13 Mart 2013 Çarşamba

Mekke’ye doğmadan, Yesrib Medine Olur mu?



Bekir Topaloğlu Hoca değerli bir hocamızdır. Emsalleri çok azdır. İlahiyat Talebelerine yaptığı üç tavsiyeyi Garibce olarak biz dört ayrı yazıda sizlere ulaştırmış olduk.
Siyer okumanın gerekliliği bağlamında başörtüsü örneği üzerinden anlatmış olduğu şey önemli idi.
Genelde bizde telakki doğrusal ilerlemeci biçimindedir. Yani din ve dinî kurumlar sıfırdan başlar ve sürekli ilerleme kaydeder ve sonra da “el-Yevme ekmeltü leküm dînekim” fahvasınca tamama ermiş olur, geriye bir daha dönülmeyecek şekilde hep ileriye gidilir. Bu yüzden de başlangıç ve büyüme dönemine ait ne varsa bir daha lazım olmayacağı mülahazasıyla hep atılır.
Oysa gerçek öyle değildir. Her yükselişin bir düşüşü, her uçmanın bir konuşu vardır.
Hz. Peygamber’in önderliğinde inşa edilmiş olan sahabe toplumu kendi zamansal süreci içinde sıfırdan başlayarak, aşamalı bir biçimde, tedric ilkesine uyarak kemale doğru ilerlemişler ve belli bir olgunluğa ulaşılmasıyla birlikte “din tamama ermiş”, Hz. Peygamber’in yaşayan bir insan olarak örnekliği sona ermiş ve yerini ilkesel ve kurumsal bir şahs-ı manevîye bırakmıştır.
Artık Müslüman toplumların İslamlaşması ve varlıklarını koruyarak sürdürmeleri, bu ilkesel ve kurumsal varoluşa bağlı olacaktır.
Ne var ki bütün dinlerin, kültür ve medeniyetlerin başına gelen evrensel tarih yasaları İslam’ın ve Müslüman toplumların, onların inşa etmiş oldukları kültür ve medeniyetlerin de başına gelecekti.
Bir medeniyet ve kültür olarak İslam yükseldiği gibi zayıf da düşebilecekti. Diğer medeniyetlerle olan yüzleşmesi ve hesaplaşması mutlak zaferle bitebileceği gibi yenilgi ile de bitebilecekti.
İslam dünyası da kendi içinde farklı oluşumlara ve düşüş ve çıkışlara sahne olabilmekteydi.
Türkler İslam sahnesine girmekle yükselişe geçmekte, bazı kavimler ise buna mukabil düşüşe geçmekte idiler. İslam coğrafyası geneli itibariyle hiçbir zaman yok olmadı, ancak güç ve cazibe merkezi her zaman için aynı kalmadı, sık sık yer ve el değiştirdi. Bir yerde sönmeye yüz tuttu ise, bir başka yerde parladı. Hiçbir zaman geçen asrın başlarında yaşandığı gibi, tüm İslam coğrafyasını saran zillet ve esaret, sömürüye açık hale gelme durumu yaşanmamıştı.
Türk illeri Sovyet Rusya’nın baskısı altında kalmıştı. Hindistan’da asırlar boyu süren hakimiyet, yerini esarete terk etmişti. Batı ülkeleri sömürgelerini alabildiğine genişletmişlerdi. İslam dünyasının hemen her yeri işgal altındaydı ve sömürü siyaseti her yerde baskın bir biçimde kendisini gösteriyordu. Türkiye, İran ve Afganistan gibi özgürlüğünü kaybetmemiş ülkeler istisna edilirse hemen tümüyle İslam dünyası –eğer öyle bir dünya var idiyse- işgal altındaydı.
Zamanla sömürü düzenleri çekildi ve yerlerini dikta rejimlere bıraktı. Şimdilerde ise hemen her yerde bahar rüzgarları esiyor ve İslam dünyası bir arayış içinde bulunuyor.
Bu gerçeklik bize gösterdi ki tarih hiçbir zaman doğrusal bir çizgi takip etmiyor, her zaman iniş ve çıkışlar oluyor. Kimi doğarken kimi de ölüyor.
İşte bu durum bitmiş ve son şeklini almış bir İslam anlayışı yerine dinamik ve bir süreç halinde olan bir İslam anlayışını kabul etmemizi zorunlu kılıyor.
Hem toplum bazında hem de fert açısından İslam bir anda hayat bulmuyor.
Medine döneminin inşası için on üç yıllık bir Mekke döneminin çile ve ıstırabının çekilmesi, acılar, zorluklar içinde kişiliklerin oluşması, gerekiyor.
Geçenlerde Kahire Üniversitesi, İslam Felsefesi Bölüm Başkanı ve Dinler Tarihçisi Prof. Dr. Muhammed Şarkawi (Muhammad Sharkawi),
Fakültemizde Dinler Tarihi ile ilgili bir konferans vermişti. Daha sonra özel sohbet sırasında Mısır’ı anlatmıştı. “Biz, diyordu, diktatörlükten özlediğimiz sisteme geçişi, bir düğmeye basınca hallolacak şekilde kolay zannediyorduk. Meğer öyle değilmiş, anladık…”
Elbette öyle değil. Hiçbir zaman da öyle olmadı. “Hz. Peygamber geldi ve bıçak kesiği gibi her şey bir anda değişti ve yeni bir dönem başladı” dememiz mümkün müdür? Bir dönüm noktası olarak Hicret’in kabul edilmesi ve daha sonra gelenler (Hz. Ömer) tarafından da bu olayın en önemli olay olarak takvime başlangıç noktası kılınması tesadüfi değildir.
Cahiliye dönemi diyoruz ve Hz. Peygamber’in risaletinden önceki dönemi kastediyoruz. Fakat biz daha derinlemesine düşündüğümüzde cahiliyenin esasen bir zihniyet olduğunu ve bugün de aynı şekilde -Arif Nihat Asya’nın da dediği gibi- kıtalar gezdiğini görüyoruz.
Biz dünyadan nereye göçelim ya Muhammed?
Yeryüzünde riya, inkar, hıyanet altın devrini yaşıyor...
Diller, sayfalar, satırlar (Ebu Leheb öldü) diyorlar:
Ebu Leheb ölmedi, ya Muhammed;
Ebu Cehil, kıtalar dolaşıyor!

İmdi hal böyle iken karşımıza aldığımız bir insanı ya da bir toplumu, Mekke dönemini yaşamadan, o dönemin acı ve ıstıraplarını görmeden, sancılarını çekmeden bir Medine toplumu gibi görmek ve Medine toplumu için biçilmiş olan gömleği aynısıyla onlara giydirmeye çalışmak, esas itibariyle İslam’ı ademe mahkum etmek ve bunların İslamlaşmasını adem-i imkana talik etmek değil midir?
Düşünecek ve öğrenecek çok şeyimiz var!
Bu vesile ile ufkumuzu açan hocalarımıza minnet borcumuz var. İyi ki varlar.
Dua ile!
GARİBCE

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...