Dünkü konferansımızın başlığı “Geleneği olmayan din olur mu? Din, Şeriat ve Fıkıh” idi.
Peki, nelerden bahsettik? Garibce’den özet beklentileri var. Bir fikir vermesi amacıyla bu doğrultuda kısa bir metin kaleme almayı uygun bulduk.
İnsanlığın özünde meknuz ve mündemic bulunan değerlerin ete kemiğe bürünüp görünür kılınması lazımdır. Bu değerler fıtrî özelliklerdir. Fıtratallah’tır, Zâlike ed-Dîn’ül-kayyim işte gerçek din budur.
Fakat bu nasıl dışa vuracak. Söz gelimi herkes anne babasına saygı duymayı bir din, dinin bir gereği bilir. Ama bu saygı hangi formlar içinde yerine getirilir. Örnek olarak Amerika’da bir yerli kabilesinde kişi kendi öz anne babasını henüz hasta düşüp ölmeden öldürürlermiş, çünkü nasıl ölürlerle öyle dirileceklerine ve öbür hayatlarını hep öyle geçireceklerine inanırlarmış. Bu yüzdende anne babasına olan sevgi ve şefkatinin bir eseri olarak onları henüz elleri ayakları tutuyorken öldürürlermiş. Mahza sevgiden, mahza saygıdan bunu yaparlarmış.
İşte bu kabilden insan özünde meknuz bulunan diyanî duyguların nasıl dışa vurulması gerektiğini, hangi şekiller içinde ifa edilmesinin lazım geldiğini bize şeriatlar gösteriyor. Bu haliyle şeriatlar, dinin ete kemiğe bürünüp ahkâm (şerâi’ = belirli şekiller içinde ifası gerekli olan düzenlemeler, ritüeller) olarak görünüyor.
Biz mahşerde tam kemal yaşında (33 yaşı) diriltileceğimize inanıyoruz. O yüzden anne ve baba sevgimiz, onlara olan saygımız bizi onları henüz elleri ayakları tutarken öldürme gibi bir erdemli(!) davranışa itmiyor, onlara öf bile demememizi gerektiriyor ve huzuru huzur evlerinde değil, gerçek huzuru buldukları ortamda geçirebilmeleri ve yaşlılıklarını saygı görerek yaşamalarını gerektirecek bir davranış içine girmemizi lazım kılıyor.
İyiliğe, ihsana ve lütfa mukabil bir teşekkür borcunun gerekli olduğunu içimizde meknuz değerlerden, fıtrî duygulardan biliyoruz. Ama sözgelimi Allah’ın bize bunca lütuf ve ihsanına karşı ona nasıl teşekkür edeceğimizi Musa’nın çobanı örneğinde olduğu gibi kendi aklımızca, kendi keyfimizce belirleyerek mi yapacağız.
Onun aklı ona yetiyordu ve Allah’ı bir köleye nispetle efendi gibi tasavvur ediyordu ve “Ah Efendim, neredesin, seni bir görebilsem, sana bir erebilsem, eline suyunu döksem, ayaklarını ılık su ile oğalasam, saçlarını tarasam, bitlerini ayıklasam…” diye yalvarıp yakarıyordu.
Yüce Allah, insanlar, çobansız koyunların her birinin alıp başını kendi yoluna koyulup da kurda kuşa yem olmaması için dini bedenlendirdi, herkesin aynı şekilde takip edeceği bir yol, bir şeriat kıldı. (Şir’a ve minhâc)
Bunu insanların kendi içlerinden seçtiği birinin örnekliği üzerinden gerçekleştirdi. Şeriat nasıl ki dinin bedenlenmesi ise, peygamber de şeriatın bedenlenmesi oldu; hem kendisine şeriat olarak buyurulanı duyurdu, hem öğretti, hem açıkladı hem de uyguladı (Dört T: Tebliğ, talîm, tebyîn ve tatbik).
Bu haliyle o yaşayan Kur’an oldu. O artık insanlığın ufkunda, inzal (vahiy) yoluyla insanlık dünyasına mal edilen değerler dizisinin kendisinde somutlaştığı bir rol model, bir nümune-i imtisal (üsve-i hasene) idi.
Ebu Bekirler, Ömerler, Osmanlar, Aliler, dini o örneklikten tevarüs ettiler ve ardıllık yoluyla onun çizgisini sürdürdüler. Yaşları küçük sahabîler aynı şekilde büyük sahabîlerden tevarüs ettiler. Bir sonraki nesil, bir önceki neslin içine doğmanın tabii bir sonucu olarak, onlardan gördüklerini, kendi benliklerine ve hayatlarına taşıdılar. Bu nesiller boyu hep böyle devam etti.
Bir taraftan fetihler başlamış ve yeni merkezler oluşmuştu. Hz. Peygamber’in örnekliğini tevarüs etmiş olan nesiller bu yeni merkezlerde kendi birikimleri ile birlikte temerküz ettiler. Her bir merkezde farklı da olsa büyük çaplı birikimler oluştu. Sonra bu merkezler hac ve ilim yolculukları (rıhle fî talebi’l-ilm) gibi yollarla birleşik kaplar mesabesine dönüştü. Artık her ilim havzası bir diğerinin birikimine muttali bir hale geldi. Bu rıhleler, arıların bir çiçekten öbür çiçeğe dolaşması gibi ilmin aşılanması sonucunu doğurdu. Bu aşamada kendisini bu işe adayan Allah adamları elinde mevcut birikimler imbikten geçirildi ve ayıklandı. Tedvin ve tasnifler yapıldı. Yöntemler geliştirildi. Her şey tabii mecrasına çekildi. Zaman içinde her şey duruldu ve suyun yatağında derinden derinden sessizce akması gibi istikrar buldu. Böylece Hz. Peygamber’in örnekliğinde tecessüm eden şeriatın geleneği de oluşturulmuş oldu.
Şöyle bir örnek verelim: İndirilen Kur’an ile gök yarıldı, ilahî rahmet bir menba gibi Ümmü’l-kurâ’dan fışkırdı. Orada 23 yıl boyunca birikti. Hz. Peygamber’in vefatı ve ardından fetihlerle birlikte bu birikim çeşitli merkezlere aktı. Peygamberlerin varisleri konumunda olan ulema elinde bu merkezlere doluşan ilim havuzları rafine edildi, birbirlerine açılan kanallarla bağlandı ve tevhid edildi. Ardıllık yoluyla tevarüs edilen bu değerler dizisi, gene aynı şekilde ardıllık yoluyla insanlığın geleceğine doğru akmaya başlayan hayat ırmakları oldu. Asırlar boyu sessizce aktı. Çünkü istikrar bulmuştu. Durgun gözüküyordu, fakat akıyordu. O yüzden de etrafa zararı olmuyordu ama içinde yaşayanlara hayat sunuyordu. Bugün bizim için de aynı şekilde bu dinin hayat sunabilmesi için bu geleneğin kesintisiz olarak bizim zamanımıza da ve bizden sonrakilerin çağlarına da akıtılması gerekiyor.
Suyun tabii mecrasında akıtılması, onun doğasının bir gereğidir. Su işte o zaman hayattır. Ama su tabii mecrasını bir kaybederse önüne gelen her bir yeri istila eder, tarım alanlarını batırır, evlere barklara dolar, her yer çamur deryasına döner ve hayata sebep olması lazım gelen aynı su yüzünden hayat diye bir şey kalmaz.
Şimdilerde birileri çıkıyor ve bu geleneği yok sayarak Kur’an’ın kendisine geldiğini iddia ediyor. Bunu, sözü ile söylemesi gerekmiyor. Geleneği yok sayarak “Kur’an’dan ben bunu anlıyorum” demesi bu anlama geliyor. Sözün bağlamı nedir, mâ sîka leh’i yani hangi saikle sevkedilmiştir gibi sorular onu hiç mi hiç ilgilendirmiyor. “Aklıma bir fikir geldi, onun ayetini arıyorum” mantığı tavırlara hakim oluyor. Çoğu kez esastan kabulü asla mümkün olmayacak nice modern algılar, mevcut olgular Kur’an’a giydirilmeye çalışılıyor. Okuduğu ayet belki de ayettir, doğrudur, Ama Hz. Ali’nin Hariciler için dediği gibi “Kelimetü hak üride bihâ’l-bâtıl” söz hak söz ama ne var ki bâtıla âlet ediliyor. Herkesin tam keyfine göre hoca aradığı bir ortamda bu tavır, şöhrete ve ardından paraya da tahvil edilebiliyor.
Şimdi bir iki örnek de verelim:
“Salat”ın gelenek içinde tevarüs edilegelen bir anlamı ve bir uygulaması var. Siz bu geleneği yok sayarak ona sözlük anlamını vermek üzere lügate bakar ve “Aaa! Salât demek bak dua ve niyaz demekmiş, tam da bana göre, çok bir zamandır aradığım bir mana!” tavrıyla ona “belli vakitlerde, belirli şart ve rükünleri olan… bir ibadet” anlamı vermez ve keyfe keder bir anlam yüklemeye kalkışırsanız, herkes de sizin yaptığınızın bir benzerini yapmaya kalkışırsa işte o zaman bu din mecrasından çıkmış ve önüne gelen her düz ve kuytu yeri istila eder bir hal almış olur. Elimizde ne namaz kalır, ne oruç, ne hac, ne zekat, ne nikâh ne de dinin kendinde bedenlenmiş olduğu bir başka kurum.
Namazımız en hayranlık uyandırıcı bir yorumla zikr-i dâim olur, orucumuz verilen ahdi tutmak olur, hac ziyaret. Madem öyle idi de yıllardır biz “Kabe Arabın olsun!” diyene neden haksızlık ettik.
Evet. Sünnet, Kur’an-ı içkin olan bir kurumdur. İcma da İslam’ın ana gövdesini oluşturmayı ve ileriye doğru koruyarak geleceğe taşımayı amaçlayan bir işlevselliğe sahiptir.
Siz bu geleneği, bu gün keyfinize göre davranmanıza imkân vermiyor diye yok sayarsanız, İslam dini olarak elinizde din kalmaz ki, yorumculuğun keyfini çıkarasınız.
Ama inşa edeceğiniz kendi dininizin peygamberi olarak kendinize yeni bir rol biçmiş iseniz o zaman kimsenin size diyeceği olmaz. Karşınıza yeni Ebu Cehiller çıkabilir. Ama onları aşar ve kendi müminlerinizi oluşturur, yeni bir ümmet olarak sahnede yer alabilirseniz ve de risaletinizi onaylayacak ve ümmetinize muzahir olacak yeni bir Rab bulursanız eyvallah!
O zaman bize de kelamcılarımıza, “Yahu bir daha sayın hele, şu yetmiş küsurluk kontenjanda şu bizimkilere de yer ayarılmış mı!” diye sormak düşer.
Allah’ım cümlemize hidayet eyle!
Hidayette daim eyle!
29.11.2012
GARİBCE
Katılımcılara teşekkürler
YanıtlaSilCömertlikte sanki bir deniz Garibce
Yakınlarına saçar inci eh kendince
Hem uzaklara gönderir bulutlar
Taki yağmura dönsün umutlar
Garibce'ye haller olmuş meğer
YanıtlaSilKendi göbeğini kendi keser