Asr-ı saadet
geçmişte yaşanmış bir zaman dilimi mi yoksa oradan çıkarılmış ve insanlığın
ufkuna konulmuş, onları geriye götürecek olan değil, aksine geleceğe taşıyacak
olan bir ideal mi?
Garibce onu bir ideal
olarak görüyor. Olguları aynı zamanda olması gereken görmüyor. Olandan olması
gerekeni çıkarmanın ulemanın sorumluluğunda olduğuna inanıyor. Lakin günümüzün
gerçeği o ki, sözde ulema bizi dibe çekiyor. Asr-ı saadeti geçmişte yaşamak gibi
sunuyor. Sonuçta hayat alıp başını gidiyor. Dindarlık avucumuzda kor gibi
canımızı yakıyor.
“el-İslâm ya’lû
ve lâ yu’lâ aleyh” (İslam yücedir, artıdır, kazandırır, tersi olmaz) iken kaybettiren
oluyor.
Buna sebep insanlar
da birer birer değil topyekûn elimizden kaçıyor, altımızdan zemin kayıyor. Tutunduğumuz
dallar birer birer elimize geliyor.
Kaçanlar kim?
Ahmetler, Mehmetler, Ayşeler, Fatmalar. Yani bizim öz çocuklarımız.
Sözde davetçiler İslam
adına çığırganlık yapıyor.
Çığırganlıkları
insanları sadece ürkütmeye yarıyor.
Sevdirmiyor,
nefret ettiriyor. Müjdelemiyor, korkutuyor. Ünsiyet kurmadığı insanlardan
yakınlık bekliyor, onlara dilleriyle hitap etmiyor ve nabızlarını tutmuyor.
Onları nelerin heyecanlandırıp nelerin bıkkınlığa sebep olabileceğini hesaba
katmıyor. Zamanın ruhunu bilmiyor.
Diğer taraftan dindarlık
adına bir sevap manyaklığı almış başını gidiyor.
Sülalesine
yetecek kadar sevabı bir kandil, olmadı bir umre garanti ediyor.
Bir kandil demek şöyle
faturaya yansımayacak türden 100 mesaj olsa, Allah en az bire on verir, eder
bin sevap, onların da her biri yüz kişiye göndermiş olsa, onların sevabı
eksilmeden onlarınki kadar size de yazılır, bire on hesabından eder bir milyon
sevap. Allah bu, bire yedi yüz de verir. Etti milyarlarla sevap… Cennette ne
kadar huri gılman varsa istediği kadar alsın artık…
Buna mukabil eline,
beline, diline sahip olmak Müslümanlığı zor geliyor.
Diğerkâmlığı
bilmiyor.
Kıldan ince
kılıçtan keskince cehennem üzerine atılmış sırat köprüsünü eteğine yapıştığı
şeyhinin şefaati ile şimşek gibi geçiyor.
Sırat-ı müstakîm’in
bir ömür “Allah deyip dosdoğru olmak” olduğunu bilmiyor; özünde doğru, sözünde
doğru, işinde doğru bir Müslümanlık bize uymuyor/ ya da bizi kesmiyor, daha
doğrusu işimize gelmiyor.
Uçan, kaçan, aklı
çamura saplanan ya da çöplüğe atan, ya da değeri azalmasın diye hep sıfır
kilometrede emanette tutan bir İslamlık anlatılıyor.
Aşk, aşk deniyor,
çilesi çekilesi, dirsek çürütülesi ilim ve ilim sahipleri aşağılanıyor.
Şeriat “kışr”
edebiyatı ile tahkir ediliyor; ruhun bedene, özün kabuğa varlık yokluk
bakımından muhtaç olduğu gerçeği göz ardı ediliyor.
Buna mukabil
şeriata sarılanlar da usul ile furûu, makasıd ve vesaili, zarf ile mazrufu,
şart ile meşrutu aynı kefeye koyuyorlar. Hakîm olan bir Allah tasavvuru yerine Kâdir-i
mutlak Ceberut bir Tanrı imajı veriliyor; sorgularsan sorgulanırsın deniyor ve
insanlar mutlak itaate zorlanıyor. Zamanla hikmetli olan nice uygulamanın
değişime uğrayıp hikmetini kaybedebileceği gerçeği göz ardı ediliyor. Yeni atılan
betona sebep kimse basmasın diye nöbet çıkarılan bir yere günler, aylar hatta
yıllar sonra da hala nöbet çıkarılması gibi anlamsızlıklar karşısında
sorgulayan aklı mahkûm etmek ve böylece mutlak itaati öğretmek yolu yeğleniyor.
Bizi felaha ancak mutlak itaatin götüreceği telkin ediliyor.
Her nassın belli
bir bağlamı olacağı gerçekliği kale, her olgunun kendine özgü bir hükmü olacağı,
olgu değişince ona yeni bir hüküm bulunması gerektiği gerçeği dikkate alınmıyor.
Kamu
velayetlerinin birer emanet olduğu, din dilinde “Allah hakkı” demenin “kamu
hakkı” demek olduğuna çoğu Müslümanın aklı basmıyor. Emanetlerin ehline
verilmesinin dinle dindarlıkla ne alakası olabilir ki diye düşünüyor. Öyle ya o
dünya işidir. İşi, iş bilene vermek gerekir, diyor.
Cennetini de
cehennemini de bizzat kendin dünyada kazanırsın, anlayışı köhne kalıyor.
“İbnü’l-vakt”
olarak şimdi işini bilme ve köşe dönme zamanı, diyor. “Halı, kilim, yolluk”
zikri yerini “Kasa, masa, nisa”ya devrediyor.
Bunca değişimin
ardından artık sen de boşa kaygı etme günahı. Elbet vardır sıfırlamanın bir imkânı.
Olmadı Zamzam Tower’de Ka’be ayağının altında, bir elinde buz gibi kola,
öbüründe zikirmatik, namaz mı bire yüz binlik, kaygın işte çıktı boşa, girdi
her şey yola.
Hele bir de ettin
mi dua ağlamaklı, Allah’tan olursun gayrı alacaklı…
Cümle âlem
şahidim olsun Garibce olarak benim böyle bir Müslümanlıkla alakam yoktur.
Benim inandığım ve
dilim döndüğünce çağırdığım Müslümanlık hem zordur hem kolaydır.
Kolaydır çünkü
doğana uygundur.
Zordur, çünkü bir
hayat boyudur.
Varlık âleminde
alan ayrımı yoktur.
Özeli Allah’ın,
kamusu Tağutların değildir.
Ne kadar âlem
varsa hepsinin Rabbi O’dur.
el-Halk’ın da
el-Emr’in de Rabbi O’dur.
Ne ki seni
çağırdığı şey, özündeki değerlerdir.
Vazifen onları
ortaya çıkarıp, işlemendir.
Özünde yatkın
olan senin, yetkinliğe evrilmendir.
O yetkinlikle tüm
yeryüzüne vaziyet etmendir.
Ve bu ta Elest Bezmi’nde
senin boynuna binen emanettir.
İster hıyanet
eyle. İster gerçekleştirmek için gayret eyle.
İster zulümle cehenneme
çevir, cenneti kendine haram eyle.
İster adaletle
doldur abad eyle.
Önünde iki yol.
Hangisini
seçersen karşılığı belli.
Özgürlüğün de
işte budur besbelli.
İnsanlıktan çıkma
şansın yok, bunu bilesin.
Koskoca dünya
sahnesinde başrolde oyuncusun; ya iyi oynarsın seyircilerinden alkışı hak edersin,
ya kötü oynarsın yuhalanırsın.
Ama asıl sorgucun
hep perde arkasında olacak, bilmelisin.
Sonuçta her şey
kendi elinde:
Hem cennetin, hem
cehennemin.
İsterim ki Cennet
senin olsun!
Dua ile!
25.03.2018
GARİBCE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder