6 Mayıs 2025 Salı

İSTİKAMETTEN SAPMALAR

 

İBADÂT VE MUÂMELÂTTA İSTİKAMETTEN SAPMALAR

Prof. Dr. Mehmet ERDOĞAN*

Allah Teâlâ kādir-i mutlak olduğu kadar Hakîm de olan Allah Hâdî’dir de. Allah, halifesi kıldığı insana özel inayette bulunmuş ve ona ayrıcalıklı bir biçimde hidayet etmiştir. Bu hidayeti iki düzlemde olmuştur: Birincisi ve aslolanı halk/ tekvin (yaratma) aşamasında fıtratını yatkın kılması ile, ikinci düzlemde de bu yatkınlığını yetkinliğe çevirmeyi sağlamak üzere, bir hayat boyu istikāmet üzere sürdüreceği tekâmül yolculuğunda ona ışık tutmakla.

Rahman ve Rahîm olan Hakîm Allah insanın ihtiyaç duyacağı her türlü donanımı halk esnasında özüne yerleştirmiş, dış dünyadan tedarikine ihtiyaç duyacağı her şeyi de henüz insanlığı var etmeden onun için hazır ve emre amade hale getirmiştir (teshîr[1]).

Hem halk düzleminde fıtratın/ yatkınlığın oluşmasında -ki buna tekvin diyoruz- hem de hayatının her aşamasında ihtiyaç duyacağı ışığı teminde -ki buna da teşrî‘ diyoruz- nihaî amacı, bu iki inayetin birbiri ile örtüştürülerek insanın “ibtidaî kemalden nihaî kemale” erişmesini ve bu haliyle halife olarak yeryüzüne vaziyet etmesini amaçlamaktır.

Bunun için teşrî‘de vaz edilen ahkâmdan gözetilen amaçlara makāsıd (makāsıdu’ş-şerî‘a/ el-makāsıd eş-şer‘iyye) diyoruz.

Burada iki farklı yön ortaya çıkmaktadır. Birincisi Şâri-‘i Hakîm’in ahkâmı vaz‘ındaki maksadı… İkincisi de ahkâma muhatap olan insanın, onları yerine getirirken ki maksadı.

Hikmetin ortaya çıkması ve nihaî amacın gerçekleşebilmesi için bu iki amacın yani Şâri‘in ahkâmı vaz‘ındaki amacı ile muhatap olan yükümlünün, kendisine yönelik hükümlerin gereğini yerine getirirken ki amacının örtüşmesi gereği vardır. Burada mükellef açısından niyetin önemi ortaya çıkmaktadır. Muvaffaklık, kulun yaptığının Allah’ın kuldan beklediğine uygun düşmesi, her iki irade arasında tam bir tetabukun oluşması demektir. Ve bi’llâhi’t-tevfîk denilirken dua makamında istenilen tevfîk de budur. Salt “başarı” sözcüğü bu anlamı ifade etmez.

Teşrî‘de nihai amaç, haşa Allah’ın hukukunu korumak değil kulların maslahatını temin etmektir;[2] Burada söz konusu olan maslahat, sırf nefislerin arzu ve istekleri değil, ucunda ahiret olan dünya hayatında gözetilen yararı alma - zararı savmadır (celbü’l-masālih def‘u’l-mefâsid).[3] Bu nihaî amacı “dünyada salâh, ahirette felâh” şeklinde de formüle etmek mümkündür.

Bu maslahatlar ya da bunları gerçekleştirmek için konulan en genel/ küllî maksatlar üç tanedir: Zarûriyyât, Hâciyyât,Tahsîniyyât.

Teşride makasıdı gerçekleştirme iki yolla olur:

1. Onlara varlık kazandırmak ve temellerini sağlam atmak yoluyla.

2.Bekasını temin etmek suretiyle.

Kendi aralarında bir sıralama olsa da hepsi bir bütün olarak şer‘î ahkâmı oluşturur. Bunların birbirinden ayrılmaları ancak zihinde varlık itibariyledir. İnsanı insan yapan bütün uzuvların birliği gibi bunlar da bir bütün olarak şeri‘atı oluşturur.

Şer‘î ahkâmı değerlendirmede önemli olan, her birini kendi düzlemine ve yerine yerleştirmek, sırf kendisinden amaçlanan faydanın hâsıl olması için çalışmaktır; başka şeylere alet etmek değildir.

İbrâhîm 14/24-25’de şecere-i tayyibe metaforu ile de anlatıldığı gibi İslâm Dini, inançları (ağacın kökleri), davranışları (ağacın gövdesi) ve erdemleri (ağacın yemişleri) ile insanı bütün boyutları ile birlikte yekpare olarak ele alır ve vakıada inancı, eylemden ve her ikisini de erdemden ayrı olarak düşünmez. Din insanın hayatına bir cevap olmak üzere gelmiştir ve her üç boyutunu da birbirinden ayırmaksızın ele almış ve düzenlemiştir.

Ağacı ağaç yapan, onu odundan ayıran husus onun canlı oluşudur. Canlılık da ona hayat veren özsuyu iledir. Bu öz suyu ağacın her zerresinde bulunmak zorundadır. Özsuyunun ulaşamadığı dallar kurur ve oduna dönüşür. Bu haliyle kuru dallar asla meyve vermez. Onun nasibi ateştir. Ahkâm da öyledir. Dallar, yapraklar gibi ahkamın da birtakım şekilleri vardır. Ancak ona hayat veren ruhu olan makāsıddır.[4] Makāsıddan yoksun olan ameller, özsuyundan yoksun ağaç dalları gibi semere vermesi ve onların erdeme dönüşmesi söz konusu değildir. Her şeyin bir istikāmeti vardır. Ağacın müstakīmliği ise köklerden aldığını gövdede özümsemesi ve meyveye durmasıdır.

Buna göre İslâm ahkâmını üç ana başlık altında toplamak gerekir:

· Ağacın köklerine tekabül eden inançlar.

· Ağacın gövdesine tekabül eden davranışlar.

· Ağacın semeresine karşılık gelen erdemler.

İslâm’ın ilk yıllarında dinin öğrenilmesi herhangi bir ayrım yapılmaksızın bu üç boyutunun birlikte ele alınması şeklinde olurdu ve bu faaliyetin adı da et-tefakkuh fi’d-dîn idi.

Din dilinde yüce olan Allah ile insan arasındaki ilişki, köle ile efendisi arasındaki ilişkiden esinlenerek anlatılır. Buna göre kulluğun iki anlamı vardır. Birincisi kulun (abd) efendisine (rab) özel ilgi, alaka, sevgi ve mehâbetini ifade etmesi, onun özel hizmetlerini yerine getirmesi, ikincisi de kulun efendisinin emir ve yasaklarına uyması ve işlerini (yeryüzünü bayındır kılma ve cennete çevirme işini) onun namına görmesidir.

Kişinin, Rabbi ile olan ilişkileri bağlamında ortaya koyduğu davranışlara ibadet diyoruz.

İnsanın, kul olarak yaratıcısı ile alaka kurması O’na sevgi, saygı ve itaatini sunma çabası ancak özel dinî bir tecrübe yoluyla olur. Bu, tam bir içtenlikle ortaya konulması gereken, sembolik anlamlar taşıyan birtakım fiil ve merasimlerle yapılır. Bunların özünü Allah’a karşı duyulan huşu ve ihlas oluşturur.

İnsan çok saygın yaratılmıştır ve yeryüzüne “halifelik” payesiyle,[5] “emanet”i yüklenmiş olarak[6] indirilmiştir. Buradaki hayatı geçicidir. Asıl kazanması gerekli olan âhiret hayatıdır. Cenneti de cehennemi de oradadır; ancak her ikisi de buradaki yaşamının birer izdüşümü olacaktır. Bir anlamda bu dünyadaki yaşantımız, “daha hayırlı ve sonsuz”[7] olan âhiret hayatımız için bir ekenektir (tarla). Zerre kadar iyilik yapan iyilik, kötülük yapan da kötülük bulacaktır.[8]

İnsanın istikāmet üzere Allah’a karşı olan kulluğu, zorakilik çerçevesinde değil, O’na duyduğumuz imana dayalı ilgi, sevgi, saygıdan (mehâbet) beslenen gönüllü kulluk ile olur. Sırāt-ı müstakīm üzere ubudiyetin gerçekleşebilmesi için, davranışlarımızın bu saik üzere olması zarureti vardır.

İslam getirdiği hükümlerle, insanları zoraki kulluktan, gönüllü kulluğa yükseltmeyi hedefler;[9] bunun imkânını ve yollarını hazırlar.

 

Allah’a yaklaşma, zahirde birtakım semboller ve bazı merasimler (ritüeller) yoluyla olur. Yüceler yücesi Allah’a başka türlü yaklaşabilmenin imkânı yoktur.

İslâm, kulun Allah’a yaklaşabilmesinin değişik yollarının olacağını kabul eder. Bunları üç noktada toplamak mümkündür: Zikir, fikir ve şükür. Zikir, Allah’ı anmak ve O’na olan inancını diri tutmaktır, fikir O’nu (zatını değil de sıfatlarını ve eserlerini) düşünmektir, şükür de bütün bunların sonucunda minnettarlığımızı bildirmektir.

Kulun Allah ile olması, O’na zikrini, fikrini ve şükrünü sunması kulluğun özetini oluşturur.[10]

İbadetler Allah’ın hakkıdır; ancak Allah için yapılır. Namazlarımızın her rekatinde okuduğumuz Fâtiha’nın içindeki “Ancak sana tapar ve ancak senden yardım dileriz.”[11] andı, bu ilkenin temelini oluşturur. Dinimizin en temel özelliği olan tevhid inancı, yaratıcı olarak sadece Allah’ı kabul etmenin yanında Rab olarak da ancak onu tanımayı, başka bir mâbud edinmemeyi gerektirir[12].

اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ duası ise tevhid üzere kurulu bir inançla, O’nun yoluna girmeyi, yolunda daim olmayı ve yolunda yol almayı istemektir.

İbadetler ihlas ile yapılır.

Allah’a tapmada keyfîlik olmaz; O’na ancak meşruiyeti sabit olan ibadetler ile kulluk yapılır. Bu da Hz. Peygamber’in (s.a.s.) örnekliğinde sabit olan ibadetlerdir.

 

Muâmelât: Kulun, Rabbı/ Efendisi namına dünya işlerini tedvir etmesi (halifelik) için ibadetler dışında âdât tabir edilen yeme, içme gibi gündelik yaşantısı ile ilgili birtakım davranışları olur. Bunlardan bir kısmı da alış veriş gibi başkaları ile olan ilişkileridir ki bunlara muamelat tabir edilir.

 

Âdât ve muâmelât türünden davranışların istikāmeti, terki ya da fiili istenilen davranışların kendisine halife/ naip olunan zatın (Rab) iradesine/ istemine (emr) uygun düşmesidir:

Bunlarda mücerret bu uygunluk yeterlidir. Bir anlamda insan (abd), konumu itibariyle içselleştirmiş olduğu kulluk (ubudiyet) bilinci ile yaptığı her şeyi Sahip/ Efendi/ Rab adına yapıyor olur. Bu bilincin olması halinde, ayrıca açık bir niyetin bulunması gerekli değildir. Ancak kul, bütün davranışlarını -âdât kabilinden de olsa- onlara eşlik eden bilinç haliyle tâate hatta ibâdete dönüştürebilir.

 

“İslâm’ı temsil edebilecek özellikte tek kelime nedir?” sorusuna Mahmud Abbas AkkādHak” cevabını verir.[13] Hak, en geniş anlamda adaleti de içine alır. Fıkhımızın istinatgâhı adalettir. Mükelleflerin hem Allah ile hem de diğer insanlarla olan ilişkilerinde “âdil” olmaları şartı aranır. Özellikle de başkaları hakkında yetki kullanmayı gerektiren (velâyet, şehâdet, rivayet gibi) durumlarda adalet vasfı vazgeçilmez bir şart olarak aranır. Adalet, vakıaya uygun hükümde bulunulması, her şeye hak ettiğinin verilmesidir. Karşılığı zulümdür. Kişinin Allah’a karşı âdil olması O’nu uluhiyette, rubûbiyette (ve esmâ ve sıfâtta) birlemesidir (tevhid). Bir başka ifade ile ‘halk ve emr’i O’na özgülemektir. O’na özgü olan isim ve sıfatların, O’ndan gayrı birtakım varlıklara verilmesi ya da tanınması şirk olur. Şirk ise en büyük zulümdür.[14]

Kişinin adaleti genelde istikāmet sahibi olmasıyla açıklanır.[15] Allah’ın âdil olması إِنَّ رَبِّي عَلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ ayetinde ifade edildiği gibi O’nun da sırāt-ı müstakīm üzere olması[16] şeklinde yorumlanabilir. Nitekim Mücahid şöyle der: “Rabbin sırāt-ı müstakīm üzere olması, O’nun Hak üzere olmasıdır; yani iyi olanı iyiliği ile ödüllendirmesi, kötü olanı da kötülüğü ile cezalandırması, hiçbir kimseye haksızlık etmemesidir.”[17]

Kulun adaleti, istikāmet sahibi olmasını gerektirir; istikāmet ise kavm kökünden masdar olup “doğruluk, dürüstlük, adalet, itidal, itaat, sadakat ve dürüst yaşama” mânalarında kullanılmaktadır.

Buna göre istikāmet evvel emirde yola girmek, yolu tutmak ve yolda yolun götüreceği yere ulaşmayı amaçlayarak yol almak demektir. Bu yol kıldan ince kılıçtan keskincedir. Bu yolda yol almak saçı sakalı ağartacak cinstendir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), saçını sakalını ağartan şeyin Hûd suresinin istikāmet üzere olmayı emreden 112. ayeti olduğunu ifade etmiştir.[18] Yoldan sapmak ise fısktır. Fâsıklık kişinin adaletini, istikāmet üzere olmasını zedeleyici bir tutumdur. Adalet sırāt-ı müstakīm üzere yol almak ve menzil-i maksuda ulaşmak için çabalamak, fısk ise yoldan çıkmak, sapmak, sapıtmak demektir. Buna göre adaletin zıddı fâsıklıktır.

 

Bazı şeylerin istikāmeti dümdüz oluşu değil işlevini yerine getirmesidir. Hz. Musa; “Rabbimiz her şeye yaratılışını veren, sonra da doğru yolu gösterendir.”[19] derken her şeyin varlık yapısına uygun bir istikāmete sahip olduğunu anlatmak istemiştir. Şu halde evrende sadece istikāmet vardır.[20] Gazzâlî de adaleti açıklarken “istikāmetin, aslî fıtratın gerektirdiği şey” olduğuna değinir.[21]

Evrende mevcut olan bu istikāmetin/ düzenin bozulması insanın zoraki kulluk yönüyle olmaz. Zira bu yönü ile insan mevcut doğa yasaları doğrultusunda var olur ve varlığını sürdürür. Bozulma sadece ihtiyarî kulluk yönü ile olur.

İnsandan sırāt-ı müstakīm üzere olmasının istenmesi, varlık amacını gerçekleştirme çabası içinde olarak, fıtratına uygun davranması, mevcut yatkınlığının iradî olarak yetkinliğe evrilmesini sağlaması, en azından bu yolda elden gelen çabayı göstermesi demektir.

İstikāmet kāme/ kıyâm fiilinden türetilmiştir. Bu fiilin kök anlamı ayağa kalkmak, doğrulmak, geçişlisi de (ekāme/ ikāme) kaldırmak, doğrultmaktır. Sin’de talep mânası olduğundan, istikāmet doğrulmayı istemek demek olur. Doğrulup ayağa kalkabilmenin ön şartı kişinin canlı olması, organların salim ve sağlıklı bulunmasıdır. Namazın ‘kaldırılması’ (ikāmetü’s-salât),[22] onun ayakta durabilecek şekilde dört başının mamur hale getirilmesi demektir. İnsan bedeni birtakım organlardan meydana gelir, ancak bunları bir arada işlevsel halde tutan ruhu/ canıdır. İbadetler de birtakım şekil şartlarından oluşur, onu ayağa kaldıracak olan ise ona ancak bir ruh verilmesi ile mümkün olur. Amellerin ruhu niyettir, edasından gözetilen makāsıddır.

Yol sizi istikāmet üzere Hakk’a götürecekse, bu ancak yolun hakkının verilmesi ile olur; yola girmeden, duraklarına uğramadan, inişini inmeden, yokuşunu çıkmadan yol sizi bir yere götürmez. Bu mânada yolun hakkını vermek istikāmet olmaktadır. Her şeye hakkını vermek ise adalettir. Buna göre, bu iki kavram arasında ayrılmazlık ilişkisi vardır. Adalet matluptur, adalet için de istikāmet şarttır.

Şecere-i tayyibemizde meyve vermenin ön koşulu tutunulan dalın canlı olması, gövde ve köke bağlılığının her dem sürdürülmesidir. Amellerimizin meyve vermesi de öyledir. Söz gelimi namazın amacı zikir,[23] meyvesi de her türlü kötülükten bizi alıkoymasıdır.[24] Ayrıca namaz birtakım şekillerden meydana gelmektedir. Bu şekillere bakıldığı zaman hepsinin namaz için amaçlanan sonucu doğurucu olabilmesi için ona yoğunlaşmayı sağlayacak biçimde düzenlenmiş ve edası istenmiş olduğu görülür.

Ne var ki namazın istikāmeti/ doğrulup ayağa kalkabilmesi ve Hakk’a ulaşabilmesi onun ruhunun olması ile mümkündür. Bu ise niyetle/ bilinçle olacak bir şeydir. Niyet kişinin yapıp ettiğinin bilincinde olması demektir.

Böyle bir namazın baştan sona öylesi bir niyetle/ her anına eşlik eden bilinçle sürdürülmesi gerçekten zordur ve bu ancak huşu sahibi olmakla mümkün olabilecek bir şeydir.[25] “Kıldan ince kılıçtan keskince” bir yolda (sırāt-ı müstakīm) ilerleyebilmek ancak meşk[26] ile; müthiş bir zihnî yoğunlaşma (konsantrasyon) ile ve her an dengenin korunması ile mümkün olabilir.

 

IV.SIRĀT-I MÜSTAKĪM ÜZERE İLERLEME VE DENGE

Dengenin sağlanması zor bir iştir, ancak onun sürdürülerek korunması daha da zor bir iştir.

İstikamet, uçlara yalpalamadan, sağa sola savrulmadan hedefe kitlenerek yol almayı ifade eder.

Sırāt-ı müstakīmden sapmada ve dengenin bozulmasında birtakım etkenler vardır: Bunları şu başlıklar altında ele almak mümkündür:

“Tekvin-Teşrî‘ Dengesi”nden maksat ilahi hidayetin hem tekvin hem de teşrî aşamasında birlikte gerçekleşmiş olmasıdır. “Rabbimiz her şeye yaratılışını veren, sonra da doğru yolu gösterendir.”[27] Tekvin aşamasında hidayet bize lazım olacak donanımların özümüze yerleştirilmesi anlamındadır. Bunların başında da akıl gelir. İmdi bu aklın işlemesi için onun birtakım ölçemlere ihtiyacı vardır. Göze nispetle ışık gibi olan bu ölçemlerin aşkın/ mutlak ve müteâl olması gereği vardır.[28] Aksi takdirde göreceli değerlerle sağlıklı sonuçlar almamız mümkün değildir. Aklın istikāmeti sağlıklı ölçemlerle doğru değerlendirmeler yapabilmesidir. Aşkın olan ölçemler teşrî yoluyla insanlık dünyasına mal edilmiş olan değerlerdir.[29] Fıtratta bu işe yatkın kılınan akıl bu değerleri dikkate alarak ölçme değerlendirme yaparsa işte o zaman istikāmet üzere yol alır.

Bu denge gözetilmez de akıl sanki teşrie alternatif/ rakip firma acentesi imiş gibi itilir kakılırsa, onun aynen din gibi insanların emanetini yüklenmede bir gerekçe olmak üzere Allah’ın hücceti[30] olduğu kabul edilmeyip ahkâmın belirlenmesinde tek başına teşrie itimat edilirse, teşrî (vahiy) insanları ilelebet sırāt-ı müstakīme yönlendiremez, onları yolda tutamaz, yolda yol aldıramaz, yolda kalanlar yolda olsalar bile menzil-i maksuda eremezler.

Tekvin/ Akıl ve teşri/ vahyin birbirine nispeti makineye nispetle kullanım kılavuzu, ilaca nispetle prospektüs yazımı gibidir. Her ikisi de tek başına yetersiz, bazen anlamsızdır. Her ikisi birlikte ele alınıp değerlendirilmesi halinde denge kurulmuş, sırāt-ı müstakīm üzere yola girilmiş ve yolda yol alınmış olur.

Tekvin ve teşrî doğru okunması halinde tenakuz olmaz, birbiri ile tetabuk eder ve sarih akıl ile sahih nakil nûrun alâ nûr olur.[31] Tenakuz var gibi görünmesi halinde tekvin/ makine öncelenir, teşrî tevil edilir. İşin tabiatı bunu gerektirir. العقل أول الأدلة (Akıl delillerin ilkidir ve diğer deliller akıl ile kavranır.) Söz gelimi şaraba teşrî pislik (rics) derse ve akıl da onun temiz olduğunu görürse akıl esas alınır ve teşrî tevil edilir; onun pislik oluşu manevî yöne/ değer hükmü oluşuna yorulur.

Tababette dahi olduğu gibi diyanette de vakıa öncelenir. Verilen hüküm vakıaya uygun yani güncel ve olaya özgü olunca adaletli ve hikmetli olur.

2. Gerçeklik hükümleri ve değer hükümleri ayrımı gene bu başlık altında ele alınır. Dışkının pisliği gerçeklik hükmü, üzüm suyundan üretilen ve içine herhangi bir necaset karışmayan şarabın pis (rics) oluşu ise (içimi itibariyle) değer hükmüdür. Keza hariçten yenilecek içilecek bir nesne alınmasının orucu bozması gerçeklik hükmü, gıybetin ölü eti yemek şeklinde değerlendirilmesi ve orucu bozuyor sayılması[32] değer hükmüdür.

Değer hükümlerinin gerçeklik hükmü gibi algılanması ve bunun üzerine şerî ahkâm bina edilmesi istikāmetin şaşırılması demektir. Söz gelimi şarabın rics olması içimi itibariyledir ve şerîdir, ama alkolün dışkı gibi necis sayılması ve alkol içeren bütün ürünlerin (kolonya, ilaç ve sair kozmetik ürünleri vb. gibi) necis sayılıp kullanılmasının haram sayılması böyle bir dengesizliğin/ aşırılığın sonucudur.

 

İstikametten sapmanın ikinci bir tezahürü de lafız ile mâna arasındaki dengenin lafız lehine bozulmasıdır. Ruh - beden ilişkisinde olduğu gibi aslolan elbette ki mânadır. Ancak onun bir lafız kalıbı içinde tutulması zorunluluğu vardır. Her ikisinin de birlikte dengeli bir şekilde i‘mâli esastır. Buna rağmen, birini diğerine öncelemek gerekirse mânanın öncelenmesi iktiza eder. Çünkü asıl maksat odur. Bu konuda birtakım kurallar da geliştirilmiştir: “Ukûdda itibar, makâsıd ve ma‘ânîyedir; elfâz ve mebânîye değildir.”[33] Binâen alâ zâlik bey‘ bi’l-vefâda rehin hükmü cereyan eder.

Lafız mâna dengesinde birinin diğerinin aleyhine bozulması sonucu yorum ekolleri de doğmuştur. Lafzı önceleyenler Zāhirîlik ve Selefîlik, mânayı önceleyenler ehl-i tevil ve hatta lafzı tamamen kāle almayıp yorumda keyfiliğe kadar giden Bâtınîlik[34] gibi fırkaların ortaya çıkmasını intaç etmiştir. Tarihimizde bu konuda dengeyi başarılı bir şekilde kuranların hem dirayeti hem de belli şartlar ile rivayeti esas alan Ehl-i Rey ve özellikle de Hanefîlik[35] olduğunu söyleyebiliriz.

Zāhirîlik ve lafızcılık yanlıları genelde nasları (ayet ve hadisleri) mutlaklaştırıp bağlamı itibara almazlar; onlara bir tür zaman-dışılık, tarih-üstülük atfederler, her zamanda ve mekânda onları mutlak doğrunun yegâne adresi olarak görürler; hangi bağlamda ve ne için nâzil/ vârit olduğunu hesaba katmazlar. Katanları da aşağılarlar. Bunun sonucunda asr-ı saadet, ufukta bir ideal olmak yerine tarihte yaşanmış özellikle ilk üç neslin (kurûn-ı selâse) bilfiil yaşamış oldukları hayat/ tarih kesiti olur ve dindarlığın ölçüsü, yaşanmış olan o tarihin yeniden aynen yaşanması çabasıyla ölçülür. Karadāvî’nin ez-Zâhiriyyetü’l-Cüdüd (Neo-Zāhirîlik) dediği bu selefi akım günümüzde bir hayli güçlenmiştir. Bunların karakteristik özellikleri şunlardır:[36]

· Lafza harfi harfine bağlı kalma, nasları literal okuma ve anlama.

· Şiddet ve zorlaştırma yanlısı olma.

· Kendi görüşlerinin/ inançlarının doğruluğuna aşırı güven duyma.

· Farklı okumalara asla müsamaha göstermeme, muhaliflerine karşı şiddet yanlısı olma.

· Muhaliflerini kolaylıkla tekfir edebilme.

· Dini tebliğde katı olma ve doğabilecek fitne ve kargaşaya aldırmama.

Bunlar kapalı, mutlak, her alanda kesin doğru, zaman ve tarih üstü, her zaman ve mekânda duyulacak olan ihtiyacı en iyi, en güzel, en doğru şekilde karşılayan ve dolayısıyla hariçten başka hiçbir şeye ihtiyaç duymayan bir din ve şeriat inancını taşırlar. Yeni olan her şeyi bid‘at, değişimi sapıklık olarak görürler; sözünü ettiğimiz tekvin - teşrî‘ dengesinde tekvine herhangi bir değer atfetmezler, her şeyin cevabını naslarda ve nasların da zahirinde ararlar. Hadislere aynen Kur'an gibi bir değer atfettikleri için, hadisleri Kur'an’a arz etmek ve bir bütünlük içinde ele almak gibi bir dertleri olmaz. Vaktiyle Ebû Hanîfe’yi hedef aldıkları gibi, hadisleri Kur'an ve Sünnet bütünlüğü içinde ele alma ve umûmât-ı Kur'an ve sünnete arz etme gibi çabalara karşı çıkarlar. Naslardan bir sistem oluşturmak yerine bizatihi onları sistem görürler. Mutlak doğruyu temsil ettiklerine inandıkları için de farklı yorumlara karşı çok katı ve müsamahasızdırlar. Kolayca tekfir edebilirler.[37]

Dengenin bozulmasının diğer bir tezahür alanı da hükümlerde ta‘lîl ta‘abbüd dengesinin kurulamamasıdır. Mademki şeriat Hakîm olan Allah Teâlâ’nın kullarının masālihini gerçekleştirmek için vazedilmiştir, öyle ise bu hükümlerin tümünün hikmetli olması gereği vardır. Hikmetli olması, hükümlerin yerli yerinde olması demektir. Hal böyle olunca da bunun gerekçesinin akılla kavranabilir (ta‘lîl edilebilir) olması lâzım gelir. Ne var ki, hükümlerin tümünün öyle de olmadığı, kısmen ta‘abbüdî denilen -yani gerekçesi pek akılla izah edilemeyen ama yine en üst düzeyde hikmetle açıklanabilen- hükümlerin de varlığını kabul etmek gerekir.

Genel olarak ibadetlerde ta‘abbüdîlik, âdetlerle ilgili konularda ise ta‘lîl edilebilirlik yönü ağır basmaktadır.[38]

Bu konuda aslolanın ta‘abbüd olduğunu kabul etmek ahkâmın amacına ve doğasına uygun düşmemektedir. Misal olarak fıtır sadakası olarak bir sā‘ hurma ya da arpanın verilmesi konusunu örnek verebiliriz.

Diğer bir sapma tezahürü zarf - mazruf ayrımının yapılmaması ve her hükmün aynı düzeyde ve değerde ele alınmasıdır. Oysa birtakım hükümler vardır ki zarftır, aslolan ise onun içindeki (mazruf)tur. Zarf gidince içindeki (mazruf)un da gideceğini söylemek, ilk etapta mantıklı gibi gözükse de hakikatte sapla samanın karıştırılması gibi de olabilir. Zira zarf, mazruf için ca‘lî olarak belirlenmiş, asıl maksat olana emare kılınmış (mu‘arrifât)[39] gibi düzenleme de olabilir.

Makāsıddan olan namazlara nispetle vakitler, cevizin özüne nispetle kabuğu gibi değildir; kabuk olmadan ceviz özü oluşmaz; dolayısıyla, bunlar varlık yokluk bakımından birbirine bağlıdırlar. Ancak namaz ve onun zarfı durumunda olan vakitler öyle değildir. Biz namazı elbette ki vakitleri içinde kılarız. Ancak vakitler, namaz için varlığını belirleyici ve gerektirici özellikte olmayıp, bir tür emare (mu‘arrifât, adres) hükmündedir.

5. Vesâil - Makāsıd İlişkisi

Bir diğer sapma göstergesi de vesâil ile makāsıdın aynı kefeye konulması ve bu yüzden istikāmetten sapılmasıdır.

Makāsıd, Şâri‘ Teâlâ’nın bizatihi ifasını amaçladığı hükümlerdir. Oysa vesâil, o maksatları gerçekleştirmede başvurulacak araçlardır.

Araçlar işlevsellikleri ile itibar görürler. Ne kadar değerli de olsa (antika eserler gibi) pratik bir değeri olmayan vesileler hayatın dışına itilir, atılır, kıymetli olanlar da müzelere kaldırılır. Aynı maksadı gerçekleştirmek için birden fazla vesile olabilir. Bu durumda tercihi işlevsellik belirler. Maksadı gerçekleştirmeyen vesileler itibardan düşer. Maksad düşünce onunla birlikte vesile olan hüküm de düşer. Makāsıd ve vesâilin karşı karşıya gelmesi halinde bunlar rütbe itibariyle farklı oldukları için (her ikisi de farz da olsa mesela) maksat alınır, vesile terk edilir.[40]

Namazın şartlarından olan farzlar (setr-i avret, necasetten taharet… gibi) bulunmuyor diye namaz farzı düşmez.

İstikametin iki anlamı vardı: Birincisi fıtrat doğrultusunda hareket etmektir. Bir ayette dinin ne olduğu beyan edilirken fıtrata atıfta bulunulur ve onunla özdeşleştirilir.[41] Buna göre, “kişinin iradî davranışlarını fıtratın gereği doğrultusunda kullanması ve eylem esnasında bunun bilincinde olması” istikāmet üzere olması demektir. Bu bilincin adı da niyettir. Ameller niyete göre değer kazanır.

İkinci anlamı da yaşantının dinin bizden istediği yol üzere olmasıdır. Dinin bizden istediği ise fıtrata uygun davranmak, eşyanın hakikatine uygun hüküm vermek, belirlenen dosdoğru yolda yol almaktır.

Her iki halde de niyetin belirleyici önemi bulunmaktadır.

Niyet, sözlükte “yönelmek, ciddiyet ve kararlılık göstermek” gibi anlamlara gelir. Daha çok “kalbin hemen veya sonucu itibariyle maksada uygun bulduğu, yani bir yararı sağlayacağına yahut bir zararı savacağına hükmettiği fiile yönelmesi” şeklinde tarif edilir.

Ameller fiil, kavil, hareket, sükûn, celp, def‘, fikir, zikir gibi pek çok kısma ayrılabilirse de niyetin etkisi bakımından üç ana grupta toplanabilir. a) Yasaklanmış fiiller (ma‘âsî). Bunların hükmü niyetle değişmez. Meselâ haram malla okul, mescit vb. hayır yollarına harcama yapmak böyledir. Bunlar niyet iyi de olsa zulüm ve mâsiyet olmaktan çıkmaz. b) Yapılması emir veya tavsiye edilmiş fiiller (tā‘ât). Bunlar gerek aslının geçerliliği gerekse faziletinin katlanması bakımından niyetlerle ilişkilidir. Aslın geçerliliğinden maksat kendisiyle sırf Allah’a kulluğa niyet edilmiş olmasıdır, eğer riyâ niyeti taşıyorsa mâsiyet olur. Faziletinin katlanmasıyla kastedilen ise tek bir tâatle birçok hayra niyet edilerek her bir niyet için sevap kazanılabilmesidir. Zira her bir niyet bir hasenedir (iyi amel). Meselâ mescitte oturma bir tâattir ve bununla Allah’a kulluğun özel mekânı olan mâbedi ziyaret, kötü davranışlardan uzak duracağı bir zaman geçirmek, Allah için yeni dostlar kazanmak, yanlış hareketi olanlara doğrusunu göstermek gibi birçok iyi şeye niyet edilebilir. c) Serbest bırakılmış fiiller (mubâhât). Bunlar sırf mubah kılındığı için işlenirse sevabı veya cezası olmaz; kötü niyetle yapılırsa mâsiyete dönüşür ve cezayı gerektirir, iyi niyetle yapılırsa bundan dolayı ecir alınır. Meselâ kişinin güzel bir kokuyu hoşlandığı için sürünmesi mubah olup, fiil sırf bu gerekçeyle sınırlı kaldığında ödüle veya muahazeye konu olmaz. Fakat bunu böbürlenmek gibi bir niyetle yaparsa günaha girer; buna karşılık mescide saygı ve birlikte ibadet ettiği insanların daha huzurlu olmasını sağlama maksadıyla veya cuma günü Resûlullah’ın uygulamasına tâbi olma niyetiyle yaparsa sevabı hak eder. “Ameller tamamen niyetlere göredir.” hadisi sadece tâat ve mubâhât ile ilgilidir. Tâat niyetle mâsiyete dönüşebilir; mubah niyetle mâsiyet veya tâate dönüşebilir; fakat mâsiyet niyetle tâate dönüşmez.[42]

Şâtıbî, Şâri‘in, şeriatın konuluşunda gözetilen şer‘î maksadın, mükellefin hevâ ve hevesinden koparılarak, kendi ihtiyarı ile Allah'a kul olmasını sağlamak, başka bir ifade ile zorunlu kulluktan gönüllü kulluğa yüceltmek olduğu tespitini yapar.[43]

Hal böyle olunca da mutlak surette hevâ ve hevese uyularak işlenen ve bu arada hakkında mevcut bulunan emir veya yasağa, ya da ibâhaya itibar edilmeyen her amel kesin olarak bâtıl olur. Burada özellikle âdetler açısından bâtıllıktan maksat onlara herhangi bir sevap bağlanmamasıdır.

Ameller işlenirken aslî maksatların bulundurulması niyeti ile işlenmesi halinde mükellefin gerek ibadet ve gerekse âdet türünden olsun bütün davranışları ibadete dönüşür.[44]

İşlediği fiille kendisi için meşru kılınmayan bir hakkı elde etmeye kalkışan, bu niyetiyle ve yerli yerince (hikmetli) olan şer‘î hükümleri konuluş amacı (mâ vudı‘a leh) doğrultusunda değil de bir başka amaca ulaşmak için alet eden kimse şeriata ters düşer. Şeriata ters düşenin ameli ise bâtıldır.

Bu bağlamda hiyel (hîleler) konusu önem arz eder.

Şer‘î hükümleri araçsallaştırmanın ve sırāt-ı müstakīmden sapmanın en yaygın yolu hiyeldir. Asıl itibariyle hîle kelimesi “çare” anlamındadır. Nitekim el-hîletü bintü’l-hâce denir ve “çarenin ihtiyacın ürünü” olduğu ifade edilir. Ne var ki bu kelime zamanla şer‘î yükümlülüklerden kurtulmanın ya da bir başka şeye alet etmenin adı olarak kullanılmaya başlamıştır.

Bir sıkıntının içinden nasıl çıkılacağı konusunda akıl verici, yol gösterici çarelerin/ hîlelerin meşruiyetinde bir sorun yoktur. Nitekim Kur’an’da da Yüce Allah iyileşmesi halinde karısına yüz sopa vuracağına dair yemin eden Hz. Eyyûb’a yeminin bozmamasını ve karısına (yüz saplı) bir ekin demeti ile vuruvermesini ve böylece sözünü yerine getirmiş olmasını buyurur.[45] Burada özellikle gayrın hukukunu iptale yeltenme gibi bir durum da yoktur. Ama bu zekâtın düşürülmesi, şuf‘a hakkının ıskātı gibi başkalarının hukukunu ilgilendiren konularda oldu mu, hiyel daha farklı bir mahiyet kazanır.

Mükellefin bir fiili işlerkenki kastının, o fiil ile ilişkili hükmü vaz’ eden Şâri‘in kasdına uygun düşmemesi, o hükmün meşru olmadığının önemli bir göstergesi idi. Hal böyle iken hiyel hakkında nasıl bir değerlendirme yapılacaktır?

Hiyel, Şâtıbî’nin tanımında “bir hükmün düşürülmesi ya da başka bir hükme çevrilmesi konusunda sureta meşru olan bir yola/ sebebe başvurmak” demektir.

Şer‘î ameller, bir fiil oldukları için değil aksine o fiillerin taşıdıkları anlamlar (mesalih) için amaçlanmış ve konulmuşlardır.[46] Dolayısıyla meşruiyet için kulun o fiili işlerken konuluş amacını kastederek işlemesi gereği vardır.

Şeriatta yerilen, bâtıl olduğu belirtilen ve yasaklanan hîleler, şer‘î bir esası ortadan kaldıran ve şer‘î bir maslahatla ters düşen hîlelerdir.

Şâtıbî, konu ile ilgili pek çok tikel delili serdettikten sonra bu delillerin tümünün hükmü tersyüz etme amacı taşıyan hîlelerin caiz olmadığını gösterdiği sonucuna varır.

Ona göre hîleler üç kısımdır:

1) Bâtıl olduğunda ihtilaf bulunmayan hîleler: Münafıkların ve mürâîlerin hîleleri gibi.

2) Câizliği konusunda ihtilaf bulunmayan hîleler: Zor altında inkâr kelimesini söylemek gibi.

3) Üçüncü kısım ise kapalılık ve dolayısıyla problem arz etmektedir. Bu kısım hakkında, düşünürler farklı yaklaşımlarda bulunmuşlardır. Çünkü bu kısımdan olan hîlelerin, birinci kısma ya da ikinci kısma katılacağı konusu açık bir delil ile ortaya çıkmış değildir.

Şâtıbî, konunun açıklık kazanabilmesi için hülle nikâhı ve büyü‘u'l-âcâl (îyne ya da örtülü riba satışları) örneklerini verir:

İmdi bir fiilin meşruiyetini, “Şâri‘in o fiili emretmesi ya da yasaklamasındaki maksadına uygun düşmesi” olarak belirlediğimizde arkayı dolanma kabilinden bu türden davranışların caiz olmaması gerekecektir.

Özetle yasaklanan hîleler, şer‘î bir esası ortadan kaldıran ve şer‘î bir maslahatla çelişen hîlelerdir. Başka bir ifadeyle şer‘î bir hükmün, amacı doğrultusunda kullanılmayıp hevâ ve heves doğrultusunda başka bir amaca alet edilmesidir.[47]

Böyle değil de zorlayan birtakım sebepler[48] yüzünden bir çıkış yolu arama çabası şeklinde olan hiyel -ki ona mahâric (çıkış yolu) denilmektedir- mahzurlu görülmemektedir.

Sonuç olarak şunu belirtelim ki kulluk, Rabbe olan bağlılığı gerektirir. Bu bağlılık hem özde hem sözde hem de fiilde olur. Sağlam bir inanç, o inançlardan kaynaklanan bir hayat boyu davranışlar/ eylemler ve bunların hem amacı hem de tabii sonucu olan erdemler (mekârim-i ahlâk) ile varlık amacımız gerçekleşmiş olur. İnanmış bir kulun Rabbini kandırmaya çalışması düşünülemez. Bunu yapan –ki bu münafıklıktır- ancak kendini kandırır. Bu itibarla, yeryüzünde tekvinî özellikleri sebebiyle halife sıfatı ile konuşlanmış insanın varlık amacını gerçekleştirebilmesi, yatkınlığını yetkinliğe evirebilmesi için teşrî‘de kendisine biçilen rolü elden geldiğince yerine getirmesi, en azından bunun için çabalaması gerekir.

Kulun yapıp ederkenki amacı ile Şâri‘in teşrî‘de gözettiği maksat birbiri ile tam bir uyum içinde olmalıdır. İşte o zaman tevfîk gerçekleşmiş, insan kulluk dâvasında muvaffak olmuş, sırāt-ı müstakīm üzere yol almış olur.

Ve bi’llâhi’t-tevfîk!

 



* Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi İslam Hukuku Anabilim Dalı emekli öğretim üyesi

[1] “Göklerde, yerde ne varsa hepsini Allah'ın sizin hizmetinize verdiğini ve açıkça yahut gizlice üzerinizdeki nimetlerini tamamladığını görmediniz mi? Yine de insanlar arasında, hiçbir bilgisi, yol göstericisi ve aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışıp duranlar vardır.” (Lokman 31/20)

[2] el-Muvâfakāt, II, 3.

[3] Bkz. el-Muvâfakāt, II, 37.

[4] Şâtıbî, el-Muvâfakāt, II, 346.

[5] Bakara 2/30.

[6] Ahzâb 33/72.

[7] A‘lâ 87/17.

[8] Zilzâl 99/7-8.

[9] Bk. Şâtıbî, el-Muvâfakāt, II, 169.

[10] İslam’a Giriş Evrensel Mesajlar, s. 90-105.

[11] Fâtiha 1/4.

[12] Bu konuda bk. Zuhruf 43/45; Tevbe 9/59; Âl-i İmrân 3/173; Enfâl 8/64; Yunus 10/71-72.

[13] el-‘Akkād, Allah, s. 106.

[14] “Yavrum! Allah'a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak gerçekten vahim bir hatadır!” (Lokman 31/13)

[15] Bkz. ed-Debûsî, Takvîmu'l-edille fî Usûli'l-Fıkh, I, 185, 186.

[16] “İşte ben, hem benim, hem sizin Rabbiniz olan Allah'a dayandım. Yeryüzünde bulunan hiçbir canlı yoktur ki, Allah, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru bir yol üzerindedir.” (Hûd 11/ 56)

[17] en-Nehhâs, Maʿâni'l-Kur'ân, III, 359 (قال مجاهد: أي على الحق أي يجزي المحسن بإحسانه والمسئ بإساءته لا يظلم أحدا).

[18] Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 432.

[19] TāHâ 20/50.

[20] el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 216-217’den. Uludağ, “İstikāmet”, DİA, XXIII, 348-349.

[21] Gazâlî, el-Mustasfâ, s. 335 (الِاسْتِقَامَة الَّتِي يَقْتَضِيهَا أَصْلُ الْفِطْرَةِ).

[22] Örneği: “Namazı kılın, zekâtı verin; rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin.” (Bakara 2/43)

[23] "Şüphe yok ki ben Allah'ım. Benden başka hiçbir ilah yoktur. O halde bana ibadet et ve beni anmak için namaz kıl." (TāHâ 20/14)

[24] “(Ey Muhammed!) Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkor. Allah'ı anmak (olan namaz) elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı biliyor.” (Ankebût 29/45)

[25] “Sabrederek ve namaz kılarak (Allah'tan) yardım dileyin. Şüphesiz namaz, Allah'a derinden saygı duyanlardan başkasına ağır gelir.” (Bakara 2/45)

[26] Eğitim ile anlamındadır. Ehl-i tasavvufun olmak/ ermek için seyr u sülûku şart koşmaları bu arayışın bir tezahürü olmalıdır.

[27] TāHâ 20/50.

[28] Güngör, İslam’ın Bugünkü Meseleleri, s. 23 (Gerçekten hukukun ufkunda insandan başka otorite bulunmayınca, insanlar arasındaki iktidar mücadelesi sonunda hakim olan grubun değer sistemi hukuk haline gelmektedir).

[29] Bu değerlerden maksat cüz’îler değil, onların tümünden çıkarılan küllîlerdir: Bunlar da umdeler, ilkeler ve gayeler olmaktadır.

[30] “Akıl ve din, Allah Teala’nın kişiye karşı iki hüccetidir.” (ed-Debûsî, Takvîmu'l-edille fî Usûli'l-Fıkh, I, 186).

[31] Bkz. İbnu'l-Kayyim, İctimâʿu'l-cuyûşi'l-İslâmiyye, s. 27.

[32] “Hacamat eden de, hacamat olan da orucunu bozdu!” (Buhārî, III, 33)

[33] Mecelle, Madde 3 (العبرة في العقود للمقاصد والمعاني، لا للألفاظ والمباني).

[34] Şâtıbî, el-Muvâfakāt. II 395.

[35] es-Serahsî, Usûlu's-Serahsî, I, 351.

[36] Karâdâvî, Dirâse fî fıkhı Makāsıdi’ş-şerî’a beyne’l-makâsıdı’l-külliyye ve’n-nusûsi’l-cüz’iyye, III. Baskı, Kahire 2008, s. 52 vd.

[37] Zāhirîlik hk. tebliğler ve müzakereler hakkında bkz. Zâhirî ve Selefî Din Yorumu, İstanbul: KURAMER, 2019.

[38] Şâtıbî, el-Muvâfakāt, II, 399.

[39] İbnu’l-Hümâm, Fethu’l-kadîr, I, 156.

[40] İbn Abdisselâm, Kavâ‘idü’l-ahkâm, s. I/104; İbn Âşûr, Makāsıd, s. 145 (221); Erdoğan, İslam Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, s. 107 vd.; a.mlf., Vahiy Akıl Dengesi Açısından Sünnet, s. 268.

[41] “Hakka yönelen bir kimse olarak yüzünü dine çevir. Allah'ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata sımsıkı tutun. Allah'ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur. İşte bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm 31/30)َ

[42] Gazâlî, IV, 370-373’den İbrahim Kâfi Dönmez, “Niyet”, İstanbul: DİA, 2007, 33/169-172. Niyetin etkisi hk. bkz. Ebû Abdullah Haldun b. Mahmud el-Hakvî, et-Tavdîh fî şerhi’t-Tevhîd, s. 146.

[43] el-Muvâfakāt, II, 36, 170 vd.

[44] el-Muvâfakāt, II, 203.

[45] Sād 38/44.

[46] el-Muvâfakāt, II, 388.

[47]el-Muvâfakāt, II, 382-386.

[48] Saffet Köse, hiyele başvurulması sonucunu intaç eden 14 kadar âmilden bahseder. bk. Hile, s. 143 vd., 426.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...