27 Temmuz 2013 Cumartesi

Galiba tövbe etme zamanı: Sılayı rahim


Bir Ramazan günüydü.
Artık, tesbih gibi elinden düşürmeyip bakmayı vird edindiği akıllı telefonunu gene eline aldı dakikalarca baktı. Baktıkça yüzü geriliyor, sinirleri artıyordu. Her yerden silah ve kan kokusu geliyordu. Ciğer göğünmelerinin konursusu yürekleri burkuyordu.
Gezi olayları yüzünden günlerce hiçbir şey yapamamıştı. Suriye’de akan kan oluk oluktu. Şimdi bir de Mısır çıkmıştı. Beterin beteri vardı. Masum kalabalıkların üzerine  ordu sahici mermilerle ateş ediyor, iki yüz kişi ölüyor ve yüzlercesi ağır olmak üzere  binlercesi yaralanıyordu. Üstelik ölenler nişan alınarak vuruluyordu. Vuran ordu, milletin kendi öz ordusu görünüyordu.
Feys’de yüzler gülmüyordu. Tivit’te keza kin ve nefret yağıyordu. Herkes birbirine lanet yağdırıyordu.
Böyle bir dünyada yaşıyordu. Olmasına müstazafların yanındaydı ama yaptığı bir şey de yoktu. Dua ediyordu ya. Daha ne yapsındı. Dua en güçlü silahtı.
Bir oruç mevsimindeydi ve huzuru yoktu. Huzuru bozacak o kadar şey vardı ki, bunların arasından sıyrılıp huzuru bulması mümkün değildi.
Bir yanda genç kraliçe doğum yapmış diye bütün medya ona kilitlenmişti. Bir yanda savaşlar yüzünden ölen sayısız çocuk vardı, hala dünyada açlıktan ölenlerin sayısı milyonlarla ifade ediliyordu ama varlıkları ile yoklukları arasında  kayda değer bir durum olmadığı için onlar habere konu olmuyordu.
Sılayı rahim ömrü uzatır diye duymuştu. Çoktandır gitmediği memleketini özledi. Sırayla birkaç kardeşini aradı. Cevap veren olmadı. Herhalde işte güçte idiler, dedi. Sahi oruç da tutuyorlar mıydı? Ne de olsa ağır işleri vardı ve günler çok uzundu. Sonra eski zamanları hatırladı. Ekin biçimi mevsimine denk gelen oruçları… İnsanlar oruçlarını tutarlardı. Zaten orucun bir albenisi de vardı. Kendisini tuttururdu zahir.
Bir süre sonra  telefonu bir kez çaldı. Az önce aradığı kızkardeşi kendisine dönmüştü. Belki kontörü yoktu. Onu yeniden aradı ve konuştular, halleşip, dertleştiler. Köyün bir kenarında güzel bir evleri vardı. Önünde  bir bahçe. Şehirlerde olsa villa derlerdi hani. Çiçek tarhı olacak yerlere onlar soğan, maydanoz, biber vb. ekerlerdi. Çiçekleri de olurdu. Dışarıdan bakınca varlıklı sayılırlardı.
“Geçiminiz nasıl?” diye sordu.
“Çok şükür!” dedi.
Hangi Anadolu kadını böyle bir sual karşısında hemen dert yanardı ki. Laf lafı açtı ve adam kardeşinin geçim sıkıntısı çekmekte olduğunu anladı. Ayda elli yüz lira bile olsa bir gelirin onlar için ne kadar önemli bir şey olduğunu öğrendi. Adam altmış beş yaşına ulaşmış artık onu çalıştırmak için kimse gurbete götürmez olmuş. Çocuklar ayrılmışlar zar zor geçinirlermiş. Köyde bir iki inekleri varmış. O da tabak hastalığına yakalanmış, sütleri kesilmiş. Güzün olunca komşuların ekmeğine gidermiş, dağ yemişleri toplar, mevsiminde yemlik, kenger, ekşimen, yılan pancarı toplarmış, yazın mevsim erişince de çıkan salatalık, biber, domates ile ekmeğe katık edip gül gibi geçinip giderlermiş.
Bütün bunları öğrendi. İnanamadı. Ne yapılabilirle ilgili bir şeyler konuştu. İki tarafın da sözü uzatamayacağı anlaşılmıştı. Telefonu kapadı.
Yanakları ıslanmıştı. Öfkesini alamadı. Epey bir hıçkıra hıçkıra ağladı.
Özlediği huzurun kendisini yavaşça sarmaladığını hissetti.
Sosyal medyaya ve tüm küresel araçlara lanet etti.
Dünyanın öbür ucundaki olaylardan anında haberdar ediliyordu. Ama savrulmuş kendi öz ailesinin bireylerini ihmale terk ediyor ve ilgisizliğe bir anlamda mahkum ediyordu.
Kraliçe’nin bebesine mi sevinsindi.
Msır halkına mı yansındı.
Suriye halkına mı.
Kendi öz ailesine karşı ilgisizliğine mi ağlasındı.
Yüreğinde bir sızı hissediyordu. İlginç bir şekilde sızı arttıkça huzuru artıyordu.
Sılamızı ihmal ettik; başkalarının derdiyle dertlenmedik. Allah da bizden huzuru aldı.
Açlar bulamıyor.
Biz ise tat alamıyor olduk.
İyi mi!
Galiba tövbe etme zamanı.
Dua ile!
27.07.2013
GARİBCE


2 yorum:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...