17 Aralık 2012 Pazartesi

IV. Din Şurası Ardından Bazı Değerlendirmeler II



Efendim, şuramız yapılmış, yıllar olmuş. Ama biz, Mehter Takımının Fatih’in fetih askerlerinin cennete girmesinden seneler sonra kapıyı çalıp da açın kapıyı biz geldik demeleri gibi arkaya kaldık. Ne yapalım, elimize yeni geçti. Hem o zaman Garibce mi vardı?
IV. Din Şurası Tebliğ ve Müzakereleri (12-16 Ekim 2009 Ankara), I-II cilt, Ankara 2009

Arka kapağında “Tanıtım nüshasıdır. Para ile satılmaz.” yazıyor. Bize de Afyon’daki İstişare Toplantısı münasebetiyle takdim etmişlerdi.
133 üye ve ayrıca davetlilerle 282 katılımcıyla gerçekleştirilen IV. Din Şûrası’nın amacı şöyle belirlenmiş:
“Bilimsel yeterlilikleri ve dini hizmetleriyle tanınmış  olan bilim ve din adamlarının katılımıyla Diyanet İşleri Başkanlığı’nca yürütülen hizmetlerin bir değerlendirilmesini yapmak, hizmetlerin geliştirilmesi ve önümüzdeki beş yıla ışık tutması konusunda görüş oluşturmak, din hizmetiyle dini bilgiyi birleştirmek, toplumumuzun huzur ve  refahına kurumsal olarak katkı sağlamak düşüncesiyle elde edilen veri ve öneriler doğrultusunda toplumsal sorunlara ilişkin yeni perspektif, hedef ve hizmet politikalarının oluşturulmasıdır.” (I, 17)
Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, Diyanet İşleri Başkanı olarak açılış konuşması yapıyor.
Garibce bu konuşmadan şu cümleleri sizlerle paylaşmak istiyor:
“Din ve devlet arasında karşılıklılık esasına dayanan bir bağ vardır. Dinin getirdiği kuşatıcı davet ancak bir toplumsal zeminde anlam kazanabildiği gibi, toplum da tek tek bireyleri üzerinden sürdürdüğü ortak ideallerini din aracılığı ile temellendirip bir sonuca bağlama şansına kavuşur.” (I, 23)
………….
“(Din ve toplum arasındaki asırlar boyu devam eden gerilim) Laiklik diye bildiğimiz  bir uzlaşı dilinin doğmasına ve kurumsallaşmasına yol açmıştır.”
………….
“Bu çağın önümüze çıkardığı sorunlar karşısında dinin, aidiyetimizi besleyen bir referans alanı olarak bugün bize ne gibi alanlar açtığı, sorunlarımızın çözümü noktasında ne gibi önerilere sahip olduğu konusunda çok derin okumalara, çok derin analizlere ihtiyacımız vardır.” (I, 27)
……………
“Zamanın ruhunu anlamak, dini yorumlarken, şimdiki zamanın yani gerçek zamanın ruhunu yakalamak zorundayız. Geleneğin bugün bize sunduğu miras hiç kuşkusuz yüksek bir değer taşımaktadır. Ancak bu mirasın yetkin bir şekilde işlenmesi, yani geleneğin sürekli güncellenmesi, şimdiki zamanın ruhuyla geçmiş zamanların tecrübe ve mirasının buluşturulması gerekmektedir. Esasen geleneği dışarıda bırakan, ihmal eden ya da reddeden yaklaşımlar kadar bu günün gerçekliğine takılıp kalan, fiili durumun etkilerine fazlasıyla açık yaklaşımları da sorunlu buluyoruz. (I, 27)”
Evet, konuşmadan benim altını çizmek istediğim cümleler bunlardır.
Başkan, bu konuşmasında bizce de gelenek ile gelecek arasında isabetli bir denge kurmuştur.
Bir tarafta olmak ister ifrat olsun ister tefrit her zaman için kolaydır ve herkesin yapabileceği bir şeydir. Ama dengeli, itidalli olmak ve hele bu denge halini sürdürmek gerçekten çok zordur.
Bizde kimileri geleneğe o kadar sarılıyorlar ki içinde boğulup gidiyorlar, üstelik kendilerini kaptırdıkları girdaba başkalarını da birlikte çekmeye çalışıyorlar.
Bir kesim de var ki tamamen köksüz, hiçbir geleneğe dayanmıyor. Gelenek onlar için bir an evvel kurtulunması gereken bir tür bukağı gibi görülüyor.  Ne sünnet tanıyorlar ne icma, ne de dinin tarihini. Kimileri çıkıyor ve Kur’an’ın kendisine indiğini sanıyor, ondan sonra da ahkam kesiyor. Hz. Peygamber’in açıklamasını ve nüzul ortamının belirleyici verilerini ve tevarüs edilegelen uygulamayı kale almayan bu aklı evveller kendi açıklamalarını esas almamızı bizden bekliyorlar.
Ve önemle vurgulanması gereken bir başka tespit de din ve devlet, belki daha doğru bir ifade ile toplum arasında karşılıklılık esasına dayalı bir bağın olmasıdır. Dinin getirdiği kuşatıcı davet ancak bir toplumsal zeminde anlam kazanabilecektir. Toplum ve onların içinde bulunduğu hayatın gerçeklikleri göz ardı edilerek hiçbir din hayatiyet bulamaz, ilelebet asla yaşayamaz. Belki tarihî değeri itibariyle müzelerde kendisine yer bulabilir; ama hayatta asla. Hayat, doğası itibariyle akar gider. Ona eş olarak ayak uyduramayana ise asla acımaz, onu beklemez, anında terk eder.
Hayat, durdurulamaz; ama pekâlâ ona yön verilebilir ve belirli bir mecraya kanalize edilebilir. Karşılıklılık ancak bu şekilde olabilir. Dinin hayatın karşısına dikilerek onu engellemeye yahut yokuşa sürmeye çabalaması, tek telime ile kendisinin hayatın dışına itilmesini önceden kabul etmesi demektir.
Kendimizi sele kaptırmış bir kütük gibi de göremeyiz. Böyle bir anlayış da insana ve insana inmiş olan dine hakaret olur, her ikisinin de değerini takdir edememek, kıymetini bilememek olur.
Çağdaşlık adıyla bize dayatılan her türlü modern durumu din olarak İslam’a giydirmeye kalkışmak ve her bir şeyin en âlâsının zaten İslam’da olduğunu söylemek ve insanın fıtratına da asla uymayacak olan algıların bir şekilde meşruiyetini savunmak da aynı şekilde başka bir uçta yer almaktır.
Oysa bize lazım olan dengedir.
Zor da olsa denge arayışını sürdürmek gereği vardır.
Elbette değişim; ama istikrar içinde değişim. Biz, biz kalarak değişim. Değiştik derken bambaşka biri olduysak ona zaten değişim denmez, o başkalaşım olur.
Biz yedisinde ne isek yetmişinde de o olmak istiyoruz.
Ama yedisinde yediğimiz, giydiğimiz şeyleri aynısıyla yetmişinde de yemek ve giymek istemiyoruz.
Kimse bizden bunu beklemesin.
Zira bu hal, muhal.
Dua ile!

17.12.2012
GARİBCE

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...