“Bugün benim goğum günüm!”
Bu sözün Garibce’nin kulağında etkisi sıradan bir
sesin etkisi gibi değildir.
Berra’nın daha konuşmayı yeni yeni öğrendiği günlerde kendisi
için çok özel olarak gördüğü bir sevincin ifadesiydi bu.
Üç yaşında bir çocuk bir günün kendisine özgü olduğunu
ve o günün kendisi için bir neşe ve sevinç kaynağı olduğunu ne bilir?!
Şaşılacak bir şey olmalı.
İnanın artık çocuklar biliyor.
Vaktiyle bizim yaşamış olduğumuz kendi çocukluk
dönemimizde bir çocuk için sevinç ve mutluluk demek yorulasıya kadar oynamak,
sonra da yemeğin başında uyuyup kalmak demekti. Yahut bayram günlerinde yaşıt
çocuklarla ev ev dolaşıp şeker, çörek vb. toplamaktı. Para henüz pek yoktu. Harman
mevsimlerinde topladığımız yemliklerle bakkaldan şeker sucuğu ve bisküvi
almaktı.
Cıbıl derelerde çimmekti, toprakla oynamak, köye gelen
motorlu taşıtların arkasından koşmaktı…
Elbette bizim hayatımızda da özel günler vardı ama o
günler aynı zamanda herkesin özel günleriydi. Bayram günleri işte öyle idi.
Düğün vb. gibi ortak eğlence günleri gene öyle idi. Mahalle çocuklarıyla
birlikte oynanan fırın yandı, uzun eşek, çelik çomak, çaççı… gibi oyunlar da
oldukça eğlenceli idi.
Biz üç yaşında “goğum günü” ne demekse bilmezdik.
Biz üç yaşımızda böyle bir şeyi duymamıştık bile.
Biz onlu, yirmili, otuzlu yaşlarımızda da aynı şekilde
yola devam ettik. Doğum günü nedir bilmedik.
Ne zaman ki Berralar “Bugün benim goğum günüm!” demeye
başladı, daha önce bir türlü duymadığımız, duymak istemediğimiz, görmezden
geldiğimiz bu günü duymaya görmeye başladık.
Berraların –ki yakınlarımızda illa ki üç beş tane
Berralar, Kübralar, Ömerler, Aliler elbette vardı- doğum günü partilerine biz
de mecburen ve mecburiyetten katılmaya başladık. Gene istifimizi bozmadık,
sıradan bir yemek ve pasta gibiymiş gibi aldırış etmedik, bir şey söylemedik.
Gençler sözde kendi aralarında kutluyorlar gibi oluyordu. Ama bir iki derken
“Dede senin doğum günün ne zaman?” şeklinde yönelen sorulara muhatap olduk.
“Yok kızım/ oğlum, bizim öyle bir günümüz yok, sizin gününüz bize de yetiyor!”
falan dedik. Ama bu çocuklar bizi anlamadı. Biz de onları anlamada
zorlanıyorduk.
Kadınlar çok daha kolay biçimde adapte oluyorlardı.
Onlar açısından büyükler küçüklerin ve gençlerin coşkusuna katılmalı,
sevinçlerini paylaşmalıydı.
Yahu bu bela başımıza nereden çıktı, bu gidişle bu
alışkanlık tümüyle bizi sarmalına alacaktı. Bu modern tavırlar bizi ve
geleneksel yapımızı çözebilecek çok önemli bir yabancı adetiydi, Faruk Hoca’nın
tabiriyle “kültürel günah”tı. Bu sadece bir kutlama değil, ben merkezli bir
dünya inşasının işaret fişeği idi. Bu anlayış bireyi öne çıkaracak ve geleneksel
yapımız, aile büyüğü etrafında halelenen ve herkesin bayram ettiği günlerde
bayram eden, birlikte sevinilen, birlikte üzülünen geleneksel yapıyı bozacak, birliğimizi
tarumar edecekti. Yarın bayramda bile, bir araya gelmek için adam toplamak imkansız
hale gelecek, herkes ben’in arzusu doğrultusunda bir yerlere gidecek,
bayramlarımız tatile dönüşecekti.
Oldu da!
Kimin umurunda.
O yüzden ben ilmihali yazarken yılbaşı kutlamalarının
artık belli bir din ve kültürle alakasının kalmadığını, din ve dil ayrımı
olmaksızın bütün dünya milletlerinin kutlamakta olduğu bir fenomen halini
aldığını dolayısıyla bu ortak coşkuya –haram olmayan kutlama biçimleriyle
katılma halinde benim bunu makul görebileceğimi, ama doğum günü kutlamaları
gibi bireyselliği öne çıkaran, ben merkezli bir dünya görüşünü terviç eden bir
tavrı tasvip edemeyeceğimi söylemiştim.
Yani kendimce bu furyanın önünde direnmeye çalışıyordum. Aradan daha on sene bile geçmeden “Dede, bugün benim goğum günüm!” gibi, birinin arkasından diğerinin de geldiği ışıltılı gözlerle kendi sevincine katılmamı beklemesini gördükten ve bunlara karşı koymanın da imkansızlığını anladıktan sonra ne diyeceğimi bilemez oldum.
Yani kendimce bu furyanın önünde direnmeye çalışıyordum. Aradan daha on sene bile geçmeden “Dede, bugün benim goğum günüm!” gibi, birinin arkasından diğerinin de geldiği ışıltılı gözlerle kendi sevincine katılmamı beklemesini gördükten ve bunlara karşı koymanın da imkansızlığını anladıktan sonra ne diyeceğimi bilemez oldum.
Dün geç vakitte Garibce’nin yazısını neşretmek üzere
ekran başında iken bir kızımızla aramızda şöyle bir yazışma geçti:
Esmer Ay: Hocam doğum günü kutlama konusunda ne
düşünüyorsunuz? :)
Mehmet Erdoğan: Hayırdır,
benimkisi mi seninkisi mi, ona göre cevap değişir.
Esmer Ay: Kıymetli bir hocamın doğum günü..:)
Mehmet Erdoğan: Geçenlerde
kıymetli bir hocamın doğum günü olduğunu fark ettim. Latife olsun diye duvarına
"İyi ki doğdun hocam!" diye yazdım. Hocanın ciddiye alıp cevap
vermesine tepkimin ne olması gerektiğine hala karar veremedim!
Esmer Ay: :) Yani bana nasıl bir yol gösteriyorsunuz? Ne
tavsiye ediyorsunuz Hocam? Ben ciddi bir şekilde kutlasam o hocamın doğum
gününü ve o hocam beni ciddiye almasa ya da kızsa ben ne yapmalıyım?
Mehmet Erdoğan: Bu bize uymaz
diyorum ama bize rağmen giydiriyorlar. Sonra biz de bakıp “Olmuş mu ne!” diye
alışmaya çalışıyoruz.
Esmer Ay: Tamam hocam sosyal mesajınız tarafınızdan
tarafıma ulaştırılmıştır :) Çok teşekkür ederim. Allah razı olsun.
__oOo__
İkimiz de rol yapıyor, dolaylı bir dil kullanıyorduk.
Onun kimi kastettiğini ben biliyordum. Fakat kendisine ne cevap vereceğimi
bilemiyordum, ne demek istediğini anlamıyormuş gibi yapıyordum.
Bugün akşama kadar başta sayın Rektör olmak üzere
kaydımızın olduğu her yerden kutlama mesajları geldi.
Bir göz hastanesi bana çekap hediye etti. Gözlerim
iyiymiş, öğrenmiş olduk.
Yahu hala inanamıyorum. Bu o kadar önemli mi ki her
şeyi unutanlar bu günü kutlamayı unutmuyorlar.
Küreselleşme işte bu.
Bir seyl-i huruşan gibi önüne katıp sürükleniyordu
insanlık bir vakitler.
Şimdi ise baskın kültür bir silindir gibi üzerimizden
geçiyor ve hepimizi birbirimize Çinlilerin birbirlerine benzedikleri gibi
benzetiyor.
Bu benzerlik iyi mi oluyor, bilemiyorum.
Hz. Ömer, “İyyâküm ve ziyye’l-e’âcim!” dermiş. Acem
giyim kuşam modasına kendilerini kaptırmamaları konusunda Müslümanları uyarırmış.
Kaldı ki o zamanlar İslam yükselen bir değer olarak fetihlerle birlikte afakı
tutmaktaydı ve insanların Müslümanlardan etkilenmesi ihtimali giderek
artmaktaydı. Nitekim öyle de olmuş birkaç asır içinde İslam koskoca bir
medeniyet halini almış ve kendi potasında davranışları, örf adetleri,
kültürleri birbirlerine çok benzeyen bir beşerî coğrafyanın oluşmasını mümkün
kılmıştı.
Şimdi galiba tersi oluyordu.
Kendimiz kalarak değişmenin imkan ve sınırları zorlanıyordu.
Aslında doğum gününü biz de kutluyorduk. Ama hep
birlikte bir ümmetin doğumuydu kutlanan. Hz. Peygamber’in şahsında mevlidle, hep
birlikte yeniden can buluyor, yeniden doğuyorduk. Hele o ayağa kalkıp herkesin
birbirinin arkasını sıvazlaması var ya… kutlu bir el gibi doğumu müjdeliyordu.
O an hepimizin, inanç dünyasına bir tür yeniden doğumu demek oluyor, yeni bir başlangıca
milat teşkil ediyordu. Bunlar maşerî duyguları geliştiriyor, ortak değerler
içerisinde biz de birbirimize benziyorduk. Ama birbirimize benziyorduk. Hepimiz
topyekûn elin bilmem nesine benzemiyorduk.
Dinin hayatın dışına sürülmesiyle birlikte ortak
değerler de birer birer yok olmaya mahkum oldu. Artık coşkuyla okunan ve hep
birlikte katıldığımız mevlitlerimiz de yok.
Televizyon ise kesmiyor.
Ortak değerler gevşeyince ya da yok olunca insanları
bu kez motive eden kendi bireysel günleri olmaya başladı. Bu denli hızlı bir
biçimde yaygınlaşması elbette boşuna değil. Belli ki bir boşluğu dolduruyor.
Eee! Ne yapalım, kutlu olsun!
“Bugün benim goğum günüm!”
Senin ki de kutlu olsun!
06.05.2013
GARİBCE
herdogan38@.
YanıtlaSil'Seyl-u Huruşan' dediniz ya...İş bitti artık..Direnen saf dışı,uyumsuz ve de sen de ...deyip burun bükenler..Hakim kültürün mahkumları gibiyiz...
Ama itiraf edelim ki, anlatımınızdaki şiirsel akıcılık her geçen gün kulağa daha hoş gelirken,lisandan da suhûletle kayıp gitmektedir.
Oukanbilir metinler, takip edilebilir konular...Teşekkürler Garibce'mize...Ve de iyi ki 'doğdurulmuşsunuz/yarıtılmışsınız..' Yaratana hamd,merhum ebeveyninize rahmet, size de velüt çalışmalar için sıhhat ve afiyetle uzun ömürler dileriz...