“-Bana masal anlat!” dedi.
“-Bilmem!” dedim.
“-Hayır! Bilirsin, eskiden anlatırdın!” dedi.
İçimden “-Peki!” dedim. Çıktım masal aramaya… Günler geçti
aramaktayım. Gel gör ki bulamadım.
Sahi ben eskiden anlatırdım, peki nereden bulurdum.
Yokladım, yokladım bilemedim. Hayal meyal hatırladım, sanki bir şey
vardı. Masallar, masal ülkesinden gelirdi.
Sordum, soruşturdum, nasıl ederim, nasıl giderim dedim. Hatırlamaya zorladım. Sonunda
başa düştü, anladım.
Oraya gidebilmek için Atta’ya gider gibi duvarları yıkmak, evden
çıkmak lazımmış.
Oraya ermek için ayakların yerden kesilmesi lazımmış.
Senin anlayacağın heyecanın, kanı deli bir canın, manda gibi bir
yüreğin olmalıymış, hem de başın dumanlı, gözün kara olması da cabası.
“-İyi de sen sarhoş olmayı anlatıyorsun!”.
“-He ya!” dedi. “Zaten sarhoş olmak lazımmış.”
Hem biliyor musun sarhoşluk da iki çeşitmiş. Bir ban otu ya da ilaç
içmek gibi mubah bir yolla olurmuş, O zaman akıbetinden de sorumlu olmazmışsın.
Bir de şarap içmek gibi haram yoldan olurmuş; o zaman (en azından bizimkilere
göre) içtiğin şarabın günahı yanında
yaptıklarının akıbetinden de sorumlu olurmuşsun.
“-Yahu sarhoş adam, nasıl sorumlu olabilir ki?”
“-Eee, ne yapalım içmeyeydi, haram olan o perdeyi yırtmayaydı, akledeydi
fikredeydi de aştığı eşiğin arkasında kendisini hangi badirelerin beklediğini
bileydi.”
Sokrandı. “-Gene başladı bizimki!” dedi.
Neyse ki işte ancak böyle ayakların yerden kesilip de bulutların
üzerine çıktığında artık orada ne rüzgar kalırmış ne yağmur; her şey bir anda
güllük gülistanlık olurmuş. Çocukların Atta’sı, aşıkların sevdası işte
oralarda, hatta oraların da ötesindeymiş.
“Allah’ım! Nasıl bir akıl verdin ki geminin denize demir atması
gibi ruhumu yere çakmış, bir türlü elinden kurtaramıyorum. Çıkamıyorum.
Eremiyorum. Atta’lara gidemiyorum. Oradan bin bir türlüsünden tek bir tane
olsun bir masal getiremiyorum.
Elim boş, masal bekleyen canın gözlerinin içine bakamıyorum…! Sevgisini
hak edemiyorum. “-İşte bak önümü kesen devlerin kestiğim kulakları…” deyip de bin bir caka ile onları
önüne atamıyorum. “Gökkuşağından kestiğim bir parçayı aha kendime bak kuşak
yaptım, bir parçasını da sana yadigar sakladım” diyemiyorum.
Evet, bir türlü duvarları yıkamıyor, etrafımı çevreleyen bunca
engelleri aşamıyorum. Seni elinden tutup Atta’ya götüremiyorum. Bırak onu, sensiz
bile gidemiyorum.
Şimdi soru şu gibi geliyor bana:
Bir şekilde sarhoş olup, bulutların üzerine çıkıp, uçan halılar
üzerinde Alaaddin’in lambası koynumuzda aşağıda debeleşenlere bakıp, keyif
sürmek mi…
Ya da yerde ahanda burda, işte tam da bu zaman ve mekanda, evde,
işyerinde, hayatın acımasız gerçekliği
içinde kedi köpek dalaşını sürdürmek mi?
Bilemedim.
“-Fakı dedim, sarhoş olmanın cezası var mı?”
“-Olma mı?” dedi ve ekledi. “Eskiden kırk sopaydı da Ömer’inen Ali’yinen
oturduk, ‘-Bunların kırk sopa ile uslanacakları yok, gelin şunu seksen sopaya
çıkaralım da varsın görsünler!’ dedik. İşte ondan beri kim haram yoldan sarhoş olur da elimize
düşerse seksen sopa atıyoruz.”
“-Deme ya!”
“-Hee!” dedi. “Öyle!”
“-Peki, sopalarınız nasıl bi şey hani. Yenilir mi? Yutulur mu?”
“-Ula oğlum sen hiç dayak yemedin mi? Elbette yenilir cinsten. Dayağın
yutulduğu da nereden gönülmüş!” dedi.
Haydi, şimdi gel bu işin içinden çık.
Atta’ya gitmem lazım. Çünkü masal bekleyenim var.
Oraya da ancak akıl başta yok iken yol bulunuyormuş, iyi mi?
Ne olacak şimdi? Hem akıl başta hem yol yokuşta.
Akıl demir atmış, bırakmam diyor.
“Şegav ırak, emmim oğlu ufak,
dadaşım şaştı kaldı!” demiş ya evlenme vakti geçmekte olan Erzurumlu kızcağız.
Valla Garibce de şaştı kaldı. Bu
işten.
Varsın o şaşırsın. Ama ne olur siz
şaşmayın, şaşırtmayın.
Huzurla kalın!
Dua ile!
23.11.2014
GARİBCE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder