Bekir
Topaloğlu Hoca değerli bir hocamızdır. Emsalleri çok azdır. İlahiyat
Talebelerine yaptığı üç tavsiyeyi Garibce olarak biz dört ayrı yazıda sizlere ulaştırmış
olduk.
Siyer
okumanın gerekliliği bağlamında başörtüsü örneği üzerinden anlatmış olduğu şey
önemli idi.
Genelde
bizde telakki doğrusal ilerlemeci biçimindedir. Yani din ve dinî kurumlar
sıfırdan başlar ve sürekli ilerleme kaydeder ve sonra da “el-Yevme ekmeltü
leküm dînekim” fahvasınca tamama ermiş olur, geriye bir daha dönülmeyecek
şekilde hep ileriye gidilir. Bu yüzden de başlangıç ve büyüme dönemine ait ne
varsa bir daha lazım olmayacağı mülahazasıyla hep atılır.
Oysa
gerçek öyle değildir. Her yükselişin bir düşüşü, her uçmanın bir konuşu vardır.
Hz.
Peygamber’in önderliğinde inşa edilmiş olan sahabe toplumu kendi zamansal
süreci içinde sıfırdan başlayarak, aşamalı bir biçimde, tedric ilkesine uyarak
kemale doğru ilerlemişler ve belli bir olgunluğa ulaşılmasıyla birlikte “din
tamama ermiş”, Hz. Peygamber’in yaşayan bir insan olarak örnekliği sona ermiş
ve yerini ilkesel ve kurumsal bir şahs-ı manevîye bırakmıştır.
Artık
Müslüman toplumların İslamlaşması ve varlıklarını koruyarak sürdürmeleri, bu
ilkesel ve kurumsal varoluşa bağlı olacaktır.
Ne
var ki bütün dinlerin, kültür ve medeniyetlerin başına gelen evrensel tarih
yasaları İslam’ın ve Müslüman toplumların, onların inşa etmiş oldukları kültür
ve medeniyetlerin de başına gelecekti.
Bir
medeniyet ve kültür olarak İslam yükseldiği gibi zayıf da düşebilecekti. Diğer
medeniyetlerle olan yüzleşmesi ve hesaplaşması mutlak zaferle bitebileceği gibi
yenilgi ile de bitebilecekti.
İslam
dünyası da kendi içinde farklı oluşumlara ve düşüş ve çıkışlara sahne
olabilmekteydi.
Türkler
İslam sahnesine girmekle yükselişe geçmekte, bazı kavimler ise buna mukabil düşüşe
geçmekte idiler. İslam coğrafyası geneli itibariyle hiçbir zaman yok olmadı,
ancak güç ve cazibe merkezi her zaman için aynı kalmadı, sık sık yer ve el
değiştirdi. Bir yerde sönmeye yüz tuttu ise, bir başka yerde parladı. Hiçbir zaman
geçen asrın başlarında yaşandığı gibi, tüm İslam coğrafyasını saran zillet ve
esaret, sömürüye açık hale gelme durumu yaşanmamıştı.
Türk
illeri Sovyet Rusya’nın baskısı altında kalmıştı. Hindistan’da asırlar boyu
süren hakimiyet, yerini esarete terk etmişti. Batı ülkeleri sömürgelerini
alabildiğine genişletmişlerdi. İslam dünyasının hemen her yeri işgal altındaydı
ve sömürü siyaseti her yerde baskın bir biçimde kendisini gösteriyordu.
Türkiye, İran ve Afganistan gibi özgürlüğünü kaybetmemiş ülkeler istisna
edilirse hemen tümüyle İslam dünyası –eğer öyle bir dünya var idiyse- işgal
altındaydı.
Zamanla
sömürü düzenleri çekildi ve yerlerini dikta rejimlere bıraktı. Şimdilerde ise
hemen her yerde bahar rüzgarları esiyor ve İslam dünyası bir arayış içinde bulunuyor.
Bu
gerçeklik bize gösterdi ki tarih hiçbir zaman doğrusal bir çizgi takip etmiyor,
her zaman iniş ve çıkışlar oluyor. Kimi doğarken kimi de ölüyor.
İşte
bu durum bitmiş ve son şeklini almış bir İslam anlayışı yerine dinamik ve bir
süreç halinde olan bir İslam anlayışını kabul etmemizi zorunlu kılıyor.
Hem
toplum bazında hem de fert açısından İslam bir anda hayat bulmuyor.
Medine
döneminin inşası için on üç yıllık bir Mekke döneminin çile ve ıstırabının
çekilmesi, acılar, zorluklar içinde kişiliklerin oluşması, gerekiyor.
Geçenlerde Kahire Üniversitesi, İslam Felsefesi Bölüm Başkanı ve Dinler Tarihçisi Prof. Dr. Muhammed Şarkawi (Muhammad Sharkawi), Fakültemizde Dinler Tarihi ile ilgili bir konferans vermişti. Daha sonra özel sohbet sırasında Mısır’ı anlatmıştı. “Biz, diyordu, diktatörlükten özlediğimiz sisteme geçişi, bir düğmeye basınca hallolacak şekilde kolay zannediyorduk. Meğer öyle değilmiş, anladık…”
Geçenlerde Kahire Üniversitesi, İslam Felsefesi Bölüm Başkanı ve Dinler Tarihçisi Prof. Dr. Muhammed Şarkawi (Muhammad Sharkawi), Fakültemizde Dinler Tarihi ile ilgili bir konferans vermişti. Daha sonra özel sohbet sırasında Mısır’ı anlatmıştı. “Biz, diyordu, diktatörlükten özlediğimiz sisteme geçişi, bir düğmeye basınca hallolacak şekilde kolay zannediyorduk. Meğer öyle değilmiş, anladık…”
Elbette
öyle değil. Hiçbir zaman da öyle olmadı. “Hz. Peygamber geldi ve bıçak kesiği
gibi her şey bir anda değişti ve yeni bir dönem başladı” dememiz mümkün müdür? Bir
dönüm noktası olarak Hicret’in kabul edilmesi ve daha sonra gelenler (Hz. Ömer)
tarafından da bu olayın en önemli olay olarak takvime başlangıç noktası
kılınması tesadüfi değildir.
Cahiliye
dönemi diyoruz ve Hz. Peygamber’in risaletinden önceki dönemi kastediyoruz.
Fakat biz daha derinlemesine düşündüğümüzde cahiliyenin esasen bir zihniyet
olduğunu ve bugün de aynı şekilde -Arif Nihat Asya’nın da dediği gibi- kıtalar
gezdiğini görüyoruz.
Biz dünyadan nereye göçelim ya Muhammed?
Yeryüzünde riya, inkar, hıyanet altın devrini
yaşıyor...
Diller, sayfalar, satırlar (Ebu Leheb öldü)
diyorlar:
Ebu Leheb ölmedi, ya Muhammed;
Ebu Cehil, kıtalar dolaşıyor!
İmdi
hal böyle iken karşımıza aldığımız bir insanı ya da bir toplumu, Mekke dönemini
yaşamadan, o dönemin acı ve ıstıraplarını görmeden, sancılarını çekmeden bir
Medine toplumu gibi görmek ve Medine toplumu için biçilmiş olan gömleği
aynısıyla onlara giydirmeye çalışmak, esas itibariyle İslam’ı ademe mahkum
etmek ve bunların İslamlaşmasını adem-i imkana talik etmek değil midir?
Düşünecek
ve öğrenecek çok şeyimiz var!
Bu
vesile ile ufkumuzu açan hocalarımıza minnet borcumuz var. İyi ki varlar.
Dua
ile!
GARİBCE
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder