Medya Vaizliği tabirini 2009’da Ankara’da
yapılan IV. Din Şûrası konuşmasında Başbakan ERDOĞAN kullanıyor:
“Halktan, halkın ihtiyaçlarından,
taleplerinden, güncel meselelerden kopuk bir bilim dili, halk arasında boşluk
doğuracaktır. Çünkü biz insanlara akıllarının alacağı dille hitap etmek
durumundayız. Bu boşluk da bugün ibretle şahit olduğumuz gibi medya vaizleri
tarafından doldurulacaktır, eğer biz boşluk bırakırsak.” diyor Sayın Başbakan
yaptığı açılış konuşmasında.
Necdet Subaşı da oturum başkanı sıfatıyla
yaptığı girişte şöyle diyor:
“Hiç kuşkusuz din dili çoğalıyor. Artık toplumda çok farklı aktörler hemen her gün hemen her vesile ile adeta inadına konuşuyor. Medya vaizleri aracılığı ile ya da başka kanallarda din alanı herkesin uzman olduğu, herkesin kolayca konuşabileceği bir noktaya doğru gidiyor. Oysa toplumun talepleri çok açık. Toplumun dini hayat içindeki evreni olağanüstü bir şekilde parçalanmış durumda. Bu eksikliği İlahiyatlardan, Diyanet İşleri Başkanlığından ve çok daha erken dönemlerde Kur’an Kurslarından, İmam Hatip Liselerinden tedarik edilen bilgiyle telafi etmek gerekiyor. Ancak bu beslenme koşullarının da çağın gerekleri içinde şekillenmesi gerekiyor.”
“Hiç kuşkusuz din dili çoğalıyor. Artık toplumda çok farklı aktörler hemen her gün hemen her vesile ile adeta inadına konuşuyor. Medya vaizleri aracılığı ile ya da başka kanallarda din alanı herkesin uzman olduğu, herkesin kolayca konuşabileceği bir noktaya doğru gidiyor. Oysa toplumun talepleri çok açık. Toplumun dini hayat içindeki evreni olağanüstü bir şekilde parçalanmış durumda. Bu eksikliği İlahiyatlardan, Diyanet İşleri Başkanlığından ve çok daha erken dönemlerde Kur’an Kurslarından, İmam Hatip Liselerinden tedarik edilen bilgiyle telafi etmek gerekiyor. Ancak bu beslenme koşullarının da çağın gerekleri içinde şekillenmesi gerekiyor.”
Doğrudur insanlar tababet ve diyanet konusunda -Başbakan
buna spor ve siyaseti de dahil etmiş- kendilerini tam uzman görmektedirler ve
her vesile ile bu gibi konularda ahkam kesmeyi bir marifet bilirler.
Eskiden medyanın olmadığı zamanlarda bu işi “Güney
Müftüleri” yaparlardı. Özellikle iş-gücün az olduğu güz günlerinde camilerin
güney duvarı hem dulda olur, hem de güneş alır. O yüzden insanlar oraya dizi
dizi oturur ve her türlü dini mesaili en ince teferruatına kadar hükme
bağlarlardı. Bu konuda kendisini yetkin gören ve çok konuşan kişilere “güney
müftüsü” tabir edilirdi.
Şimdi onların işi kesat. Yükselen değer medya
vaizliği… Her şeyi bilen, her şeyden anlayan, ağızları güzel laf yapan üstelik
bir o kadar da cafcaflı, secili adları olan bu adamlar işi götürüyorlar. Bir kesimi pamuk şeker dağıtılan çocuklar gibi
avuturken gerçek dini hayattan kovmaya sanki görevli gibiler.
Din, güzel ahlaktır, doğruluktur, dürüstlüktür,
imandır ve amel-i sâlihtir. Din insanın hayatında ancak ölçülü ve devamlı bir
surette var ise sağlıklı olur. Dindarlık zordur. Dindarlık hayat boyu bir
fedakârlığı gerekli kılar. Bizim medya vaizleri bu zor olanı değil, çocukların ellerine
pamuk şekeri verir gibi bir İslam ve dindarlık sunuyorlar. “Bir kez Lâ ilâhe
illalah dedin mi… Allah şöyle sevap verir böyle sevap verir!”[1]
kabilinden gerçek dindarlıkla ilgisi olmayan vaktiyle kussâsın, tarım
toplumunda güney müftülerinin yaptıkları türden şeyleri televizyon kanalları
vasıtasıyla hemen her eve boca ediyorlar ve bir çoklarını müşteri olarak
kazanırlarken birazcık aklı ve hikmeti olan büyük çoğunluğu ise itiyor, dinden
uzaklaştırıyorlar.
Eskiden biri
kürsüde vaaz ediyormuş. “Kim Bir kez Lâ ilâhe illalah dedi mi Allah onun
için bir kuş yaratır ki kanatlarının bir ucu garpta öbür ucu şarkta…” diye
anlatıyor, sözü her tüyü karşılığında şu kadar sevaba getirmeye çalışıyormuş.
Kürsünün altında imanı zayıf biri dayanamamış ve “Hoca hele uçur bakalım bu
kuşu nereye uçuracaksın!” demiş.
Hiç kimsede endaze yok. Herkes bol keseden
atıyor, her şeyi tedbire değil, tevekküle bağlayan, yanlış kader anlayışı
telkin eden, ölçüsüzlüğü kendilerine ölçü bilen bir eda ile malı götürüyorlar.
Medya kimin reytingi fazla olursa ona itibar
ediyor.
Garibce daha önceleri çağırdıkları zaman
gidiyordu. En çok da annesi hayatta iken
“Oğlumu televizyonda gördüm!” demesini bir tür saik olarak görüyordu. Ne dediği
hiç de önemli değildi. Önemli olan görünürlüktü. Asır görünürlük ve imaj asrı
idi. O kadar ki artık “görünüyorum öyle ise varım!” deniyordu.
Çağrılan programlar içinde ciddî olanlar da
oluyordu. Ama sonunda gördü ki hocaların konumu çoğu kez konu mankenliği gibi,
kendisi anlatacak anlatacak sonra hocaya dönecek ve “Öyle değil mi hocam!” diyecek.
O da “Tabi tabi, isabet buyurdunuz efendim!” diye tasdik edecek. Oh ne güzel.
Şimdi seneler oldu artık hiçbir talebe cevap
vermiyor. Bir defasında ısrar üzerine, “Siz buyurun, gelin odama, siz sorun biz
cevaplayalım” dedi. Olur dediler ve randevu aldılar. Sonunda da ne geldiler ne
de ettiler. Şimdi bu açıdan rahat. Ama Garibce şunu da gördü ki televizyonda
görünmekle isim etrafında ilgi uyanması ve konferans türü davetlerin artması ya
da azalması doğru orantıda gibi gözüküyor. Televizyonun çok etkili olduğu
anlaşılıyor. Hatta yapılan bir araştırmaya göre bir insanın bir günde bin dört yüz
bilgiye ulaştığı bunun tam yüzde kırkının televizyonlar kanalı ile olduğu,
sadece yüzde birinin ise örgün eğitim yoluyla elde edildiği belirtiliyor.
Bu rakamlar televizyonun vazgeçilmez olduğunu
gösteriyor. Ama medya, gerçek dine, sahih bir İslam anlayışına değil, kendi
meşrebi doğrultusunda ya da reytingi çok kavgacı, cazgır ya da bir üfürükle
uçurucu tiplere rağbet ediyor.
Bütün bunlara rağmen din yükselen değer olmaya
devam ediyor.
Emin Işık Hoca –selam olsun- “Eğer Mevlana
günümüzde yaşasaydı Mesnevi değil senaryo yazardı” derdi.
Sinemanın, televizyonun dilini yakalamak
gerekiyor.
Ama mesela bizim efe Osman Bektaş hoca, oyun
icabı yapılan nikahların, talakların, küfrün aynısıyla geçerli olduğunu
söylerdi.
Arkasında bir sürü problemle bu kapının
açılması ve insanların kahir ekseriyetine ulaşan bu yolun dinin yayılmasında ve
sevdirilmesinde de kullanılması gerekiyor. Eskiden hayatın yükünü taşıyan
Cariyeler için bir sürü ayrıcalıklı hükümler düzenleyen fukaha, bugünün
gerçekleri karşısında yeni kapılar aralamazlar mıydı acaba. Yoksa Osman Bektaş
merhum gibi “Bildiğim bildik, dediğim dedik, çaldığım düdük!” mü derlerdi.
Gerçekten hayat boşluk kabul etmiyor.
Siz doldurdunuz da hayat kabul etmedi mi?
İşimiz zor vesselam.
Dua ile!
18.12.2012
GARİBCE
[1]
Bir örnek: Peygamber
Efendimiz buyurdu: "Mi'rac gecesi gökte bir şehir gördüm. Nurdan idi. Bin
defa bu dünyadan büyüktü. Nurdan zincirler ile asılı idi. O şehrin yüz bin kapısı var idi. Hepsi de
nurdandı. Kapıların önünde bahçeler, bağlar, her bağda kasırlar, her kasırda da
yetmiş hücre vardı. Hepsi de nurdandı. Her hücrenin kapısının bir kanadı
altından bir kanadı da gümüşten idi. Önünde nurdan bir taht vardı. Her taht
üzerinde yetmiş döşek vardı. Her döşek ipekten ve üzerinde bir huri oturmakta.
Bu huriler nurdandı. Eğer bu hurilerden birisi serçe parmağını bu dünyadakilere
göstermiş olsa bütün dünyada ayın ve güneşin ışığı ve nuru belirsiz olurdu. Ben
dedim ki:-İlahi, bu ne azametli makamdır. Hangi peygamberindir. Hak Teala
(celle ve ala) buyurdu:- Bu makam sıdk ve ihlas ile bir kere La İlahe İllalah
diyen kullarımındır. Sonra buyurdu ki:-Kim ihlas ile La İlahe İllallah derse cennete
girer”.
100.000 kapı X en az üç kasır olsa x 70 hücre x70
döşek = 1.470.000.000 (yazı ile bir milyardörtyüzyetmişmilyon) huri
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder