30 Nisan 2012 Pazartesi
Garibce: NEDEN KADIN SORUNU?
Garibce: NEDEN KADIN SORUNU?: Kadın hakkında bir iki espriden sonra uzun sayılabilecek bir tespit ve değerlendirme yazısını koymaya sıra gelmiş olmalı. Bu yazı benim bi...
NEDEN KADIN SORUNU?
Kadın hakkında bir iki espriden sonra uzun sayılabilecek bir
tespit ve değerlendirme yazısını koymaya sıra gelmiş olmalı. Bu yazı benim bir
kitabımın önsözü. Takdim bizden takdir sizden.
Sevgiyle kalın.
30. 04.2012
NEDEN KADIN SORUNU?
Andık adını, bulduk tadını
Andımız yüceltmektir adını
Övgü Sana, hem Senden gele
Salatü selam güzeller güzeline
Her ne gördük bu yolda zahmet
Kılasın ya Rab bize rahmet
Çalışmalarımızda bir çokları gibi biz de kadın konusu
ile zaman zaman ilgilendik. Çağdaş Fıkıh Problemleri derslerimizde bu konuya da
yer ayırdık ve çok zevkli derslerimiz oldu. Kah birbirimize sitem ettik, kah
anlaşmaya çalıştık, zaman oldu yer değiştirdik ve öteki olduk. O zaman bir çok
şey daha kolay anlaşıldı.
Kadının konumu ve sorunlarına dair konulara ilgi
duymamızın bir çok nedeni var elbet. Her şeyden önce kadınların özel bir yeri
var varlık dünyamızda, değerler dünyamızda da onlara bir yer olsun istedik.
İkincisi ve daha önemlisi kadınların nahif ve zarif durumlarının, zayıflık
olarak algılanıp istismara açık görülmesi ve her kesimden insanların kadınları
kendi emellerine kullanma çabalarının sırıtır ve rahatsız edici boyutlarda
olmasıdır.
Bilmem hangi kesimden, ya da hangi yöreden bahsetmeli.
Bir gazeteci, bir televizyon kanalında konuşuyor ve bir
anısını anlatıyordu. Şöyle diyordu: Geçenlerde (90’lı yıllar) güneydoğu
illerimizde idim. Alışık olmadığım bir manzara vardı. Erkekler ayrı kadınlar
ayrı yürüyorlardı. Ancak kadınlar yirmi metre kadar önden gitmekteydiler. Ben
bu manzarayı yadırgamıştım. Onlara dedim ki: “Ben daha önceleri de buralara
gelmiştim. O zaman erkekler önden, kadınlar ise yirmi metre arkadan giderlerdi.
Ne oldu, töre mi değişti de şimdi kadınlar önden, siz erkekler arkadan
gitmektesiniz.” Erkekler, “Yok kurban, töre yine eski töredir, törede bir
değişiklik yoktur. Ne var ki PKK belası yollara mayın döşüyor…” diye cevap
verdiler.
Ben o gazetecinin yalancısıyım, eğer bu bir mizansen
değil de gerçekse, gerçekten insanlığımızdan utanmamız gereken bir durum. Yok
bu bir latife ise, ne yazık ki ben bu latifenin arkasında bir gerçeklik payı
görmekteyim. Güneydoğuda kadının durumu iyi değil de diğer yerlerde çok mu daha
iyi.
Anadoluda, kırsal kesimde bir kadının günü nasıl
başlıyor ve nasıl bitiyor dersiniz? İlişkileri hâlâ kopmamış, köy kültürünü iyi
bilen biri olarak size alatayım ben: Mesela bir yaz günü sabah ezanı okunmadan
kadın ayaktadır. İlk iş ocak yakmakla başlar, ateşi bazen komşudan alır/alırdı.
(Mevsim kış ise, herifin -ki bu sözcük kabalığı simgelediği için özel olarak
seçilmiştir- abdest suyu sıcak olmalıydı ve kadın/ gelin dediğin bunu ihmal
edemezdi, büyük saygısızlık olurdu.) Bir taraftan ocak yanarken ve üzerine
koyduğu tarhana çorbası pişerken, kadın bir yandan da ahıra inip ineği sağmak
ve yavrusunu emzirip, sonra ikisini birden köy meydanına sürüp, buzağıyı dana
çobanına, ineği sığır çobanına katmak durumunda idi. Hazır meydana gelmişken,
evden koluna takarak getirdiği bakraçları (Bizde helke derler) köy çeşmesinden
su ile doldurup her adımla birlikte bir o yana bir bu yana yamularak evin
yolunu tutmak, çocukların ya da yaşlıların karıştırmakta olduğu çorbayı
hazırlayıp sofraya getirmek için davranması gerekirdi. Eğer yemeğin altı yanmış
ya da taşırılmışsa sorumlu elbette kadındı. Çorba leğeninin başına geçirilmesi,
çok zayıf bir olasılıktan ibaret değildi. Yemekten sonra herif tarlanın yolunu
tutacak, onu hazırlamak elbette kadının sorumluluğunda olacaktı. Sağdığı sütü
ödünç vermeyecekse komşuya, onu öncelikle halletmesi, pişirip, süt makinesinde
çekmesi yahut mayalayıp yoğurt yapması gibi işler kendisini beklemekteydi. Çok
sürmeden azığı hazırlayıp tarlaya herifin yanına gitmek üzere yola koyulacak.
Orada bir müddet ona yardım edecek ve uzun yaz günlerinde güneş tam tepeye
dikildiğinde yorulmuş ve acıkmış olarak mola verecekler. Herif ağacın serin
gölgesine uzanacak, yorgunluğun tadını çıkaracak. Kadıncağız pınardan su
getirecek, yoğurdu özeyecek, yemeği hazırlayacak ve herifi buyur edecek.
Yemekten sonra bir süre daha çalıştıktan sonra köye yetişecek, gelirken boş
gelmesin diye topladığı çalı çırpıyı şelek edip sırtına vuracak, kendisini
bekleyen bir sürü işi halletmeye çalışacak. Akşamüzeri dana sürüsü gelecek,
arkasından sığır. Yavru, anasını görüp emmeden sütü sağacak, yemeği hazırlayacak,
sütü halledecek gündüzden yarım kalan işleri tamamlayacak, hayvanları ahıra
dolduracak, sıra evdekilere gelecek, çocukları doyuracak, onları yatıracak ve
en sonunda kendisi eğer bir yerde uyuya kalmadıysa yatağa uzanacak ve bundan
sonra da herifin özel isteklerine cevap vermeye çalışacak. Haftada bir gün
kazan kurup yunak yuyacak, çocukları sırayla çimdirecek, evin genel temizliğini
yapacak. Güz günü hasad sonrasında bulgur kaynatacak, tarhana yapacak, bağ
bahçe varsa onlara bakacak, sulayacak, çapalayacak, ekecek, biçecek… kendisini
ve varsa karnında yavru onu bile unutacak, kimbilir belki tarlada bir çalı
dibinde, belki yolda belde çocuğunu doğuracak, kendi kendisinin ebesi olacak,
kendi bebesinin göbeğini kesecek… (Bizim komşunun çocuğuna, anası tarlada
doğurduğu için tarlacı derdik).
Aile ile olan bağı, ayağa giyilen bir ayakkabıdan daha
sağlam olmayacak, ayağı yer tutması için mutlaka çocuk sahibi olmayı isteyecek
ve ne kadar çok cocuğu olursa kendisini o kadar güvende hissedecek. Ne mehir,
ne nafaka… Haklarından bî haber yaşayıp gidecek ve hiçbir vakit kendi
ayaklarının üzerinde duramayacağı için mutlaka bir herifin nikahı altında
olmayı ve öyle ölmeyi kendi kaderi bilecek.
Eğer herif, kadın için söylenmiş olan “Karnından
sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin” atasözünün (!) kendi atasınca
söylenmiş olduğuna inancı varsa vah o kadının haline.
Kış mevsimi kadının işinde bir kolaylaşma görülmez.
Buna mukabil dışarı işlerini bitirmiş olarak herif, akşamlara ve uzun kış
gecelerinde gece bir yarılarına kadar kahvede (kıraathanede kıraat ederek değil
elbet) piştirik oynayarak, onun bunun dedikodusunu yaparak geçirecek, ahırların
görülmesi, otun doğranması, hayvanların sulanması gibi işler gene çoğu kez ve
çoğu heriflerce kadınların üzerine yüklenilen işler arasında yer alacak.
İnsan temel hak ve özgürlükleri, kadın hakları… hak
getire. Hoş bunlar bazen de olsa Fadime’nin aklından geçmez değil hani. Hatta
bir keresinde Fadime’nin damarı tutar ve Feministlerle bir toplantıya katılır.
Çeşitli uluslardan kadınların katıldıkları bir toplantıdır bu. Ve orada
eserler, gürlerler, uygulamak üzere karar alırlar. Bundan böyle kocalarının
isteklerini yerine getirmeyeceklerdir. Ertesi yıl yine bir araya gelmek üzere
ayrılırlar ve birlikte olmanın kendilerine kazandırdığı öz güvenle kocalarına
karşı koymaya azmi cezmi kasdetmiş olarak evlerine dönerler. Aradan bir yıl
geçer ve yine toplanırlar. Alman kadını söze başlar. Ben buradan döndükten
sonra Hans benden kahvaltı istedi. Ben kendi kahvaltısını kendisinin hazırlamasını
söyledim. İlk gün bir şey görmedim, ikinci gün bir şey görmedim, üçüncü gün
baktım bizim Hans kahvaltıyı kendisi hazırlıyor. İşler yoluna girdi vesselam.
İngiliz kadın söz alır. Döndüğümüzde George benden çamaşırlarını yıkamamı
istedi. Ben yıkamadım ve kendin yıka dedim. İlk gün bir şey göremedim. ikinci
gün bir şey göremedim. Üçüncü gün baktım George çamaşırlarını kuzu kuzu
yıkıyor. Sıra Fadime’ye gelmişti. O da benzer şekilde başladı söze: Ben eve
vardığımda Dursun benden yemek istedi. Ben ise feministler toplantısında
aldığımız kararlar gereğince artık bundan sonra kendisine hizmet etmeyeceğimi
söyledim. Ve ben de sizin gibi ilk gün bir şey göremedim, ikinci gün bir şey
göremedim. Ancak üçüncü günde etrafımı yavaş yavaş görmeye başladım, gözümün
şişi inmiş, morartısı da bir hayli azalmıştı.
Bu da bizim feministlerin kaderi olmalı herhalde.
Moda ve reklam dünyasına ne demeli? Pazarlanan mal mı
kadın mı belli değil? İş dünyasında manzara kadınlar açısından ne kadar iç
açıcı. Erkekler, hizmetlerini görecek şuh bir kadının sekreterliğine sıcak
bakabilirler, ancak yönetimde kadının kendisine ortak olması çok kabul
edilebilir bir durum mudur?
Nice çalışan kadın eşiyle birlikte eve döndüğünde ev
işlerinin kendisini beklemekte olduğunu görmekte, bey televizyonda televoleler
izlerken kadın yemek hazırlamakta, bulaşık yıkamakta, çamaşır yıkamakta…
geleneksel kadın işleri çalışan kadınlarımızın da hâlâ yakasını bırakmışa
benzemiyor, görüntü bırakacak ümidi de vermiyor.
Ya İslâmî kesimde durum ne halde, dersiniz. “İslâmcı”
nitelemesinden çok hoşlanan bir kesim var ülkemizde. Müslümanlığı bırakmışız,
İslâm alıp İslâm satıyoruz sanki. Oysa Allah bize “müslüman” adını koymuştu ve
müslüman olmak lâzımdı. Çağdaş İslâmcı bir erkeği nasıl seçebilirsiniz. Meselâ
sahilde, tatil köyünde, bir otel lobisinde nasıl farkedersiniz. Sakalından mı,
şalvarından cübbesinden mi, başındaki sarığından mı, alnındaki secde eserinden
mi? Müslüman erkeğin dışarıya karşı dinî kimliğini belirtecek hiçbir alâmeti
yoktur. Ve bu durum şahsen benim şikayetçi olduğum bir durum da değildir.
İnsanlar şunu ya da bunu giyebilirler, bu kendi tercihleri olmalıdır. Ancak
kıyafetin ayırıcı bir biçimde kimlik ilanına medar olarak kullanılması, düne
nispetle bugün daha çok bir arada yaşamak zorunda olduğumuz düyamız için uygun
düşmüyor. Erkekler de bunun bilincinde olarak son derece çağdaş, modern
giysileri rahatça giyebiliyorlar ve kalabalıklar içinde kaybolmanın avantajını
pekâlâ yaşayabiliyorlar. Kimse onları rahatsız etmiyor, onlar da rahatsızlık duymuyor.
Müslüman kadınlar için de durum aynı mıdır acaba?
Aynı ideolojiyi benimsemiş insanlar olarak biz
erkekler, kendi inancımızı ifade edecek bir alameti fârika kullanmıyor ve
kadınlarımız için onlardan bunu istiyorsak ve hatta gizliden gizliye -Allah adına,
din adına, töre adına- bunu dayatıyorsak, cephe savaşlarında top güllelerinin
düştüğü yerde, henüz neyin ne olduğunu dahi bilmeyen körpe kızlarımız varsa,
aile kimliğimizi, ancak kadınlarımız üzerinden tahakkuk ettirebilecek bir tavra
gücümüz yetiyorsa, mayın temizlemek için kadınları öne süren mantıktan ne
farkımız kalır ve bizim kadınlarımızın değeri ne kadar olur? Kimse kadınların
arkasına sığınarak, İslâm edebiyatı yapmamalı, onları ateşe sürerek kahramanlık
taslamamalı. Herkes ne yapacaksa kendisi yapmalı. Kadınları öne sürmek, onları
ve çocukları arkamıza almamızı, özümüzü onlara siper etmemizi gerektiren
geleneğimize mi, yoksa îsârı (başkalarını nefsimize tercih etmeyi) ahlâkî bir
erdem olarak takdim eden dinimize mi atıfla yapılan bir davranış oluyor. Bunu
hep birlikte sorgulamalıyız. İfrat bir tutumun cevabı, karşı bir ifrat
olmamalı. Zor da olsa bir denge noktası bulunmalı. Bunun için de aramaya
başlanmalı. Her arayan elbette bulamayacak. Ancak bulanlar hep arayanların
arasından çıkacaktır. Kim bilir belki biz de doğruyu bulabiliriz. Bulamasak
bile hiç olmazsa yolunda ölürüz.
Elinizdeki kitapçık, şimdiye kadar bu alanda ortaya
koymuş olduğumuz çabaların derlenmesi sonucunda ortaya çıktı. İnşallah, bu
alanda düşünce üretenler için bizden bir çamsakızı armağan olur. Daha fazlasını
da zaten kimse bizden beklemez. Ben kendimi ne kadar kadın yerine koyabilsem
de, bu sorunları iliklerime kadar yaşamış olamam. Bizim ki biraz hariçten gazel
okumaya benzer. Asıl sorun, kor ateşi avucunda tutanlar tarafından ortaya
konulmalı ve konuluyor da.
Bu çalışmamı kendisini evine ve çocuklarına adamış bir
garip eşim var, ona ithaf ediyorum. Başta annem ve bütün annelerle yaptığım bir
hasbihal olmasaydı, elbet bu ithaf öncelikli olarak anneme olurdu.
Yazılarımı sözünü ettiğim “Ve sen ey anne!” diye bir
hasbihalle başlatmayı ve o yazı üzerinden her okuyucunun kendi annesiyle
gıyabta bir söyleşide bulunmasını arzu ettim. Herkesin annesi benim annem gibi
rahmetli olmuş değil elbet. Ölmüş olanlara ilahî rahmeti sonsuza dek diliyorum.
Hayatta olan annelere sağlık ve sıhhat içinde yavrularının mürüvvetini
görmelerini diliyor, gözlerinin aydın olmasını Yüce Allah’tan niyaz ediyorum.
Saygıyla ve sevgiyle, sizi Allah’a emanet ediyorum.
Prof. Dr. Mehmet ERDOĞAN
24.02.2004 Ferah/İstanbul
29 Nisan 2012 Pazar
Garibce: Çift katlı minderlim! Seni özümden çok severim!
Garibce: Çift katlı minderlim! Seni özümden çok severim!: Vaktiyle ben bir espri yapmıştım. Ama tam yerini bulmamıştı. Sizinle de paylaşayım dedim. -Neden Allah erkeğin altına tek kat bir min...
Çift katlı minderlim! Seni özümden çok severim!
Vaktiyle ben bir espri yapmıştım. Ama tam yerini bulmamıştı. Sizinle de paylaşayım dedim.
-Neden Allah erkeğin altına tek kat bir minderi yeterli görürken kadının altına çift kat minder sermiştir?
Malum erkek ve kadının klasik imgelerinde erkek pantolonlu kadın eteklidir. Fakat o figürde bile dikkat edilirse erkeğin omuz kısmı gerçeğe uygun olarak geniş, kadınınki dar, etek ise vücut yapısına uygun olarak üçgen şeklinde genişliyor. Bu kez erkeğin o kısmı daha dar.
Yaratıcı modern imgelerin tümünün aksine hayatın yükünü erkeğin omzuna koymuş, o yüzden erkeğim omzunu geniş tutmuş. Üremenin bütün yükünü de annenin rahmine. Dölüt orada oluşacak, orada büyüyecek ve oradan da çıkacak. Tasarım o kadar yerinde ki leğen kemiği erkeğe nispetle kadında daha büyük ve geniş tutulmuş. Bu kemiğin etrafını da et ile sarmalayınca erkeğin kabalarına nispetle kadınınki çift kat olmuş. Öyle ise yukarıdaki sorunun cevabı şu: Kadının çift kat minder üzerine oturuyor olması bir lütuftur ve bu anne olma özelliğinin bir ödülüdür. Kadın sırf anne olduğu için cennet ayakları altına bir halı gibi serilmiştir ve saygının doruk noktasına oturtulmuştur. Bütün bunlar annelik için.
Modernite, cinsellikle üremeyi birbirinden ayırma başarısının verdiği sarhoşluğu yaşıyor. Bunun sonucunda kimi insanlar cinselliği amaç, üremeyi ise bir külfet görmeye başladı. Kadın erkek imgeleri bile değişti. Kadının bir lütuf gibi görülen kabaları artık saklanması gereken, kurtulunması gereken bir yük oldu. Eğreti spermler, kiralık taşıyıcı anneler ve göğüslerin bozulmaması için dadılar ve süt bankaları. Yarın üreme bir kamu hizmeti şekline dönüşür ve kuluçka makinelerine benzer bir tarzda seri üretime geçilirse bu gidişe bakarak şaşmamak lâzım. Ama şahsen ben fıtratın gücüne inanan biriyim. Bütün bu yaldızlı söylemler, tumturaklı yaşam tarzı, cinselliğin üremenin pabucunu dama atması gibi iddiaların üzerine de bir gün fıtrat sifonu çekecek ve geriye gerçeklik sadece insan olarak kendi gerçekliğimiz kalacaktır.
Bir bahis sonucu Muaviye’yi kızdırmak için –ki onu hiç kızdıran olmamış, yönetimdeki dehasını buna bağlayanlar var- birisi demiş ki:
-Halife, diyorlar ki senin annenin kabaları çok büyükmüş.
-Hee ya! Demiş. O yüzden babam annemi çok severdi.
Yaratılışı gereği aşağı doğru bir üçgen gibi göründüğü için bunu bir zillet gibi gören kadınlar, kızlar. Neden utanasınız ki… Anne olabilmenizin gereği bu. Hem sizi o halinizle sevecekler, uğrunuza canlarını bile feda edecekler elbette var.
Şefkatle!
Garibce
29.02.2012
28 Nisan 2012 Cumartesi
Bir latife: Kızlar, evlenin hayatınıza renk gelsin!
Bizim Zarife kız Feys’e yazmış: "Kesinlikle evlen; karın
iyiyse mutlu, kötüyse filozof olursun" Sokrates :D
Ben de
sordum: -Zarife, bunun koca için söylenmişi yok mu? diye.
O da dedi ki: -Hocam
muhakkak vardır da, onu muhakkak Sokrates söylemediği için tutmamıştır, meşhur
olamayınca da yayılmamıştır. Bizim için siz bir tane söylerseniz çok memnun
olurum hocam :)
Ben de dedim: -Dur
bir deneyim: Kesinlikle evlen kocan iyi ise yüzün al olur, kötü ise gözün
mor olur. Her iki halde de hayıtına renk gelir.
Sonra da ekledim:
Adam yanar döner/ döver sever çıkarsa o zaman ne
olur: Dövdü mü mor, sevdi mi al eşittir: olur MORAL.
Cevap: -İlâhi hocam, bayıldık bu söze, renkli bir hayat
bizi bekliyor o halde :)
Seni ocağı yanasıca seni, renkli bir hayatın yüzüne
şavkıyan ışığını gördün de bak nasıl gülüyorsun. (Sonda ki işaret gülme ya da
yan üstü yatarım keyfime bakarım işareti imiş)
Garibce
28.02.2012.
27 Nisan 2012 Cuma
Garibce: Bir pencere de bizden olsun!
Garibce: Bir pencere de bizden olsun!: Rahmetli Erbakan Hoca Âdil Düzen’i pazarlıyordu. Kendisini kaptırmış canhıraş anlatıyordu. Bir mühendis olarak şekiller, ...
Bir pencere de bizden olsun!
Rahmetli
Erbakan Hoca Âdil Düzen’i pazarlıyordu. Kendisini kaptırmış canhıraş
anlatıyordu. Bir mühendis olarak şekiller, şemalar… tam aradığını bulmuş
gibiydi. En yakınları bile pek anlamıyordu, ama anlar gibi ediyorlardı. Lâf
aramızda alternatif âdil düzen çalışmaları bile yapanlar vardı.
İşte o
günlerde Hoca, biz üniversite hocaları için de Âdil Düzen tanıtım toplantısı
düzenlemiş, bilgi veriyordu.
Sadece
İlâhiyattan değil, değişik Üniversitelerden hocalar vardı. Çünkü katılanların
çoğunu tanımıyordum. Belli ki başka başka yerlerden geliyorlardı. Hoca bize
övgüler yağdırıyordu, iltifatlar ediyordu. Malum Hoca kibar ve saygılı bir
insandı.
-Sizler
dedi, müthiş çalışmalar yapıyorsunuz. Harika işler çıkarıyorsunuz. Çok kıymetli
ilmî çalışmalara imzalar atıyorsunuz…. Fakaaat, sizin yaptığınız bu çalışmaların
hepsini bir araya getirseniz bundan bir kulübe bile çıkmaz.
-Nedeeen?
-Çünkü
hepiniz kapı ve pencere yapıyorsunuz.
İşte
ez-zemmü bimâ yüşbihü’l-medh’in (övgü formunda yergi) en güzel örneklerinden
biri daha.
Hoca bunu
iyi yapardı. Meşhur kadayıfın altının kızarması benzetmesi siyasî literatüre
damgasını vurmuştu.
Benim o
geceden edindiğim en büyük kazancım Hoca’nın bu tespiti olmuştu. Hoca
Üniversitenin içinde bulunduğu durumu o kadar güzel ifade etmişti ki, ancak bu
kadar olur.
Evet, her
birini tek başına ele aldığımızda bizim
yaptığımız çalışmalar gerçekten güzel, ilmî, düzeyli… sayılabilir. Fakat biz
bunları bir araya getirsek, bunlarla büyük bir resmi tamamlayabilir miydik?
İşte bunun cevabı Hocaya göre “Hayır!” oluyordu.
Sözgelimi
İlahiyat Fakültemiz ve özelde İslam Hukuku Anabilimdalları kendi varlık amaçları
doğrultusunda birbiri ile koordineli, hep birlikte yürütülen büyük bir projenin
sahibi miydi. Bilemiyorum, benim kendi yaptığım çalışmaları, benden bir öngörü
ile değil, Allah’ın lütfü ile bir müdir fikir etrafında toplamam mümkün gibi.
Fakat yine de tam bir ahengin olmayacağı belli. Yıllar yılı üç beş kuruş
harçlık için kendi halime kalsam yapmayacağım tercüme gibi işler bile yaptım.
Benim yaptığım çalışmalar yapılan diğer çalışmalarla bir araya geldiği zaman
ortaya ne çıkar, doğrusu bilemiyorum.
Hepimiz
alanın tümünü kucaklayan büyük projeler ile uğraşmak yerine büyük bir resmin -fresk
örneğinde olduğu gibi- bir boncuğunu hakkını tam verecek şekilde yapabilsek,
ortaya koysak, sonra da içimizden büyük bir sanatkâr çıksa ve onları bir araya
getirip, adını koysa… işte o zaman bütün yorgunluklar, ortaya konan her türlü
çabalar, hedefini bulmanın, amacını gerçekleştirmenin huzuru ile unutulur,
tarihe not düşülmüş olur.
Hoca seni
bu hikmetin vesilesi ile bir daha hatırlamış olduk. Rahmet ile anıyoruz.
Ufkum ol sen
doldur ben dolayım
Projende
bir kapın da ben olayım
Cumamız hayır olsun bulsun
sizi güzellik
Bahşet bize Allahım dirlik düzenlik
Bahşet bize Allahım dirlik düzenlik
27.04.2012
Garibce
26 Nisan 2012 Perşembe
İslam Hukukunda Yöntem Tartışmaları
Dün
25.04.2012 tarihi itibariyle İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde idik.
İslamî İlimlerde Yöntem Üzerine Konuşmalar üst başlıklı bir dizi konferansın
üçüncüsü İslam Hukukunda Yöntem Tartışmaları başlığını taşıyordu ve konuşmacı
bendim. Ne de olsa deplasmandır diye sevgili araştırma görevlilerimizi ve taze doktorumuzu da yanıma aldım. Doğrusu
bizi çok iyi karşıladılar, erikletme (!)den mükellef bir yemek ikramıyla işe başladılar.
Ondan sonra konuşturmaya geçtiler. Hansu başta olmak üzere bizim ile ilgilenen
hoca ve arkadaşlarımıza teşekkür ederim.
Artık bizim
yaştakiler belirli bir olgunluğa ulaşmış olmalılar. Aynaya baktığımızda
yüzümüzdeki yılların izi gerçi bunu bize söylüyorsa da başka vesilelerle bunu
görmek de iyi oluyor. Çünkü her gittiğim yerde saçları ağarmaya yüz tutmuş ve
hoca olmuş kimseler öğrencimiz olarak bizi istikbal ediyorlar, elimizi öpmeye
kalkışıyorlar ve bizi mahcup ediyorlar. Salonda hoca olarak benim talebem olmuş
kişiler de vardı. Haseki’de benim hocalığımı yapmış bir hocamız önde dinleyiciler
arasındaydı ve bizimle yakından ilgiliydi. Film oynatmadığımız için olmalı salon
dolu değildi, ama imtihan sonrası olması, daha da çok bu tür programlara bir
doygunluk hissinin genelde zâhir olması gibi mazeretlerimiz vardı.
Hasan-ı
Basrî konuşmasına başlamak için bir hatun kişinin gelmesini beklermiş. Bir
lokma ki fil için hazırlanmış, bir karınca onu nasıl hazmetsin… dermiş. Başka hiç
kimse olmasa bile benimle gelen üç kişi aslında benim saatlerce emeğime
değerdi. Kaldı ki gözleri ışıl ışıl parlayan gençlerimiz, az da olsa bizi
dinlemeye gelen hocalarımız vardı. Fıkıh alanından sözünü ettiğim hocam hariç
başka kimse yoktu.
Aslında
elimde bu iş hazırlamış olduğum on dört sayfalık bir metin vardı ve onun için epey
bir emek de harcamıştım. Bununla birlikte her zaman yaptığımı yaptım ve serbest
konuşma tarzında sunumumu sürdürdüm.
Usulün
oluşumu, furûa tekaddüm edip etmeyişi, tedvinindeki amacın ictihad faaliyetinin
tutarlılığını denetlemenin, insan zihnini doğruya yönlendirecek ilkeleri elde
etmenin ötesinde ne olduğu, ilkten anlamanın ya da yeniden anlamanın usulü
olarak tasarlanıp tasarlanmadığı gibi konulara değindim.
Şu anda
vardığımız yerin delillerin bizi getirdiği yer mi, yoksa esasen bizim varmak
istediğimiz yer mi olduğunu ayırt edebilmek için yaptığımız işlemlerin (fıkhın)
sağlamasını yapacak ve adına makâsıd denilen ilkelerin kıstaslığının
gerekliliği,
Tevhid
ilkesi gereği, tekvin ve teşrîin aynı elden kotarıldığına imanın bir sonucu
makine ve kullanma kılavuzu eşleşmesi gibi,
teşrî ile tekvin arasında da böyle bir tekâbuliyeti aramanın gerekliliği üzerinde durdum.
İstikrarla
birlikte usulün işlevinin artık mezhep içi tutarlılığı ve istikrarı korumak
olduğu bağlamında meşhur Kerhî’nin sözüne değindim ve iyi de yaptığını
söyledim. Ama aynı Kerhî’nin bugün yaşasaydı ne diyeceğini de merak ettiğimi
belirttim. Çünkü Kerhî’ye (ö. 340) kadar fıkıh ilahî menşe’li olmakla birlikte
beşerî bir sistem olarak oluşmuş ve yerleşmişti. Günümüzde ise o sistemi
oluşturan zemin ve alt yapı değişmişti. Alt yapı ile birlikte üst yapıların da
değişmesi kaçınılmaz idi.
İcmaın
İslam’ın anagövedisini oluşturucu ve koruyucu işlevine mukabil değişime direnç
gösterici yönüne değindim.
Bağlamından
koparılmış temel metinlerin kendimizce anlaşılmasının bizi ne gibi sonuçlara
götürebileceğini örnekler üzerinden anlatmaya çalıştım.
Usulün
günümüzde yeni bir inşaya imkân verip vermeyeceği konusunu tartıştım. Bir
benzetme ile durumumuzu anlatmaya çalıştım:
“Öyle ya vaktiyle biz büyük muhteşem bir konağa
sahiptik. Konak ihata duvarı ile çevrilmiş ve içeride avlusu var, yanı başında
kuyusu var, buz gibi içeceğimiz suyu var, kenarlarında mutfağı var, hazın damı
var, ambarları var, çevresinde ahırlar ve hayvan barınakları, ısdar
dokuduğumuz, tamirat yaptığımız atölye… her bir şeyi var. Bir iki kat da
oturacağımız, istirahat edeceğimiz içerisinde mutluluk devşirdiğimiz yuvamız
vardı. Kadınlarımız makkarr-ı nisvan tabir edilen avlusunda yunak yurlar, her
tür işlerini yaparlardı. Mahremiyet vardı,
çok rahattık, huzurluyduk… Ama bir gün yanımızda yükselen bir gökdelenle
karşı karşıya geldik ve bu gökdelenle birlikte artık bizim huzurumuz kaçmaya
başladı, mahremiyetimiz yok oldu, hatta adamlar tepeden tarassut etmenin
ötesinde ellerindeki aletlerle zumlayarak ta yakamızın açığından en mahrem
yerlerimizi gözetleyecek hale geldiler, Kuyumuzun yanı başına açtıkları
fosseptik çukurundan bizim kuyuya sızmalar başladı. O tatlı suyumuz tadını
kaybetti, içemez olduk.
İşte böyle bir duruma benziyor diye düşünüyorum
ben şu anda kendimizi ve bu durumda ne yapabiliriz konusunu tartışıyoruz, Evet
bu durumda ne yapalım.
İçimizden bazıları o gökdelenden bir daire de
biz kiralayalım, oraya taşınalım, bu iş toptan böyle çözülsün dediler ve bu
hala deniyor.
Bir kısmı da hayır burası bizim ata
yadigârımız, kendi öz vatanımız, yurdumuz, bakın her bir nimet ve imkânımız da
var diyor ve olanı biteni görmezden geliyor ama özümüze kadar, iliklerimize
kadar da bu rahatsızlığı bir şekilde hissediyoruz. Konağı tümüyle hangarlamayı
bile göze alarak problemin üstesinden gelme çabası içinde olanlar var;
kelebeğin kendi etrafına koza örmesi gibi.
Burada bizden kaynaklanmayan sebeplerle iş bu
hale gelince biz bunun içinden nasıl çıkarız? Bu hali koruyarak işi
götüremeyeceğimiz anlaşılıyor. Taşınarak bu işin hiç olmayacağı, açık; kimlik
sorunudur şudur budur. O zaman yeni bir inşa gerekli mi diye ciddi bir
soru gerekiyor. Özellikle hukukla ilgili olarak bizim mevcut birikimimizin
asırlar boyu ihtiyaçlarımızı harikulade bir şekilde karşılamış olan bu
birikimimizin bizden kaynaklanmayan sebeplerle artık bizim maksadımıza kafi
gelmediği, dolayısıyla yeni bir arayışın içerisine girmemiz gerektiği ortaya
çıktı, aşağı yukarı pek çok kişi bu fikre katılıyor diye düşünüyorum. Yani en
azından ben öyle düşünüyorum. Sonra biz bu inşayı elimizdeki mevcut
malzemelerle onları aynen kullanarak yapabilir miyiz? Yani bir enkazdan tabiri
caizse yeni bir inşa yapmamızın imkanı var mı? Yoksa başka bir şey mi olacak.
Hani hatırlayalım, fıkhın oluşumuyla ilgili bir söz vardı İbn Mesudlar ekmişti,
Alkameler sulamıştı, Nehaîler hasad etmiş, Hammadlar dövenini sürmüştü, Ebu Hanife öğütmüş, un etmiş, Ebu Yusuf hamurunu yoğurmuş, Muhammed de
pişirmiş ve böylece ekmek yapılmıştı. Nasıl böyle bir süreç yaşanmış ve bu sürecin
aşağı yukarı Ebu Hanife’nin ölümü 150 ve Ebu Hanife’nin geride bıraktığı
mirasın sistemleşip oturması, istikrarı sağlaması ta 340’larda vefat eden
Kerhî’lere kadar ancak gerçekleştiği dikkate alındığında bunun ha deyince
olmayacağı anlaşılıyor. Üç asırda ancak oluşmuş bir süreçten söz ediyoruz.
Haydi günümüzde iletişim, teknoloji şunlar bunlar ilerledi dolayısıyla bu
hızlandırılabilir diyelim ama ne kadar hızlandırılabilir ki. Dolayısıyla bizim
bu konuda çok ciddi anlamda zamana da ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Yani şu
anda bizim fıkıh namına ya da usul namına ortaya sunduğumuz düşüncelerin böyle
bir inşayı oluşturacak bir malzeme birikimine ya da teknoloji birikimine bizi
müheyya haline getireceğini de zannetmiyorum. Ama böyle bir ihtiyacın olduğunu
biliyorum ve bu ihtiyacın ancak yeni bir inşa ile de karşılanacağını görüyorum
ve bu anlamda ictihadın neliğinden çok daha önce fıkhın neliği gibi ciddi
sorunlar üzerinde çok daha öncelikli olarak durmamız gerektiğini düşünüyorum.”
……………
İki saat kadar süren bir etkinliğin son yarım saat
kadarı soru cevap ile geçmişti. Herkesin kapı pencere yaptığı bir akademik
program yerine her bir ferdin büyük bir freskin tek bir boncuğu üzerinde emek
veren büyük bir projenin bir parçası olduğu bir süreç temennisiyle katılımcıları
ve bize böyle bir imkânı sunanları kutluyorum.
Dua ile!
26.04.2012
Garibce
25 Nisan 2012 Çarşamba
Sizi gidi ocağı yanasıcalar sizi!
Geçen sınıfta çocuklara
biraz takılma hem de bir nabız yoklama amacıyla “Sizi ocağı yanasıacalar sizi!”
dedim.
Çocukların –çocuk dedimse
19 yaşı üzeri gençler, içlerinde evli olanları bile var- tepkilerini ölçmeye
çalıştım. Çoğu onlara kızdığımı ve kendilerine kötü bir şey söylediğimi
düşünüyor gibiydi. Baktım olacak yok sordum:
-Ben size ne demiş
oldum, diye.
-Efendim, beddua
ettiniz, dediler. Ocağı yanasıcalar! dediniz. Üstelik kızgın gibi bir de
haliniz vardı.
Dedim: -Yahu ben size
kıyarmıyım, nasıl beddua ederim. Ben size dua ettim, dua.
-İyi de hocam bu nasıl
dua!
-Yahu bundan daha iyi
dua mı olur. Ocak, bir meskeni remzeder. (Mecaz: Zikrü’l-cüz irâdetü’l-kül=
Parça bütün ilişkisi) Ocak yanıyorsa,
orada aş pişiyorsa hayat devam ediyor demektir. “Ocağın yansın” ifadesi de bu
durumda neslin berdevam olsun, soyun devam etsin demek olur.
Yahu biz bu nesile
kendi öz dillerini öğretemedik. Bundan hepimize birer pay sorumluluk düşmeli.
Korkma, sönmez
bu şafaklarda
yüzen al sancak;
Sönmeden
yurdumun üstünde tüten en son ocak.
Ocağın yanması, ocağın
tütmesi… ilelebed hayatın devamı demek, neslin bekası demek.
Ha şu da var! Genelde
bu dua kızgınlık halinde söylenir. Yani el-medhu bimâ yüşbihü’z-zemm = Yergi
formunda övgü kabilinden bir işlev görür. Muhatabı da genelde sevilen kimseler
olur. Bu demek oluyor ki bizim atalarımız sevdiklerine kızdıkları zaman bile
yergi formunda dua ile öfkelerini savarlardı.
Ya işte böyle!
Sizi gidi ocağı
yanasıcalar sizi!
25.04.2012
Garibce
24 Nisan 2012 Salı
Uyanmak yetmiyor, bilincin de güncellenmesi gerekiyor!
Tarih 17 Ağustos 1999. Deprem gecesi idi. Allahın
sevdiği bir kulmuşuz ki –inşallah öyledir- depremin korkunç yüzünü bana
göstermedi. O şiddetli zelzele ben uykuda iken olup bitmiş. Fakat ben evin
içini kaplayan çığlıklara sebep uyandım. Kalktığımda oğlum, kızlar ve eşim bir
oraya bir buraya koşuşturuyorlardı. Özellikle on dokuz yaşlarındaki oğlum
aklını kaybetmiş gibi idi, yerinde duramıyor, bir ileri bir geri hareket
ediyor, ağlıyor mu, hıçkırıyor mu, çığlık mı atıyor… belli değildi.
Ben ise
uyanmıştım ama, kendimi bir gün önce evlerinde misafir olduğumuz Konya’daki bir
akrabamızın yanında sanıyordum. Aslında biz tatil dönüşü o gece eve gelmiştik.
Geç vakitte yükümüzü yıkmış ve yorgun argın yatmıştık. Ve ben uyuyakalmışım.
Depremin sarsıntısı bile beni uyandırmaya yetmemişti. Hoş şimdi uyanıktım ama,
Konya’da misafirlikte olduğumu sanıyordum ve ne olup bittiğini anlamaya
çalışıyordum.
Uyanıktım,
ama bilincim düne ait idi. Bu halimle kendi kaderime hâkim değildim ki,
çocuklara yardım edeydim. Sonra aklım da başıma geldi, şükür, anladık olup
bitenleri ve almaya çalıştık gereken tedbirleri.
Şimdi
gelelim kıssadan hisseye: Günümüzde İslam dünyasının uyandığından söz ederler.
Devasa problemlerle boğuşmakta olan ve her biri ile hesaplaşması gereken İslam
dünyası uyanmış, gerçekten bu sevindirici bir şey. Fakat uyanan İslam
dünyasının bilinci ne zamana ait, güncel mi, yoksa tarihin belli bir dönemine
mi ait. İşte asıl üzerinde durulması gereken soru bu. Yani Müslüman uyanık ama,
bundan şu kadar öncesine ait bilinçle hayatı kotarmaya çalışıyor.
Ashab-ı kehf’i hatırlayalım. Onlar üç yüz
senenin ardından uyandılar ve kaldıkları yerden hayatlarına devam etmeye
çalıştılar. Bilinçleri ise uyandıklarında uykuya yattıkları güne aitti.
İçlerinden birini yiyecek almak üzere çarşıya gönderdiler. Yiyeceğe karşılık
elindeki parayı uzatmıştı. Satıcı parayı aldı, evirdi çevirdi, bir paraya bir
de parayı uzatan adama baktı. Bakışları anlamlıydı. Fakat bizimkisi bu anlamlı
bakışlara hiçbir mana veremiyordu. Çünkü elindeki akçanın dünkü akça olarak
geçerli olduğunu düşünüyordu. Oysa o geçer akçanın üzerinden üç yüz sene geçmiş
ve geçerliğini artık kaybetmişti. Fakat o, bunu bilmiyordu ve halâ o paranın
geçerli olduğunu düşünüyordu. Hayatını onlarla idame edebileceklerine
inanıyordu. Ama hayatta geçerli olan artık başka değerlerdi. Geçmez akçaların
geçerleriyle değiştirilmesi gerekiyordu. Üç yüz yıl öncesi günde kalarak
hayatlarını götüremeyeceklerini bu acı tecrübe ile anladılar ve bu işin böyle gitmeyeceğini gördüler. Sonunda
ya bilinci de yenileyeceklerdi ya da çarenin, tekrar götüremeyecekleri bir hayatın
zilletini çekmektense uykuya kaldıkları yerden devam etmek olduğunu düşüneceklerdi.
Ve öyle de yaptılar. Yeniden ve bir daha uyanmamak üzere uyudular.
Allahım! Bizi gaflet uykusundan uyandır.
Bilincimizi içinde yaşadığımız güne ait kıl.
Dua ile!
24.04.2012
Garibce
23 Nisan 2012 Pazartesi
Bir kargaya yuva oldun mu?
Her an yemiş veren bir ağaç
İbrahim suresi 14/24 âyetinde bir mesel anlatılır. Daha doğrusu İslâm gerçekliği bir ağaç benzetmesi üzerinden anlatılır: Şecere-i Tayyibe. Kökü sapasağlam, gövdesi göğe ağmış ve her an yemiş veren görkemli bir ağaç. Müslüman da öyle olmalı hani: Sapasağlam inançları olmalı, hayatın her alanını tutan müslümanca davranışları ve onların semereleri olan erdemleri…
Her an yemiş veren bir ağaç olabilmek… Ne güzel bir şey. Her ağacın asıl amaçlanan bir meyvesi olur. Ama onun dışında ne meyvesi vardır daim, herkes görmez herkes bilmez. Düşünün bir ağaç yılda ne kadar oksijen üretir ve ne kadar zararlı gaz emer, ne kadar toz tutar… Reçineleri hangi derde devadır, hangi böceğin rızkıdır. Koca koca alıcı kuşların hışmından sığınağı olur küçük kuşların. Gölge olur… Gözlerimize renk olur. Hele o uzun boylu ağaçların hafif bir rüzgar ile salınması, boyu, endamı… hangi güzelin salınmasından daha az güzeldir.
En önemli yemişlerinden biri de kim bilir hangi kuşa yuvalık etmektir. Kuşlar tek başlarına olduklarında yuva istemezler, herhangi bir dala tüneyiverirler. Ama üreme ve yavru büyütme söz konusu olduğu zaman onlara bağrını yuva olarak gene ağaçlar açar.
Yirmi yıl kadar önce kendi elimle diktiğim bahçemin önündeki ağaç bir hayli büyüdü. Dördüncü katın penceresinden artık görülür hale geldi. Bu ikincidir kuşlara yuva oldu. Evvelki seniydi. Bir çift karga ortalarında bir yerde kendilerine yuva yapmışlar, kuluçkaya yatmışlar ve yavrularını büyütüp uçurmuşlardı. Ben günlük tutar gibi onların her aşamada fotoğraflarını çekmiştim. Yavrularını yemeyi aklından geçiren kediyi nasıl kovduklarına ve niyetinden ötürü onu bin pişman ettiklerine şahit olmuştum. Geçen sene yoktular. Ama bu sene gene bir çift karga yuva yaptı. Daha yukarıya ve başka bir yuva. Şimdi kuluçkadalar. Onları seyretmek büyük keyif veriyor. Tedirgin olurlar diye fazla da görünmek istemiyorum.
Her iki defasında da yuva yapanlar karga… Olsun İstanbul’da bülbül olacak değildi ya. Zaten biz de kargadan başka kuş bilmeyiz, hani.
Allahım, şu ağacın güzelliğine bak!
Bizim de bu ağaç gibi her an yemiş veren bir meziyetimiz olsun. Varlığımız havamıza hava katsın, görüntümüz dostların gönlünü açsın, hışıltımız musiki gibi kulaklarda yansısın. Yuva olalım yavrularımıza… Dallarımız açık olsun yuvasızlara!
Bu arada ağaç hayatiyetini yitirdi mi odun ediyorlar. Biraz düzgün ise kereste.
İnsanın yaramazını ise cehenneme odun ediyorlarmış.
Selam olsun ocağı yanasıcalara!
23.04.2012
Garibce
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)