iş tersine dönmüşe benziyor. O yanlıştı. Bu da
yanlış.
Kızlarımızın okumalarını en çok destekleyenlerden biri benim. Ama
bu manzara hoşuma gitmiyor. Bu görüntü sağlıklı değil. Bu duruma durup
durulurken gelinmedi. Mutlaka sebepleri vardı. Umarız o sebepler devrini
doldurmuştur ve erkek öğrencilerin sayısı yeniden makul seviyeye ulaşır.
Ha! Gezinin tek kusuru vardı. Yemek saati değildi, buna rağmen öğrenciler ikram olarak bir şeyler
bekliyor idi iseler, umduklarını bulamadılar.
İki su bir ekmek yerine geçermiş. İstanbul’un hele Boğaz’ın
manzarası kim bilir hangi yağlı dürüm yerine geçer.
Afiyet olsun gençler!
Eminim evinize döndüğünüzde ekmek katmer olmuştur.
Sevgiyle!
31.02.2012
Garibce
Elmalı hocamız aramıza yeni katıldı.
29 Mayıs 2012 Salı
Güzel Kur’an Okuma Yarışması
Bu yıl da geçti!
Bu yıl nasıl geçti bilemedim. Çok hızlıydı sanki. Taşınmalara sebep
miydi. Sefadan mıydı cefadan mı anlayamadım. Biz de saç sefadan tırnak cefadan
derler. Ne zaman uzadılar ne zaman kestim bilemedim.
Derslerin kesilmesinin hemen ardından bitirme sınavları başlıyor.
Hiç ara bulunmuyor. Sair vakitlerde çok tenha olan yerlerden biri kütüphane
şimdi dolup taşıyor. Hele fotokopici tıklım tıklım. Not arayıcılar tarafından büyük bir tehacümle istilaya uğramışa
benziyor.
İşte böyle bir mevsimde talebeler arası güzel Kur’an okuma
yarışması yapıldı. Çocuklarımız hazırlanmışlar, tilavetlerini sundular. Bizde “Sedâ
(güzel ses) ilmin yarısıdır” derlerdi.
Sesi güzel olan öğrenciler, galiba okudukça kendileri de okumalarından zevk
aldıklarından bu konuda daha da iyi oluyorlar. Bir gün öncesinde kızlar arası
yarışma vardı. Onlar kendi aralarında yarışmışlar. Aynı günde genç akademisyenler
sempozyumunun altıncısı düzenlenmişti. Öğrencilerimiz bitirme tezi / ödevlerinin
bir özetini bu sempozyumda sunuyorlar. Bu işe de değerli hocalarımızda Sami
Erdem öncülük ediyor. Kendisini ve katılımcı öğrencilerimizi kutluyorum. Her
ikisine de idarenin desteği açıkça gözüküyordu. Dinleyici açısından baktığımız
da ise her iki etkinlik için de maalesef yeterli destek yoktu. Mevsimin uygun
olmayışı, herkesin bitirme sınavlarının telaşı içinde olması bunda elbette etkindi.
Ama tek etkenin bu olduğunu söylemek yeterli değildir. Bunun üzerinde durulup
katılımın yeterli düzeyde olmamasının sebeplerini tespit etmek ve engelleri
ortadan kaldırmak gerekir. Öyle ya
marifet iltifata tabidir. Müşterisiz meta zayidir.
Dereceye girenlerin umre ile ödüllendirilmesi isabetli sayılabilir.
Arapça hazırlık sınıflarında başarılı olanlar arasından ilk
otuzunun Arapçalarını geliştirmek üzere Arap ülkelerine (Ürdün ve Mısır)
gönderilmeleri artık Marmara İlahiyat’ın dışarıya iyiden iyiye açılımının
göstergelerinden biri olarak görülebilir.
Biz burada öğretemiyoruz yargısının yanlış olduğu ancak bu tür
çıkışlarla mümkün oluyor. Ben geçen yaz kırk gün kadar Suriye’de bulunmuştum ve
orada bir kabulde iki bakan huzurunda irticali bir konuşma yapmam gerekmişti.
Yaptığım o konuşmada kullandığım bütün kelime ve cümle yapıları hep vaktiyle
bizim burada kendi hocalarımızdan öğrendiğimiz şeylerdi. Biz öğretemiyoruz
yargısı yanlış, biz öğretiyoruz ama öğrendiklerimizin kullanılması ayrı bir
çabayı ve ortamı gerekli kılıyor. O yüzden de bu türden gidişlerin fevkalâde
cesaret artıcı değeri bulunuyor.
İlim derinliktir, görgü ise ufuk. Ufkumuz ancak gezdikçe, gördükçe,
farklı pencerelerden bakabilme imkânımız bulundukça genişliyor.
Yürüyün gençler ufkunuz açık olsun!
Destek çıkın yetkililer, sorumlular ve zenginler ki yarın bu
çocukların yetişmesini gördüğünüzde sizin de alnınız açık olsun.
Siz baltayı vurun, hıh demesi bizden!
Dua ile.
29.05.2012
Garibce
28 Mayıs 2012 Pazartesi
BİR KÖY VAR TOROSLARDA
Garibce hafta sonu köyündeki şenliğe katılmak istiyor. Havaya girmesi için eski defterleri karıştırdı. Köy halkının soy isimlerinden örülü bir manzume buldu ve sizinle paylaşmak istedi.
Özlemle!
29.05.2012
SARIKAYA KÖYÜ (29.08.2010)
Mehmet ERDOĞAN
Mehmet ERDOĞAN
Torosların dibinde vadiler içinde
Bir köy var orada dağ taş kaya
Bir özlem olmuş sevdalılar içinde
Yörüklere iskan olmuş Sarıkaya
Musakâlar Güvenç olmuş kurmuş köyü
Gelen yerleşmiş ardından dere boyu
Karapınar ile Saraycığın suyu
Hayat vermiş can bulmuş Sarıkaya
İnmiş vadiye Arslanlar Kaplanlar
Konmuş yamacına Şahinler Doğanlar
Yer tutmuş Kılıflar hem İlhanlar
Bağrına Garipleri basmış Sarıkaya
Kimi Işık olmuş çıra gibi vadiye
Kimi Yıldırım gibi şakımış ne diye
Kimi Gezermiş yurdunda ha bire
Köselere mesken olmuş Sarıkaya
Güçlüler olmuş komşusu Kurtların
Yeniçeri yer almış yanında Bulutların
Kıpız olmuş andırından Fıratların
Yeroğluna dükkan olmuş Sarıkaya
Kayalar sanki ortaya toplanmış
Sarıkayalar hemen kaleye tırmanmış
Vaktiyle derler ki etrafı ormanmış
Baltacılara küskün olmuş Sarıkaya
Torosların şüphe yok gizli incisi
Karapınar köyümüzün mahallesi
Ne güzel komşuluklarıyla ahalisi
Birliğine düşkün olmuş Sarıkaya
Köyün bunca güzelliği az gelmiş
Baharından sonra sanki yaz gelmiş
Alamanyadan muhtar Kiraz gelmiş
Köyler içinde seçkin olmuş Sarıkaya
Garibce duygular.
Annemin en yakın arkadaşı Nafiye teyzem bir hayat boyu yayık yaymış, şimdi ise poz veriyor.
Karapınar ve komşularımız
Rihle fi’t-taâm
Raşit hoca anlatıyor. Meşhur İslam âlimlerinden Abdulfettah Ebu
Gudde İstanbul’da bulunduğu bir sırada hocayı bir arabaya almışlar ve bir
yerlere gidiyorlarmış. Yol İstanbul trafiğinde uzadıkça uzuyormuş. Raşit Hoca
da nereye gittiklerini bilmiyormuş. Bir müddet sonra Ebu Gudde hoca sormuş: “-Nereye
gidiyoruz?”, diye. Demişler: “-Boğazda falanca yerde meşhur bir balıkçı var,
oraya balık yemeye gidiyoruz.”
Hoca demiş: “er-Rihle fî talebi’l-ılm’i biliyorduk da “rihle
fi’t-taâm” olduğunu bilmiyorduk. Demek kaderde bu da varmış.” Ve eklemiş: “
Bizim buna ayıracağımız bu kadar zaman içinde çok daha önemli ilmî bir
mübahaseyi hazır İstanbul’a da gelmişken buradaki ilim adamlarıyla birlikte
müzakere edebilirdik, daha faydalı bir iş yapabilirdik.”
er-Rihle fî talebi’l-ılm, ilim uğruna yapılan yolculuk demektir.
Rihlelerin yani ilim için yapılan yolculukların bizim ilim ve
kültür tarihimizde çok önemli bir yeri vardır. Bu uğurda katlanılan her türlü
meşakkate değecek nice yararları olmuş ve bunun sonucunda ilim yayılmış, ayrı
ayrı kaplar gibi olan şehirler ve ilim
merkezleri bu sayede birleşik kaplar halini almış, ilimde bir benzeşme ve
standartlaşama yaşanmış, insanlar birbirlerini tanımışlar, kaynaşma olmuş,
ötekileştirmeler azalmış…. pek çok fayda hasıl olmuş.
Günümüzde karın doyurmak için değil de daha iyi yemek için bunca
yolculuğu göze almak, gereğinden fazla harcama yapmak biz göremesek de umarım
ilim yolculukları gibi bizim değer dünyamıza önemli katkılarda bulunur, büyük
faydalar sağlar. Mide fesadından ve zaman israfından gayrı.
Boğazınız onsun! (n sesi sağır keftir, genizden gelerek
seslendirilir)
26.05.2012
26 Mayıs 2012 Cumartesi
Para bizim neyimize, harçlığımız olsun yeter!
Memur maaşlarının artırılmasının gündemde olduğu şu günlerde öğretmenlerin
maaşı nisbi olarak çok görülüyor. Daha doğrusu onların durumu çoğunluk
memurlara göre daha iyi deniliyor. Bu muhabbetler arasında bir hatıra aklıma
geldi.
Vakfımız iş adamlarına yönelik bir iftar vermişti. Kaz gelecek
yerden tavuk esirgenmez diye mi düşündüler yöneticiler artık her neyse yemekten
sonra adet olduğu üzere konuşmalar yapıldı. Aklımda kalan konuşmayı Emin Işık
hoca yapmıştı.
Emin Işık bilenler bilir, kalender meşrep, bilge, hoş sohbet, şık
giyinir, yakışıklı ve harika Kur’an ve kaside de okuyan deli dolu bir hoca.
Allah kendisine uzun ömür versin. Emekli olmadan sohbetlerinden çokça istifade
ediyorduk.
O konuşmasında şöyle demişti: Bizim hocalar olarak para ile işimiz
olmaz. Para sizin işiniz. Biz parayı ne yapalım ki. Ama siz yatırım yaparsınız,
istihdam oluşturursunuz, üretimi sağlarsınız… Doğrusu para size lâzım. Ama
hocalar olarak bizim de hiç olmazsa harçlığımız cebimizden eksik olmasın. O
kadarcık fazla değil hani…
Hoca hikmet sahibi, güzel tespit etmişti. Bir üniversite hocası
olarak bir yere gidiyorken önüne gelen bir taksiyi çevirip binebiliyorsan,
yanına gelmiş birkaç arkadaşına yemek ısmarlayacak kadar cebinde harçlığın
varsa gerçekten Allah’a şükretmek düşer. Para bizim neyimize ki! Harçlığımız
olsun yeter!
Ben şimdiye kadar Fakülte ya da eve gitmek için hiç taksi
çevirmedim. Evde ve fakültede çıkan yemekler dışında keyfim istedi diye neredeyse
dışarıda hiç yemek yemedim desem yanlış olmaz. Olmuşsa bile çok nadir olmuştur.
Hem benim yerime para harcayacaklar hanede nasıl olsa bulunuyor. O zaman neden
ben de ille harcama yapacağım diyeyim ki? Valla geçinip gidiyoruz.
Emin Işık hocanın yolunu tutarsam ne olur onu da bilmiyorum. Bu
yaştan sonra denemek ve istikrar bulmuş hayatımı değiştirmek de istemiyorum.
Ben bir ilmî meliste “Üniversite hocaları olarak bizim zekat
vermemiz lâzım gelir” demiştim de bir hocamız itiraz etmiş ve “Üniversite
hocası olarak benim bilgisayarım olmasın mı?” demişti. Ben de “Olsun, elbette
olsun ve olmalı da. Ama bodrum katlarda ya da çatı aralarında yaşamak zorunda
olan komşularımızın çocuklarının elinde de hiç olmazsa bir kurşun kalem olsun”
diye cevap vermiştim. Vermeden biz nimetlerimizin kadrini kıymetini
öğrenemeyeceğiz galiba.
Bereket nedir! Gören, duyan, bilen var mı?
Ağzımızın tadı sahi niye yok!
Yoksulluk sınırındaki soframızda açlık sınırının altındaki fakirin hakkı
mı var?
Kamu harcamalarında israf sayılabilecek hususlar var mı?
Üretimdeki başarı bölüşümde de gerçekleşebiliyor mu?
Memur maaşlarının azlığı gerçekten yokluktan mı?
Galiba bu konuda sorulacak ve cevabı bulunamayacak çok soru var.
Ne diyelim harçlığınız cebinizden eksik olmasın. Güle güle
harcayın! İş adamı değilsiniz ki parayla işiniz olsun.
Sevgi ve saygı ile!
26.05.2012
GARİBCE
25 Mayıs 2012 Cuma
GÜZELLİK BİRAZ DA BİZİM BAKIŞIMIZDA OLMASIN?
Evin hanımı kahvaltı için mutfaktaki küçük masaya her oturuşlarında
illâ ki karşı komşunun balkonunda asılı çamaşırlara bir bakar ve onun griye
çalan çamaşırlarını kendisine dert edinirmiş ve “Şu kadın bir türlü çamaşırı
yıkamasını öğrenemedi gitti, şunların haline bak. Sanki özel olarak
grileştiriyormuş intibaı veriyor…!” diye söylenir ve kendi çamaşırlarının
beyazlığı ile öğünürmüş.
Bir kahvaltı sabahı “Aaa bu da ne!” demiş kadın. “Galiba bizim
komşu sonunda çamaşırın nasıl yıkanacağını öğrenmiş. Şunlara bak, bembeyaz!”
demiş, büyük bir şaşkınlıkla ve hayreti mucib bakışlarla. Adam çok etkilenmiş
görünmemiş, onun bu sözlerine. Sadece duyabileceği şekilde ve sakince:
“Bugün sabah biraz erken kalktım da hazır elim de değmiş iken bizim
pencerenin camlarını şöyle bir güzelce sildim.” demiş.
Kadın mahçup ve tabii anlamış çamaşırdaki griliğin kendi gözlerinde
olduğunu. “Bir daha mı” demiş, “asla ayıbı başkalarının kirli çamaşırlarında
değil, kendi bakışımda arayacağım”.
Değerli dostlar, durduğumuz yerde her şeyi görmemiz mümkün değil. O
zaman açı değiştirelim. O da olmadı kendimize yeni pencereler açalım. O da
olmadı kendi konumumuzu yükseltmeye çalışalım, ayağımızın altına bir yükselti
koyalım. Olmadı bir daha bir daha. Yükseklere daha yükseklere tırmanalım. Çamlıca’nın tepesine çıkalım, İstanbul’u ihata
edebilmek için.
Gözlüğümüzün camını silelim.
Bütün bunlar baş gözü ile kusursuz görebilmek için. Gönül ayinemezi
saflaştıralım, gerçekliğin özümüze şavkı düşsün, her şey ayan beyan olsun,
safiyetimize hiçbir şey gölge düşürmesin.
Ve bugün Cuma. Bir kandil sabahı.
Cumamız mübarek, özümüz aydın olsun!
Dua ile!
25.05.2012
GARİBCE
Burası benim köyüm. Etraftan bakınca vadi içinde olduğu için hiç görülmez. Ama belli ki birileri yukarıdan bakmış olmalı ki görebilmiş ve bize de göstermiş.
Garib'im eline sağlık!
24 Mayıs 2012 Perşembe
Dertli Dolap’tan Dertli Talibe
2007 Mayısında yaptığımız Suriye
gezisinde beni en çok etkileyen manzaralardan biri, Hama’da Asi nehri
üzerindeki üç bin yıllık tarihi olan su dolapları oldu.
Muhteşem güzellikte bir manzara
sergiliyorlardı. Değişik açılardan bol bol fotoğrafını çektik, vidyo kaydı
aldık.
Devasa boyutlarda olan dolaplar,
çapı on on beş metre kadar büyüklükte, bir mihver etrafında suyun itme gücü ile
dönen, tahtadan yapılmış bir çarktan ibaret. Suya daldığında eteklerdeki pabuçlar
su ile dolmakta ve tam tepe noktasına çıktıktan ve öbür tarafa eğim kazandıktan
sonra pabuçlardaki su dökülmeye başlamakta ve toplanan sular, su kemerleriyle
uzak arazilere götürülmekte, kurumuş topraklara hayat vermektedir.
Dolap suyun zoruyla dönerken, yukarı
taşımakta olduğu suların da baskısı ile iyice ağırlaşmakta, dönmede
zorlanmakta, öyle bir inilti sesi çıkarmakta ki, tarifi ne mümkün. Vaktiyle
bizim kağnılar öterdi yollarda, yol boyunca. Tabi her kağnı da ötmezdi. Kimi kesik
kesik, kimi uzun uzun, yanık yanık öterdi. Su dolapları kesintisiz büyük bir
gıcırtı ile karışık inilti biçiminde ötüyor.
O kadar etkili ki, rivayete göre
Bizim Yunus onu görünce dayanamamış ve Benim Adım Dertli Dolap şiirini
yazıvermiş. Arkasından nice ozanlar onun türküsünü söylemekte, nice ilahiciler
de ilahi olarak okumaktadırlar.
Aradan günler geçmesine rağmen hala
benim dilimden düşmedi onun dertli dolap
şiiri. Kâh türkü formatında, kâh ilahi şeklinde tekrarlayıp durdum. Çoğu kez de
kendi bestelememle ve her defasında da yeni bir beste ile olmak üzere. Çünkü
ben sanattan anlamam, nasıl kaptırırsam öyle terennüm eder giderim.
Bizim Yunus’a acaba bu şiiri
yazdıran saik neydi? Gerçekten gözüken muhteşem manzarası mı? Çıkardığı inilti
sesi mi. Durmadan, yorulmadan bıkmadan dönüşü mü? Yoksa dolaptan kendisine bir vazife çıkarması
mıydı?
Suyum
alçaktan çekerim
Dönüp
yükseğe dökerim
Görün
ben neler çekerim
Derdim
vardır inilerim
Dizelerinde de belirttiği gibi
dolap, o dönüşü ile arazi zemininden epey alçaktan akıp gitmekte olan hayat
kaynağı suyu, alıyor, büyük bir inilti ile on on beş metre yükseklikte inşa
edilmiş su bentlerinin düzeyine çıkarıyor ve oradan suyun susuzluktan çatlamış
topraklara ulaşmasını ve onlara hayat vermesini sağlıyor. İşte insan da böyle olmalı, inim inim inleme
pahasına da olsa kendi mecrasında sessizce akıp gitmekte olan gerçek ve ebedî
hayat iksirini, insanlığın idrak düzeyine sunabilmeliydi.
Bunun için tabii ki kabiliyet
gerekiyordu. Ama insan olarak buna
aslında hepimiz elverişliydik. Her kütük, erbabının elinde amaca uygun
biçimde yontulursa, dolaptan bir parça olmaya yatkındır. Bütün insanlar da
yaratılışları itibariyle sorumluluk almaya, bir misyon üstlenmeye yatkındırlar.
Ama önemli olan onların, kütüğün
yontulup istenilen şekle sokulması gibi eğitilmesi ve kendisinden beklenilen
hizmetlere müheyya hale getirilmesidir.
Bu anlamda mutlaka bir ustaya (peygamber ve onun halifeleri olan gerçek
mürşid ve mürebbilere) ihtiyaç vardır. Bu safha tamamlandıktan sonra artık insanın
vazifesi insanlık ufkuna indirilmiş olan kutlu mesajı, her bir insanın kendi öz
hayatına indirmek olacaktır.
Bunun için yeni inzaller
gerçekleştirmek, mesajı insanımızın izanına, asrın idrakine sunabilmektir.
Bunun en temel iki şartı da biri insanımızın dilini yakalamak, ikincisi de
nabzını tutabilmektir. İşte bu şartlarda suyun dolap vasıtasıyla kurumuş
topraklara ulaştırılması ve çevrenin hayat bulabilmesi gibi, dinin de
insanların hayatına taşınması ve böylece hasret kalınmış huzura, güvene, mutluluğa
ulaşılması, serap görmekten bıkmış insanların susuzluktan çatlamış dudaklarına
abı hayatın sunulabilmesi imkân dâhiline girmiş ve gerçekleşmiş olacaktır.
DOLAP NİÇİN İNİLERSİN
Dolap niçin inilersin
Derdim vardır inilerim
Ben Mevla'ya âşık oldum
Anın için inilerim
Benim adım dertli dolap
Suyum akar yalap yalap
Böyle emreylemiş Çalap
Derdim vardır inilerim
Beni bir dağda buldular
Kolum kanadım yoldular
Dolaba layık gördüler
Derdim vardır inilerim
Ben bir dağın ağacıyım
Ne tatlıyım ne acıyım
Ben Mevla'ya duacıyım
Derdim vardır inilerim
Dağdan kestiler hezenim
Bozuldu türlü düzenim
Ben bir usanmaz ozanım
Derdim vardır inilerim
Dülgerler her yanım yoldu
Her azam yerine kondu
Bu iniltim Haktan geldi
Derdim vardır inilerim
Suyum alçaktan çekerim
Dönüp yükseğe dökerim
Görün ben neler çekerim
Derdim vardır inilerim
Yunus bunda gelen gülmez
Kişi muradına ermez
Bu fanide kimse kalmaz
Derdim vardır inilerim
Derdim derdin, derdin derdim, derdiniz derdimiz, derdimiz derdiniz olsun.
Dua ile!
24.05.2012
Garibce
Sen olsan inilemen mi!