Bugün
geç saatte ikinci öğretime dersim var. Sabah 07.30’da fakülteye gelmiştim.
Çalış, çalış yoruldum. Saat 18.00 gibi bizim sahanlığa çıktım. Kütüphane
binamızın birinci katında, ortada bir boşluk var, katlar boyu ışığın gelmesi
için herhalde. Etrafında düşmesinler diye korkuluk, korkuluk kenarlarında da
sıra sıra dizilmiş çiçeklerim var.
Çiçekler
güneş göremedikleri için pek canlı değiller. Yeterince emek ve sevgi de
görmüyorlar. Biraz bana küskün gibi duruyorlar. Belli ki diplerine çöp atanlara da çok
kızgınlar. Eskiden sigaranın serbest olduğu zamanlarda birçoğu sigarasını
çiçeklerin dibindeki toprağa söndürürdü. Bu tedbir anlaşılan çiçeklere de
yaradı.
Kabe
etrafında döner gibi korkulukların etrafında dairevi birkaç tur attım.
-Aaa
o da ne?! Bir sehpa! Ama bu sehpa bizim sehpa. Yıllar önce eşyaların çok
kıymetli olduğu bir dönemimizde bir heyecanla özel olarak ustasına
yaptırdığımız ve yıllarca kullandığımız ve sonra eşyaların yenilenmesi sonucu
hanımın atmak istediği ve benim kıyamayıp fakülteye getirdiğim bir sehpa. Ben
de İmam Ebu Hanife binamızda kaldığım sürece onu kullandım. Sonra orası yıkılınca gene
atamadım, yeni yerimize onu da taşıdım. Fakat oda iyice kalabalıklaşınca geçen
yıl onu dışarıya çıkardım. Epeydir de görmüyordum. Gezinirken bir anda gözüme
ilişti ve içimde garip bir duygu hissettim.
“Allah!
Allah!” dedim. “Sonuçta basit bir sehpa ama, bak benim gözümde ne kadar farkı
gözüküyor. Acaba başkalarının gözünde de öyle mi?”
“Dur
denemesini yapayım!” dedim. Bir kız öğrencimiz geldi, tanıdık bir yüzdü.
Çağırdım, “Gel bak bakalım, ne görüyorsun?” dedim. “Neye hocam!” dedi.
“Özelikle
şu sehpaya!” dedim. Baktı baktı, “Çöplük gibi!” dedi. Haliyle eskiydi ve üzerinde
de buruşturulup atılmış iki adet kağıt parçası vardı. “Yok!” dedim, “iyi bak,
başka bir şey görebiliyor musun! Ya da sende bir şeyler uyandırıyor mu?!”
“Yook!”
dedi.
“Haklısın”,
dedim, “sonuçta basit ve eski bir sehpa. Ne tarihi değeri var ne de sanat eseri
özelliği!”.
Biraz
sonra bir erkek öğrenci geldi ve “Gel hele, bak bakalım şu sehpaya ne
göreceksin!” dedim. O da baktı baktı, bir şey göremediğini söyledi. Sonra üzerindeki
dalgalı desenlere baktı “Şurada bir bıyık gibi bir şey var sanki!” dedi. “Bu
günlerde dinler tarihi ile ilgileniyorum, onun etkisiyle belki öyle sandım” diye
ekledi.
Anladım
ki, bizim sehpanın duygusal değeri sadece benim gözümde.
Ceylan
yavrusu annesinin gözünde dünyalar tatlısı, aslanın gözünde bir gıdımlık sabah
kahvaltısı!
Şimdi
buradan bakınca adamın kırk yılık tarikatının, derneğinin, partisinin değerini
sen söyle. Sevgili Abdullah Köşe ağabey, Altunizade Camii’nde imamlık yaparken
adamın birine tarikatlarla ilgili bir iki saat konuşmuş. Adam Abdullah Hocayı
çok seviyor ve onun söylediklerinin aklına yattığını da anlıyor. Ama neylesin
ki Hocanın konuştuğu tarikat ile kırk yıllık gönül bağı var. Adam sonunda “Bak hocam, seni çok severim, dediklerin de doğru,
aklıma yatmadı değil. Fakat senin bu bir saatlik konuşmana sebep kırk yıllık
tarikatımdan vazgeçemem!” der.
Öyle
kolay mı sanırsınız, bir ömür boyu nesilden nesile tevarüs edilen gelenek,
görenek ve inançlardan “Aha Müslüman oldum, bak Eşhedü ellâ ilâhe illallah”
demekle bir anda sıyrılsın ve kafasındaki her düşünceyi, gönlündeki her
duyguyu, kalbindeki her inancı bir çırpıda elbise çıkarır gibi çıkarıp atsın.
Garibcem
köhne bir sehpadan vazgeçemiyor, kaldı ki insanlar bir tarih boyu tevarüs
edegeldikleri geleneklerinden, alışkanlıklarından vazgeçsin.
“et-Tahliyetü
kable’t-tahliye” der Araplar. Yani bir şey bezenmeden önce temizlenmeli,
içindeki hır hış atılmalı, her ne pislik varsa kazılıp süpürümeli, ondan sonra
süsleme işine başlanmalı.
El-Hak
doğrudur ve haliyle işimiz zordur.
Dua
ile!
27.11.2013
GARİBCE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder