Dün
25.04.2012 tarihi itibariyle İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde idik.
İslamî İlimlerde Yöntem Üzerine Konuşmalar üst başlıklı bir dizi konferansın
üçüncüsü İslam Hukukunda Yöntem Tartışmaları başlığını taşıyordu ve konuşmacı
bendim. Ne de olsa deplasmandır diye sevgili araştırma görevlilerimizi ve taze doktorumuzu da yanıma aldım. Doğrusu
bizi çok iyi karşıladılar, erikletme (!)den mükellef bir yemek ikramıyla işe başladılar.
Ondan sonra konuşturmaya geçtiler. Hansu başta olmak üzere bizim ile ilgilenen
hoca ve arkadaşlarımıza teşekkür ederim.
Artık bizim
yaştakiler belirli bir olgunluğa ulaşmış olmalılar. Aynaya baktığımızda
yüzümüzdeki yılların izi gerçi bunu bize söylüyorsa da başka vesilelerle bunu
görmek de iyi oluyor. Çünkü her gittiğim yerde saçları ağarmaya yüz tutmuş ve
hoca olmuş kimseler öğrencimiz olarak bizi istikbal ediyorlar, elimizi öpmeye
kalkışıyorlar ve bizi mahcup ediyorlar. Salonda hoca olarak benim talebem olmuş
kişiler de vardı. Haseki’de benim hocalığımı yapmış bir hocamız önde dinleyiciler
arasındaydı ve bizimle yakından ilgiliydi. Film oynatmadığımız için olmalı salon
dolu değildi, ama imtihan sonrası olması, daha da çok bu tür programlara bir
doygunluk hissinin genelde zâhir olması gibi mazeretlerimiz vardı.
Hasan-ı
Basrî konuşmasına başlamak için bir hatun kişinin gelmesini beklermiş. Bir
lokma ki fil için hazırlanmış, bir karınca onu nasıl hazmetsin… dermiş. Başka hiç
kimse olmasa bile benimle gelen üç kişi aslında benim saatlerce emeğime
değerdi. Kaldı ki gözleri ışıl ışıl parlayan gençlerimiz, az da olsa bizi
dinlemeye gelen hocalarımız vardı. Fıkıh alanından sözünü ettiğim hocam hariç
başka kimse yoktu.
Aslında
elimde bu iş hazırlamış olduğum on dört sayfalık bir metin vardı ve onun için epey
bir emek de harcamıştım. Bununla birlikte her zaman yaptığımı yaptım ve serbest
konuşma tarzında sunumumu sürdürdüm.
Usulün
oluşumu, furûa tekaddüm edip etmeyişi, tedvinindeki amacın ictihad faaliyetinin
tutarlılığını denetlemenin, insan zihnini doğruya yönlendirecek ilkeleri elde
etmenin ötesinde ne olduğu, ilkten anlamanın ya da yeniden anlamanın usulü
olarak tasarlanıp tasarlanmadığı gibi konulara değindim.
Şu anda
vardığımız yerin delillerin bizi getirdiği yer mi, yoksa esasen bizim varmak
istediğimiz yer mi olduğunu ayırt edebilmek için yaptığımız işlemlerin (fıkhın)
sağlamasını yapacak ve adına makâsıd denilen ilkelerin kıstaslığının
gerekliliği,
Tevhid
ilkesi gereği, tekvin ve teşrîin aynı elden kotarıldığına imanın bir sonucu
makine ve kullanma kılavuzu eşleşmesi gibi,
teşrî ile tekvin arasında da böyle bir tekâbuliyeti aramanın gerekliliği üzerinde durdum.
İstikrarla
birlikte usulün işlevinin artık mezhep içi tutarlılığı ve istikrarı korumak
olduğu bağlamında meşhur Kerhî’nin sözüne değindim ve iyi de yaptığını
söyledim. Ama aynı Kerhî’nin bugün yaşasaydı ne diyeceğini de merak ettiğimi
belirttim. Çünkü Kerhî’ye (ö. 340) kadar fıkıh ilahî menşe’li olmakla birlikte
beşerî bir sistem olarak oluşmuş ve yerleşmişti. Günümüzde ise o sistemi
oluşturan zemin ve alt yapı değişmişti. Alt yapı ile birlikte üst yapıların da
değişmesi kaçınılmaz idi.
İcmaın
İslam’ın anagövedisini oluşturucu ve koruyucu işlevine mukabil değişime direnç
gösterici yönüne değindim.
Bağlamından
koparılmış temel metinlerin kendimizce anlaşılmasının bizi ne gibi sonuçlara
götürebileceğini örnekler üzerinden anlatmaya çalıştım.
Usulün
günümüzde yeni bir inşaya imkân verip vermeyeceği konusunu tartıştım. Bir
benzetme ile durumumuzu anlatmaya çalıştım:
“Öyle ya vaktiyle biz büyük muhteşem bir konağa
sahiptik. Konak ihata duvarı ile çevrilmiş ve içeride avlusu var, yanı başında
kuyusu var, buz gibi içeceğimiz suyu var, kenarlarında mutfağı var, hazın damı
var, ambarları var, çevresinde ahırlar ve hayvan barınakları, ısdar
dokuduğumuz, tamirat yaptığımız atölye… her bir şeyi var. Bir iki kat da
oturacağımız, istirahat edeceğimiz içerisinde mutluluk devşirdiğimiz yuvamız
vardı. Kadınlarımız makkarr-ı nisvan tabir edilen avlusunda yunak yurlar, her
tür işlerini yaparlardı. Mahremiyet vardı,
çok rahattık, huzurluyduk… Ama bir gün yanımızda yükselen bir gökdelenle
karşı karşıya geldik ve bu gökdelenle birlikte artık bizim huzurumuz kaçmaya
başladı, mahremiyetimiz yok oldu, hatta adamlar tepeden tarassut etmenin
ötesinde ellerindeki aletlerle zumlayarak ta yakamızın açığından en mahrem
yerlerimizi gözetleyecek hale geldiler, Kuyumuzun yanı başına açtıkları
fosseptik çukurundan bizim kuyuya sızmalar başladı. O tatlı suyumuz tadını
kaybetti, içemez olduk.
İşte böyle bir duruma benziyor diye düşünüyorum
ben şu anda kendimizi ve bu durumda ne yapabiliriz konusunu tartışıyoruz, Evet
bu durumda ne yapalım.
İçimizden bazıları o gökdelenden bir daire de
biz kiralayalım, oraya taşınalım, bu iş toptan böyle çözülsün dediler ve bu
hala deniyor.
Bir kısmı da hayır burası bizim ata
yadigârımız, kendi öz vatanımız, yurdumuz, bakın her bir nimet ve imkânımız da
var diyor ve olanı biteni görmezden geliyor ama özümüze kadar, iliklerimize
kadar da bu rahatsızlığı bir şekilde hissediyoruz. Konağı tümüyle hangarlamayı
bile göze alarak problemin üstesinden gelme çabası içinde olanlar var;
kelebeğin kendi etrafına koza örmesi gibi.
Burada bizden kaynaklanmayan sebeplerle iş bu
hale gelince biz bunun içinden nasıl çıkarız? Bu hali koruyarak işi
götüremeyeceğimiz anlaşılıyor. Taşınarak bu işin hiç olmayacağı, açık; kimlik
sorunudur şudur budur. O zaman yeni bir inşa gerekli mi diye ciddi bir
soru gerekiyor. Özellikle hukukla ilgili olarak bizim mevcut birikimimizin
asırlar boyu ihtiyaçlarımızı harikulade bir şekilde karşılamış olan bu
birikimimizin bizden kaynaklanmayan sebeplerle artık bizim maksadımıza kafi
gelmediği, dolayısıyla yeni bir arayışın içerisine girmemiz gerektiği ortaya
çıktı, aşağı yukarı pek çok kişi bu fikre katılıyor diye düşünüyorum. Yani en
azından ben öyle düşünüyorum. Sonra biz bu inşayı elimizdeki mevcut
malzemelerle onları aynen kullanarak yapabilir miyiz? Yani bir enkazdan tabiri
caizse yeni bir inşa yapmamızın imkanı var mı? Yoksa başka bir şey mi olacak.
Hani hatırlayalım, fıkhın oluşumuyla ilgili bir söz vardı İbn Mesudlar ekmişti,
Alkameler sulamıştı, Nehaîler hasad etmiş, Hammadlar dövenini sürmüştü, Ebu Hanife öğütmüş, un etmiş, Ebu Yusuf hamurunu yoğurmuş, Muhammed de
pişirmiş ve böylece ekmek yapılmıştı. Nasıl böyle bir süreç yaşanmış ve bu sürecin
aşağı yukarı Ebu Hanife’nin ölümü 150 ve Ebu Hanife’nin geride bıraktığı
mirasın sistemleşip oturması, istikrarı sağlaması ta 340’larda vefat eden
Kerhî’lere kadar ancak gerçekleştiği dikkate alındığında bunun ha deyince
olmayacağı anlaşılıyor. Üç asırda ancak oluşmuş bir süreçten söz ediyoruz.
Haydi günümüzde iletişim, teknoloji şunlar bunlar ilerledi dolayısıyla bu
hızlandırılabilir diyelim ama ne kadar hızlandırılabilir ki. Dolayısıyla bizim
bu konuda çok ciddi anlamda zamana da ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Yani şu
anda bizim fıkıh namına ya da usul namına ortaya sunduğumuz düşüncelerin böyle
bir inşayı oluşturacak bir malzeme birikimine ya da teknoloji birikimine bizi
müheyya haline getireceğini de zannetmiyorum. Ama böyle bir ihtiyacın olduğunu
biliyorum ve bu ihtiyacın ancak yeni bir inşa ile de karşılanacağını görüyorum
ve bu anlamda ictihadın neliğinden çok daha önce fıkhın neliği gibi ciddi
sorunlar üzerinde çok daha öncelikli olarak durmamız gerektiğini düşünüyorum.”
……………
İki saat kadar süren bir etkinliğin son yarım saat
kadarı soru cevap ile geçmişti. Herkesin kapı pencere yaptığı bir akademik
program yerine her bir ferdin büyük bir freskin tek bir boncuğu üzerinde emek
veren büyük bir projenin bir parçası olduğu bir süreç temennisiyle katılımcıları
ve bize böyle bir imkânı sunanları kutluyorum.
Dua ile!
26.04.2012
Garibce
Metafor ustasi Mehmet Erdogan hocam! Agziniza saglik!
YanıtlaSil