Ömer
Nasuhi Bilmen hoca merhum (ö. 1971) saygın
bir ilim adamı. Erzurumlu. İstanbul’da yaşamış, Diyanet İşleri Başkanı olmuş.
Devrim
sonrası, eski kültürümüzle irtibatı yeniden kurma çabaları sonucu büyük eserler
vermiş. Onun en yaygın bilinen eseri ise Büyük İslam İlmihali. Bizim
öğrenciliğik dönemlerimizin yegane sayılabilecek en temel baş ucu kitabımız.
Müftü olunca da elimizden düşürmediğimiz fetva kitabımız.
Sonraları
galiba dili ağır geldi ve sadeleştirildi. Ama hâlâ oluşturduğu karizması
devam ediyor.
İşbu
çok değerli başucu kitabımızı Mehmed Said Hatiboğlu Hoca tenkit ediyor.
Niye?
Çünkü
onun penceresinden bakıldığında bu kitap İslam’ın nezahetine leke olabilecek
ifadeler içeriyor. Söz gelimi o şeyle diyor:
“Çünkü
bizim ulemamızın çoğu, kendi ihtisasları dışındakilerin dediklerini bilmeye ne lüzum görmüş, ne de zaman
bulabilmiş, ancak nakille yetinmişlerdir. Günümüz Türkiye’sinde de bu durum pek değişmiş sayılmaz. Mesela Hanefi
fıkhı allamesi Erzurumlu Ömer Nasuhi Bilmen merhumun, milyonlarca baskısı
yapılan Büyük İslam İlmihali’nde, içine fare … düşmüş kuyuların temizlenmesiyle
ilgili olarak hâlâ bin sene evvelinin,
bugünün ilmine göre sağlığa mutlak aykırı fetvalarına yer verilmekte, ilgili
uzmanların görüşlerine işaret etme ihtiyacı asla duyulmamış görülmektedir. Bu kayıdsızlığın vehametini anlayabilmek
için, işbu ilmihalin 1968 baskısının 54. sahifesi 63. maddesini misal olarak
alıyorum:
“Bir
kuyu, içine düşen deve, koyun, keçi, at, katır, merkeb, sığır, manda
tersleriyle (kakalarıyla) –muhtar olan kavle göre (tercih edilen alim görüşüne
göre) pis olmaz. Bu terslerin yaş veya kırık olmasıyla, kuru ve sağlam olması
arasında fark yoktur. Çünkü bunlardan korunmak pek müşkildir”.
Bu
satırları okuyan günümüz aydınının “aman Ya Rabbi!” diyerek utanca boğulduğunu
görür gibiyim. Anlaşılıyor ki, temizleme
zorluğundan dolayı pis bir şeye temiz damgası vuran muhtar (!) kavilleri
temizlenmedikçe, temiz İslam’ı ortaya koyabilmenin imkanı yoktur. Bu fetvaları
halen geçerli sayıp tatbik etmeye kalkışacakların maruz kalacakları
felaketlerde baş sorumlu acaba kim olacaktır dersiniz? (Mehmed
Said Hatiboğlu, İslam’ın Aktüel Değeri Üzerine 1, Otto Y. Ankara 2009,
s. 139)
Garibce
diyor ki: Sorumlu evvelemirde Hatib Hoca olacak.
Niye:
Çünkü gördü ama yazmadı.
Ömer
Nasuhi Bilmen ancak elinden geleni yaptı. Akran ve emsalleri içinde hiç
kimsenin yapamadıklarını o yaptı.
Hem
ilmihal yazdı hem o koskoca mukayeseli İslam Hukuku muhalled eserini.
Evvela
şunu sormak lazım: Bilmen hoca, Hatib Hocanın beklentisi doğrultusunda bir
ilmihal yazabilir miydi?
Bence
yazamazdı.
Neden?
Çünkü
Bilmen hocanın yaşadığı hayat ve içinde bulunduğu imkanlar onu çepeçevre
kuşatıyor ve her yönden onu sınırlandırıyordu.
Hatib
Hocanın hayretle dikkatini çeken satırları Garibce ve emsalleri defalarca okumuşlardı
ama hiç de onların dikkatini çekmemişti.
Neden?
Çünkü
Garibce ve emsalleri köylü idi, kırsal hayatta doğmuşlar ve büyümüşlerdi.
Şehire geldiklerinde de beraberlerinde köylülüklerini de getirmişlerdi. Bilmen
hocanın anlattıkları, kırsal (yarı bedavet) hayatın bir parçasıydı. O yüzden de
Hatib Hocanın büyük bir utanç meselesi olarak gördüğü şey hâlâ o hayatın içinde
olan ya da olduğunu sanan kimselerin garibine gidecek bir durum değildi.
Henüz
daha yürümesini pekleştirdiği andan itibaren annesiyle birlikte koyun sürüsünün
eğleştiği yere koyunları sağmaya giderlerdi. Garibce koyunun başını tutar,
annesi de helkeye sütü sağardı. Tabii bu arada hayvanın tabii ihtiyacı
gelebilir ve utanacak ve de tutacak değil ya ihtiyacın görüverirdi. Haliyle
memelerinin altına konulan helkenin de ağzı açık olduğu için hayvanın dışkısı
sütün içine düşüverir, sağım yapan kadıncağız da yüzünü biraz buruşturarak
sütün üzerinde yüzen o boncuk boncuk nesneleri eliyle şöyle atıverir, geride hafif
sarımtrak bir renk kalır, o da kaybolur giderdi.
Ha
bir de köye dolu helkeler elde sütle dönülürken helkelerin içine kasdı mahsusla
bir iki kığı atanlar da olurdu. Nazara bire bir olduğuna inanılırdı.
Köy
süt ve yoğurdunun neden lezzetli olduğunu şimdi ben daha iyi anlıyorum galiba.
Hatib
Hoca bunları bilmez.
Sonra
diyelim bizim Susuz Yurda gittiniz. Akşama kadar orda çalışmak zorundasınız.
Adı üstünde: Susuz Yurt. Hiçbir yerde su yok. Sadece bir kuyu var, hepsi o
kadar.
Kırsal
kesim demek tarım kadar hayvancılık da demektir. Tarım da hayvan gücüyle
yapılırdı. Dolayısıyla sığır cinsinden hayvanların, taşımayı sağlayan at, eşek,
katır gibi hayvanların kırsal kesimde vücudu zarurat-ı hayatiyedendir. Koyun
keçi türünden davar ise zaten her yerde otlamak durumundadır. Eee bunların
dışkılama ihtiyaçlarını kontrol edemezsiniz.
Bunlar ihtiyaç duydukları yere bırakırlar. Sonra güneş bunları kurutur
ve hafifler, çıkan bir rüzgar da alır önüne savurur ve nerede bir kuytu yer
varsa oralara doldurur. Susuz yerlerde lütuf eseri bulunan kuyular geneli
itibariyle özellikle sıcak yaz mevsimlerinde dolu olmaz, bazı hallerde ancak
kova yardımıyla su çekilerek kullanılabilir. Dolayısıyla rüzgarın önüne kattığı nesneleri savurduğu
kuytu yerlerden biri de bu kuyulardır. Arazide olan kuyuların yüzeyinde illa ki
az ya da çok bu tür savruntular bulunur.
Orada
bulunmak ve yaşamak zorundaysanız, sizin ille de o kuyudaki sudan
yararlanabilmek için bir yolunu bulmanız lazım. O yüzünde yüzenlerin izahını
yapmanız lazım.
Bunu
Bilmen hoca çok iyi bilir. Garibce de bilir. Ama Hatib Hoca bunu nereden
bilsin.
Bilmen
hoca tarım toplumunun bir temsilcisi. Kendisi o hayatı yaşamamış bile olsa
zihnî kodları tamamen o döneme ait. Elindeki malzeme hep o hayatın ürettiği bir
birikim. Kendisi de çok ender bir paye ile –çünkü akranları içinde ikinci bir
Bilmen Hoca yok- bu birikimin üzerinde oturan bir kişi olarak onları
değerlendirmiş, kopan gelenekle irtibatı yeniden sağlamanın çabası içinde olmuş
ve başarılı da olmuş.
Bilmen
Hocayı bindiği at, eşek katır ilgilendiriyordu. Onların yedikleri ve
çıkardıkları haliyle bir sorun olarak onu çevreliyordu. O da haklı olarak
çözdüğü sorunlar arasına eşeğin, atın, katırın battığı şeyin necis ya da temiz
olduğunu, çıkardıkları şeyin keza necis ya da tahir olup olmadığını, haydi
necaset-i hafife diyelim, bu kez içine karışmış olduğu şeyi necis edip
etmeyeceğini haliyle sorun ediniyor ve cevabını
ilmihale yazıyordu. İlmihal, yaşanılan hayatın rehber kitabı demekti.
Yazılanlar onun hayatına ya da öngördüğü hayata tıpatıp uyuyordu.
Haliyle
ben de Susuz Yurt’ta çalışacağım zaman, oradaki kör kuyunun suyunu içmede bir
sakınca görmeyecektim, çünkü bunun fetvası zaten verilmiş oluyordu. Kaldı ki
fetvası verilmese bile ben onu gene de içmek zorunda olacaktım.
Oysa
Hatib Hoca yaşadığı hayatta eşeği, atı, katırı sadece seyirlik olarak görmüş,
onları belgesellerde ancak izlemişti. O, biz onu bildik bileli Mercedese
binerdi. Hiç kimsenin doğru dürüst arabasının olmadığı yıllarda bile bineği Mercedesti.
Allah için Hocaya da yakışırdı. Hem hakkını da verirdi. “Bizim Mercedes ne güne
duruyor ki!” diye daha yeni tanıştığı Konyalı bir talebeyi ta otogara
yetiştirmişti (Bunu Zekeriya Güler anlatıyor ve
bu sadece örneklerden biriydi). İlim talebelerine hizmeti kendine şiar
edinmiş biri olarak terkisine talebelerini de bindirirdi ve bundan da büyük bir
haz duyardı.
Mercedes
su içmezdi, suya batmazdı. O yüzden onun böyle bir problemi yoktu.
Mercedes
dışkılamazdı.
Ama
bu kez Mercedesin de çıkardığı şeyler vardı. Hatib Hoca işte yaşamının bir
gereği olarak ancak bunları sorun edinebilirdi.
Dolayısıyla
Hatib Hoca eğer ilmihal yazmış olsaydı, kuyulardaki necaset miktarının tahammül
edilebilecek miktarıyla değil, havaya salınan karbonmonoksit gazının müsamaha
edilebilir limitiyle ilgilenir ve ilmihaline onları yazardı.
Merkeplerin
gördüğünde duracağı kırmızı ışık, geçeceği yeşil ışık yoktu.
Ama
mercedes için yanıp sönen ışıklar, bir sürü işaretler vardı.
Hayvanların
kendiliklerinden verdikleri zarar hederdi. Ama sürücüsü varsa o zaman sorumlu
olan sürücü olurdu.
Mercedes
kendi gitmezdi, kendi durmazdı. İlle ki onu yürüten, durduran Hatib Hocası
vardı. Hatib Hoca ilmihal yazsaydı yolların genişliğinin yüklü iki deve
karşılaştığı zaman kolaylıkla geçebileceği kadar olmalı diye yazmaz, iki
taraflı araçların park ettiği yerin ortasından en azından itfaiye aracının
geçebileceği genişlikte olması gerekir diye yazar, Bilmen hocanın hilafına trafik ile ilgili çok
önemli bir bölüm açar ve yazar da yazardı. Ahkam-ı hamse (ya da seb’a) nın en
güncel örneklerini trafik sorunlarından verirdi.
Hatib
Hoca maaş ile geçinen bir adamdı. Zekatta nisabı yazacak olsaydı işe herhalde vaktiyle
dağdaki göçebe hayat sürenlerin davarlarıyla söze başlamazdı. Böyle bir şey onu
bozardı. İnsanların yaşadıkları dünyada ve kıtada ve bölgede ve ülkede refah
düzeyini ölçen genel geçer kıstasları esas alır ve kişinin ekonomik durumunu ona
göre belirler, kimin varsıl kimin yoksul olduğunu ona göre ayarlardı.
Belki
kimilerine göre saçmalamış olabilirdi. Ama o emindi ki saçmalama hakkı sadece böyle bir isnadı kendisine yöneltenlerin tekelinde
değildi.
Garbice
diyor ki: Ben bir uc tuttum. Sarması artık okuyucu olarak sana kalmış gibi.
Sahi
Hatib Hoca ilmihal yazsaydı, sizce neler yazardı?
Bilmen
hocamıza rahmet diliyorum.
Hatib
Hocamıza hayırlı uzun ömürler niyaz ediyorum.
Garibce
de saçmalama hakkının kimsenin tekelinde olmadığına inananlardan.
Dua
ile!
14.
08. 2013
GARİBCE