Evet, nereden
nereye geldik.
“Eti senin
kemiği benim”den, günümüzün her türlü imkânsızlıklara mahkum edilen, üstelik
yeterince saygı bile gösterilmeyen öğretmenlerimize.
Eskiden, dayak
eğitimde bir araçtı. Cezaî müeyyide olarak da kullanılırdı, terbiye amacıyla
da. İslâm ceza hukukuna bakıldığında zina, iftira, içki gibi suçların
cezalarının dayak türünden olduğu görülür. Buradan dayağın bir tür ceza olduğu
anlaşılır.
Ama, hafif
olmak kaydıyla terbiye için de kullanılırdı. İtaatsiz çocuk, eş, namaz kılmaya
yanaşmayan kişi… gibileri, gerekirse dayakla uslandırılırlardı.
O zamanlar
dayak cennetten çıkmaydı ve yenilecek bir şeydi. Gerçi biraz biberliydi, can
yakardı ama, olsun, faydası zararından daha çok görülürdü. Sonuçta bir
vasıtaydı. Henüz alternatifi de icat edilmemişti.
Nush ile
uslanmayanı etmeli tekdir
Tekdir ile
uslanmayanın hakkı kötektir
Ziya Paşa bu
beytinin, kısa bir zamanda herkesin dilinde bir atasözü gibi kullanılacağını
belki yazarken düşünmemişti. Çünkü genel telakkilere uygun düşüyordu. Ne de
olsa kemiği bizimdi ya. Etinin yerine et koymak da mümkündü.
Gel zaman git
zaman, dayak yenilmez hale geldi. Çünkü dayağı atanlar kendi öz çocuklarını
döver gibi dövmediler, hayvan döver gibi dövmeye başladılar. Gerçi hayvanlar da
dövülmezdi. Ama hani daha dayanıklıdırlar diye fazla ses çıkarılmazdı. Zaten
kendi dilleri de yok zavallıların. Eskiden falakaya yatırırlarmış ve ayak
altlarına, sırta ve kaba yerlere vururlarmış. Hem bunun kuralları da varmış.
Mesela cezaî müeyyidelerde bile sopanın kırbaç türü deriden yapılmış olması,
budaklı ve sert ağaçlardan olmaması, ancak bir arşın kadar uzunlukta olması,
alıcı yerlere vurulmaması, vurulurken kolun omuz hizasından yukarı
kaldırılmadan ancak dirsek gücüyle vurulması, yaralayıcı bereleyici şekilde
olmaması gibi bir sürü şartı varmış.
Ah insan! Ah
insan! Kaydı kuydu kim tanır. Uygulamada insafı gösterecek olan muallimlerimiz
değil mi? Kaba yerlerine vurmak yerine öğretmenlerimiz, körpecik çocukların
ellerini yumak yaptırıp parmaklarının uçlarına cetvelin keskin yanıyla vurmaya
başlayınca, sadece eti kendisinin iken, kemiklerin de sahibiymiş gibi keyfince
onları da ufalamaya kalkışınca, yani kısaca ipin ucu kaçırılınca, dayağa karşı
insanların vicdanlarında bir soğukluk duyulmaya başlandı ve artık bir eğitim
aracı olarak kullanılmasına bile tahammül edilmez oldu.
Bakın ben
kendimden anlatayım:
İmam-Hatip
okulu ilçemizde yeni açılmış ve biz köyümüzden sekiz kişi bu okula yazılmışız.
İlk okula kendi evimizde başlamanın avantajıyla akranlarımdan bir yaş daha
küçüktüm. On bir yaşında zayıf, çelimsizdim.Yüzümde kan yoktu. Saçlarım diken
gibi kalkık olurdu ve ben onları yatırmak için akşam yatarken mendil bağlardım.
Bu kez de daha komik görünürdü. Neyse…
Bir gün
İngilizce dersinden yazılı sınav oluyoruz. Dersimize okulumuzun müdürü giriyor.
Müdür deyince, bir okulun bütün umurundan sorumlu kişi demek. Yani hem mektebin,
hem hocaların hem de öğrencilerin her türlü umuruna bakacak, eğitim ve
öğretimin sağlıklı bir şekilde yapılabilmesi için her türlü huzur ve güven
ortamını temin edecek… falan.
Gelin görün ki
tam aksine bu hocanın bulunduğu sınıfı bırakın, koridorda ders yapma imkânı
olmazdı. Karatahtalardan gelen kafa darbeleri sesleri binayı indirir
kaldırırdı. Nice kulaklar yirilmişti ve kan sızardı ve en çok çekilen kulak da
yeğeninin kulağı idi. Çünkü hoca adildi. Hz. Peygamber’in işe amcası Abbas’tan
başlaması gibi o da yeğeninden başlardı. Mesaj da alınırdı hani.
Benim küçük ve
sıska olmam sebebiyle yerim en ön sıraydı, ya da ikincisi. Benim arkamda bizim
köylü şimdi rahmetli olan Abdullah diye bir arkadaşım vardı. Ve sınav başlamış
biz cevapları yazıyorduk. Hoca, sıralar arasında dolaşıyor, çıt çıkmıyordu.
Kimin haddineydi ki.
Bir ara tepemde
dikildi ve kağıdıma bakmaya başladı. Benim aslında derslerim çok iyiydi -laf
aramızda sözü edilen okulda dört yıl okumuştum ve dördünü de birincilikle
tamamlamıştım-, ama insan hali, hata edebilir, yanlış yapabilirdim. Hem yanlış
yaparsam zaten imtihandı bu, imtihan yanlışları, doğruları değerlendirmek için
değil miydi?
Hayır, hayır!
Hoca işaret parmağını kağıdımdaki bir kelimenin üzerine koydu. Ve eyvah ben bir
yanlış yapmış “One” kelimesini okunduğu şekliyle “Van” diye yazmıştım. Hatamı
fark ettim ve hemen silerek düzeltmeye başladım. Ama çok geçti. Hoca elleriyle
kulaklarımı kavradı, yüzümü bütün bedenimle kendine doğru çevirdi. Ovaladı,
ovaladı, ovaladı, sonra kulakların bir insan bedenini tartacak kadar sağlam
olduğunu ispat edercesine beni yukarı doğru kaldırmaya başladı. Artık ayaklarım
yerden kesilmişti, bir süre öyle tuttu ve beni sıraların arasına yere attı. Ben
kendimi toparlamaya ve yerime oturmaya çalıştım. Oturdum, herhalde hocanın
öfkesi geçmiştir diye düşünüyordum. Ama geçmemişti. Hoca sol eliyle başımı
önüme doğru eğdi ve boşta kalan sağ eliyle boynumun köküne öyle bir darbe
indirdi ki, biz köyde balyozla geven döverken bile ancak o kadar vururduk.
Zınkkk dedi! Hiçbir şey hissedemez oldum. Hissettiğim bir şey varsa bütün
tutargalarımın tutmaz oluşuydu. Bacaklarıma doğru ılık ılık bir şeyler
akıyordu. Ve ben altıma etmiştim.
Diyeceksiniz ki
hoca yeter, bu kadarı da fazla!
Hayır yetmedi,
arkamda oturan Abdullah’ın göğsüne, sağ omuzu altına salladığı bir yumrukla
ancak sakinleşebildi.
İnanın hiç
mübalağam yok, bu anlattıklarımda. Ve bu bizim müdürümüzdü. Gurbette hem
anamız, hem babamız, hem öğretmenimizdi. Başımız derde girince, sıkışınca ona
koşacaktık. O da bizi sevecekti. Zaman olacak dövecekti, ama dövdüğü yerden
güller bitecekti.
Güller bitmedi,
öğretmenim! Eğer güllerin morlusu varsa, belki boyun kökümde öyle bir şey
olmuştu. Eğer güller idrar kokusu veriyorsa, benim sıramdan da şimdi öyle
kokular geliyordu.
İşte bu ifrat
tavırdır ki, değerli dostlar dayağa top yekûn karşı olunması sonucunu doğurdu.
Eğitimcilerimiz, onun yerini nasıl doldurdular, hangi modern araçları onun
yerine ikame ettiler doğrusu bilmiyorum. Ama zaman zaman okullarımızdan dayak
çığlıklarının bir şekilde kulaklarımıza kadar gelmesi onun sanki hâlâ
alternatifsizliğini haykırır gibi meydanlarda kol gezdiğini de gösteriyor.
(Eski bir yazıydı.)
Dua ile!
24.11.2016
GARİBCE
yeni nesil dayaktan nasibini alamadığı için şanslı mı değil mi bilemiyorum çünkü sonuç ortada. bizler dayak yiyerek büyüdük ve şükürler olsun ki dayağa karşıyız ama dayak olmadan da caydırıcı olmayacağını biliyoruz maalesef...
YanıtlaSil