Dün dönemin son dersi idi. Kapanışı hitamuhu misk olsun diye
sevgili serhadememiz Salih Tuğ hocamızla yaptık. Kurucu dekanımızı, o güzel
insanı yeni talebelerimizin de tanımasını ve onun gülen bilge yüzünü onların da
görüp feyz almalarını istedim. Değerli bir hocayı tanımış olmanın kıymetini
erbabı çok iyi bilir. Söz gelimi ben, Hamidullah Hocayı tanımış olmamı, hocanın
ağırlığınca bilgi ile değişmem. Bu bir lütuf ve nasip meselesi. Bir de kıymet
bilme meselesi. Yağmur her yere eşit yağar da ondan ancak kabını açanlar suyunu
doldurur.
Hoca bir iki saate yakın bizimle konuştu en başından başlayıp günümüze
kadar getirdi. Önünde de imzasını attığı daha yeni kisveyi taba bürünmüş
kocaman bir kitap duruyordu.
Sözün başında ilkokula kaydı sırasında öğretmenin ördek nasıl yüzer
gibisinden birkaç soru sorduğunu ve bunu ikinci sınıfa yazın dediğini
anlattıktan sonra “iyi mi etti bilmem” dedi ve ekledi: “Her yaşın bir akıl
seviyesi vardır!”. Ondan sonra da açıklayarak kendi yaşıtları arasında
olmamanın zorluklarından bahsetti. Öyle ya ötekiler bir yaş ileride, haliyle
akılları daha gelişmiş halde iken onlarla yarışmak zorlanmaya sebep olabilir.
Yetmiş yaşındaki bir insan için bir yaş yetmişte bir iken altı yaşında bir yaş altıda bir eder. Arada
muazzam fark vardır. O yaşlardaki bir çocuk için bir yıl çok büyük mesafe
demektir. Hoca o küçücük yaşında
kendinden büyük sınıf arkadaşlarıyla yarışmak durumunda kalınca belli ki
zorlanmış ama yine de hiç arkada kalmamış. Ailenin küçük iken kendisi üzerine
eğilmesi ve bir takım şeyleri öğretmiş olması onu kendinden bir yaş büyük
çocukların seviyesine bilgi düzeyi olarak çıkarsa da akıl olarak elbette ki aynı
düzey için bir yıl beklemesi gerekti. Onlar da aynı şekilde o yaşı
yaşayacaklarından ara haliyle -özellikle ilk yıllarda- kapanmayacaktı.
Aynı durum GARİBCE için de
geçerliydi. Bizim köyümüzde okul çok geç açılmıştı. İlk kez babam Garib Ali’nin
dükkân olmak üzere yaptırdığı yerde okul açılmıştı. O sene şimdi Adliye
Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkanlığından emekli Toroslu Ehmet ve gene şimdi
emekli olan Müftüler Hüseyin ve Mehmet agalarım gibi ergenliğe adım atmak üzere
olan/ kimi de atmış olan koca koca çocukları ilk mektep bire yazdırmışlardı.
Ertesi yıl Kala’da bir samanlıkta okumuşlardı. Üçüncü sene de bu kez gene bizim
evde okumaya devam etmişlerdi. Ev diye biz yüklüğün kayılı olduğu, ambarın
bulunduğu en büyük bölüme derdik. Okul bizim evimiz olduğu için ben de
heveslenir ve devam ederdim. Ali Ertürk öğretmen benim bu işi kotarabileceğime
inanmış olmalı ki beni de okula kaydetmişti ve böylece ben de okula bir yıl
öncesinden başlamış oldum. Aynı evden Hüseyin abim üçte oluyordu. Onun küçüğü
Fadime ablam büyük kız olduğu için okula verilmemişti. Onun küçüğü Naciye ablam
da Abimle aynı şekilde başlamış ve üçüncü sınıfta idi. Ben de birinci sınıfta.
Yani abimle aramızda iki çocuk vardı, bu nereden baksan altı-yedi yaş eder, ama
sınıf olarak aramızda iki yıl vardı. Ben nasıl okudum, neler yaşadım çok iyi
hatırlamıyorum. Ama şiir okumak için çatal merdivenin başına çıktığımda
ağladığımı ve beni görünce babam Garib Ali’nin da ağladığını, öğretmenin hemen
beni gelip kucağına alarak oradan indirdiğini ve teselli ettiğini hatırlıyorum.
Mezun olur olmaz da yeni açılan İmam Hatip okuluna gene Rahmetli babamın
öncülüğünde sekiz çocukla birlikte yazılmıştık. Köyümüz okulundaki iri
talebeler genellikle ilk açıldığı yılda girdikleri için ilk mezuniyetle onlar
uçup gitmişlerdi, üçüncü mezunlar olan
bizler birbirimize yakın yaş aralığında idik. Ben içlerinde en küçüklerinden
idim. Evde boğuşmalarda en altta hep ben kalırdım. Beni kollayan rahmetli
babamın dayısı Veli dayının torunu bir iki yıl Kuran kurslarında okumuş Hacı
Osman (merhum) olmasaydı belki çok dayak da yerdim.
Derslerde ise en iyileri bendim. Buna rağmen bir yazılı imtihanda yanlış
yazmışım diye müdürün epey bir okşamadan sonra ensemin köküne indirdi balyoz
gibi yumrukla altıma kaçırmadan da edememiştim.
Asıl diyeceğim o ki, abim bir yıl gecikmeli olarak Diyarbakır İmam Hatip
okuluna yatılı gitmişti, ben de bir yıl sonra Develi İmam hatibine yazılmıştım.
O daha ilk yıl şubat tatiline döndüğünde köyde vaaz etmeye kalkmıştı. O her
şeyden anlıyordu. Benim aklım ise hiçbir şeye yetmiyordu. Üst üste dört yıl
okul birincisi ben olmuşum, resmim iftihar listesine asılmıştı. Bilgi
yarışmalarında sınıfımı ben temsil etmiş ve birincilik kazandırmıştım. Ama
münazaralara gelince ben orada hiç yoktum. Çünkü ben on bir yaşında iken
mahkeme kararıyla yaşlarını küçültmüş olan abilerimiz de aynı şekilde bizim
sınıftaydı. Benim zekam bilgileri öğrenmeye yetiyordu ama akıl ve muhakeme
başka şeydi. O da bana gelmek için belli ki sırasını bekliyor, belli ölçüde yaş
yaşamamı gerekli görüyordu. Akıl yaşta değil baştaydı ama aklı başa da şey
getirirdi. Ben bunu böylece yaşayarak öğrenmiştim.
Çocuklarınızı vaktinden evvel okula yazdırma konusunda acele ederken bir
daha düşünün derim.
Dua ile!
29.12.2015
GARİBCE
Sacit Türker: Her bir cümle ayrı, acı ama kaderi hikayelere/yaşanmışlıklara kapı aralıyor hocam. Serdekanımızın bir de bizim dönemde bir ağabeyi var idi. Fakültenin bilumum tesisat tamir işlerine bakar idi. Dervişane hâli ve tavrı ve dahi siması ile Ali Ulvi Kurucu beyi andırır idi....Selam ve hürmetle.
YanıtlaSil