İBADÂT VE MUÂMELÂTTA İSTİKAMETTEN SAPMALAR
Prof. Dr.
Mehmet ERDOĞAN*
Allah
Teâlâ kādir-i mutlak olduğu kadar Hakîm de olan Allah Hâdî’dir de.
Allah, halifesi kıldığı insana özel inayette bulunmuş ve ona ayrıcalıklı bir
biçimde hidayet etmiştir. Bu hidayeti iki düzlemde
olmuştur: Birincisi ve aslolanı halk/ tekvin (yaratma) aşamasında
fıtratını yatkın kılması ile, ikinci düzlemde de bu yatkınlığını yetkinliğe
çevirmeyi sağlamak üzere, bir hayat boyu istikāmet
üzere sürdüreceği tekâmül yolculuğunda ona ışık tutmakla.
Rahman
ve Rahîm olan Hakîm Allah insanın ihtiyaç duyacağı her türlü donanımı halk
esnasında özüne yerleştirmiş, dış dünyadan tedarikine ihtiyaç duyacağı her şeyi
de henüz insanlığı var etmeden onun için hazır ve emre amade hale getirmiştir (teshîr[1]).
Hem
halk düzleminde fıtratın/ yatkınlığın oluşmasında -ki buna tekvin
diyoruz- hem de hayatının her aşamasında ihtiyaç duyacağı ışığı teminde -ki
buna da teşrî‘ diyoruz- nihaî amacı, bu iki inayetin birbiri ile
örtüştürülerek insanın “ibtidaî kemalden nihaî kemale” erişmesini ve bu
haliyle halife olarak yeryüzüne vaziyet etmesini amaçlamaktır.
Bunun
için teşrî‘de vaz edilen ahkâmdan gözetilen amaçlara makāsıd (makāsıdu’ş-şerî‘a/
el-makāsıd eş-şer‘iyye) diyoruz.
Burada
iki farklı yön ortaya çıkmaktadır. Birincisi Şâri-‘i Hakîm’in ahkâmı
vaz‘ındaki maksadı… İkincisi de ahkâma muhatap olan insanın, onları yerine
getirirken ki maksadı.
Hikmetin
ortaya çıkması ve nihaî amacın gerçekleşebilmesi için bu iki amacın yani
Şâri‘in ahkâmı vaz‘ındaki amacı ile muhatap olan yükümlünün, kendisine yönelik
hükümlerin gereğini yerine getirirken ki amacının örtüşmesi gereği vardır.
Burada mükellef açısından niyetin önemi ortaya çıkmaktadır. Muvaffaklık,
kulun yaptığının Allah’ın kuldan beklediğine uygun düşmesi, her iki irade
arasında tam bir tetabukun oluşması demektir. Ve bi’llâhi’t-tevfîk
denilirken dua makamında istenilen tevfîk de budur. Salt “başarı”
sözcüğü bu anlamı ifade etmez.
Teşrî‘de nihai amaç, haşa Allah’ın hukukunu korumak değil kulların
maslahatını temin etmektir;[2]
Burada söz konusu olan maslahat, sırf nefislerin arzu ve istekleri
değil, ucunda ahiret olan dünya hayatında gözetilen yararı alma - zararı
savmadır (celbü’l-masālih def‘u’l-mefâsid).[3] Bu nihaî amacı “dünyada
salâh, ahirette felâh” şeklinde de formüle etmek mümkündür.
Bu maslahatlar ya da bunları
gerçekleştirmek için konulan en genel/ küllî maksatlar üç tanedir: Zarûriyyât,
Hâciyyât,Tahsîniyyât.
Teşride makasıdı gerçekleştirme iki yolla olur:
1. Onlara varlık kazandırmak ve temellerini sağlam atmak
yoluyla.
2.Bekasını temin etmek suretiyle.
Kendi aralarında bir sıralama olsa da hepsi bir bütün olarak şer‘î ahkâmı
oluşturur. Bunların birbirinden ayrılmaları ancak zihinde varlık itibariyledir.
İnsanı insan yapan bütün uzuvların birliği gibi bunlar da bir bütün olarak
şeri‘atı oluşturur.
Şer‘î ahkâmı değerlendirmede önemli
olan, her birini kendi düzlemine ve yerine yerleştirmek, sırf kendisinden
amaçlanan faydanın hâsıl olması için çalışmaktır; başka şeylere alet etmek
değildir.
İbrâhîm 14/24-25’de şecere-i tayyibe metaforu ile de
anlatıldığı gibi İslâm Dini, inançları (ağacın kökleri), davranışları (ağacın
gövdesi) ve erdemleri (ağacın yemişleri) ile insanı bütün boyutları ile
birlikte yekpare olarak ele alır ve vakıada inancı, eylemden ve her ikisini de
erdemden ayrı olarak düşünmez. Din insanın hayatına bir cevap olmak üzere
gelmiştir ve her üç boyutunu da birbirinden ayırmaksızın ele almış ve
düzenlemiştir.
Ağacı ağaç yapan, onu odundan ayıran husus onun canlı oluşudur.
Canlılık da ona hayat veren özsuyu iledir. Bu öz suyu ağacın her zerresinde
bulunmak zorundadır. Özsuyunun ulaşamadığı dallar kurur ve oduna dönüşür. Bu
haliyle kuru dallar asla meyve vermez. Onun nasibi ateştir. Ahkâm da öyledir.
Dallar, yapraklar gibi ahkamın da birtakım şekilleri vardır. Ancak ona hayat
veren ruhu olan makāsıddır.[4]
Makāsıddan yoksun olan ameller, özsuyundan yoksun ağaç dalları gibi semere
vermesi ve onların erdeme dönüşmesi söz konusu değildir. Her şeyin bir istikāmeti vardır. Ağacın müstakīmliği
ise köklerden aldığını gövdede özümsemesi ve meyveye durmasıdır.
Buna göre İslâm ahkâmını üç ana başlık altında toplamak gerekir:
· Ağacın köklerine tekabül eden inançlar.
· Ağacın gövdesine tekabül eden
davranışlar.
· Ağacın semeresine karşılık gelen erdemler.
İslâm’ın ilk yıllarında dinin öğrenilmesi herhangi bir ayrım
yapılmaksızın bu üç boyutunun birlikte ele alınması şeklinde olurdu ve bu
faaliyetin adı da et-tefakkuh fi’d-dîn idi.
Din
dilinde yüce olan Allah ile insan arasındaki ilişki, köle ile efendisi
arasındaki ilişkiden esinlenerek anlatılır. Buna göre kulluğun iki anlamı
vardır. Birincisi kulun (abd) efendisine (rab) özel
ilgi, alaka, sevgi ve mehâbetini ifade etmesi, onun özel hizmetlerini yerine
getirmesi, ikincisi de kulun efendisinin emir ve yasaklarına uyması ve işlerini
(yeryüzünü bayındır kılma ve cennete çevirme işini) onun namına görmesidir.
Kişinin, Rabbi ile olan ilişkileri bağlamında ortaya koyduğu
davranışlara ibadet diyoruz.
İnsanın, kul olarak yaratıcısı ile alaka
kurması O’na sevgi, saygı ve itaatini sunma çabası ancak özel dinî bir tecrübe
yoluyla olur. Bu, tam bir içtenlikle ortaya konulması gereken, sembolik
anlamlar taşıyan birtakım fiil ve merasimlerle yapılır. Bunların özünü Allah’a
karşı duyulan huşu ve ihlas oluşturur.
İnsan çok saygın yaratılmıştır ve
yeryüzüne “halifelik” payesiyle,[5]
“emanet”i yüklenmiş olarak[6]
indirilmiştir. Buradaki hayatı geçicidir. Asıl kazanması gerekli olan âhiret
hayatıdır. Cenneti de cehennemi de oradadır; ancak her ikisi de buradaki
yaşamının birer izdüşümü olacaktır. Bir anlamda bu dünyadaki yaşantımız, “daha
hayırlı ve sonsuz”[7]
olan âhiret hayatımız için bir ekenektir (tarla). Zerre kadar iyilik yapan
iyilik, kötülük yapan da kötülük bulacaktır.[8]
İnsanın istikāmet
üzere Allah’a karşı olan kulluğu, zorakilik çerçevesinde değil, O’na duyduğumuz
imana dayalı ilgi, sevgi, saygıdan (mehâbet) beslenen gönüllü kulluk ile
olur. Sırāt-ı müstakīm üzere ubudiyetin gerçekleşebilmesi için,
davranışlarımızın bu saik üzere olması zarureti vardır.
İslam getirdiği hükümlerle, insanları
zoraki kulluktan, gönüllü kulluğa yükseltmeyi hedefler;[9]
bunun imkânını ve yollarını hazırlar.
Allah’a yaklaşma,
zahirde birtakım semboller ve bazı merasimler (ritüeller) yoluyla olur. Yüceler
yücesi Allah’a başka türlü yaklaşabilmenin imkânı yoktur.
İslâm, kulun Allah’a
yaklaşabilmesinin değişik yollarının olacağını kabul eder. Bunları üç noktada
toplamak mümkündür: Zikir, fikir ve şükür. Zikir, Allah’ı anmak ve O’na
olan inancını diri tutmaktır, fikir O’nu (zatını değil de sıfatlarını ve
eserlerini) düşünmektir, şükür de bütün bunların sonucunda minnettarlığımızı
bildirmektir.
Kulun Allah ile
olması, O’na zikrini, fikrini ve şükrünü sunması kulluğun özetini oluşturur.[10]
İbadetler Allah’ın hakkıdır; ancak Allah için yapılır. Namazlarımızın her
rekatinde okuduğumuz Fâtiha’nın içindeki “Ancak sana tapar ve ancak senden
yardım dileriz.”[11]
andı, bu ilkenin temelini oluşturur. Dinimizin en temel özelliği olan tevhid
inancı, yaratıcı olarak sadece Allah’ı kabul etmenin yanında Rab olarak da
ancak onu tanımayı, başka bir mâbud edinmemeyi gerektirir[12].
اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ duası ise tevhid üzere kurulu bir inançla, O’nun yoluna
girmeyi, yolunda daim olmayı ve yolunda yol almayı istemektir.
İbadetler ihlas ile yapılır.
Allah’a tapmada keyfîlik olmaz; O’na
ancak meşruiyeti sabit olan ibadetler ile kulluk yapılır. Bu da Hz.
Peygamber’in (s.a.s.) örnekliğinde sabit olan ibadetlerdir.
Muâmelât: Kulun,
Rabbı/ Efendisi namına dünya işlerini tedvir etmesi (halifelik) için ibadetler
dışında âdât tabir edilen yeme, içme gibi gündelik yaşantısı ile
ilgili birtakım davranışları olur. Bunlardan bir kısmı da alış veriş gibi
başkaları ile olan ilişkileridir ki bunlara muamelat tabir edilir.
Âdât ve
muâmelât türünden davranışların istikāmeti,
terki ya da fiili istenilen davranışların kendisine halife/ naip olunan zatın
(Rab) iradesine/ istemine (emr) uygun düşmesidir:
Bunlarda
mücerret bu uygunluk yeterlidir. Bir anlamda insan (abd), konumu
itibariyle içselleştirmiş olduğu kulluk (ubudiyet) bilinci ile yaptığı her şeyi
Sahip/ Efendi/ Rab adına yapıyor olur. Bu bilincin olması halinde, ayrıca açık
bir niyetin bulunması gerekli değildir. Ancak kul, bütün davranışlarını -âdât
kabilinden de olsa- onlara eşlik eden bilinç haliyle tâate hatta ibâdete
dönüştürebilir.
“İslâm’ı
temsil edebilecek özellikte tek kelime nedir?” sorusuna Mahmud Abbas Akkād
“Hak” cevabını verir.[13]
Hak, en geniş anlamda adaleti de içine alır. Fıkhımızın istinatgâhı adalettir.
Mükelleflerin hem Allah ile hem de diğer insanlarla olan ilişkilerinde “âdil”
olmaları şartı aranır. Özellikle de başkaları hakkında yetki kullanmayı
gerektiren (velâyet, şehâdet, rivayet gibi) durumlarda adalet vasfı vazgeçilmez
bir şart olarak aranır. Adalet, vakıaya uygun hükümde bulunulması, her
şeye hak ettiğinin verilmesidir. Karşılığı zulümdür. Kişinin Allah’a karşı
âdil olması O’nu uluhiyette, rubûbiyette (ve esmâ ve sıfâtta)
birlemesidir (tevhid). Bir başka ifade ile ‘halk ve emr’i O’na özgülemektir.
O’na özgü olan isim ve sıfatların, O’ndan gayrı birtakım varlıklara verilmesi
ya da tanınması şirk olur. Şirk ise en büyük zulümdür.[14]
Kişinin
adaleti genelde istikāmet sahibi
olmasıyla açıklanır.[15]
Allah’ın âdil olması إِنَّ رَبِّي عَلَى صِرَاطٍ
مُسْتَقِيمٍ ayetinde ifade edildiği gibi O’nun da sırāt-ı müstakīm üzere olması[16]
şeklinde yorumlanabilir.
Nitekim Mücahid şöyle der: “Rabbin sırāt-ı
müstakīm üzere olması, O’nun Hak üzere olmasıdır; yani iyi olanı iyiliği
ile ödüllendirmesi, kötü olanı da kötülüğü ile cezalandırması, hiçbir kimseye
haksızlık etmemesidir.”[17]
Kulun
adaleti, istikāmet sahibi olmasını
gerektirir; istikāmet ise kavm kökünden
masdar olup “doğruluk, dürüstlük, adalet, itidal, itaat, sadakat ve dürüst
yaşama” mânalarında kullanılmaktadır.
Buna
göre istikāmet evvel emirde yola
girmek, yolu tutmak ve yolda yolun götüreceği yere ulaşmayı amaçlayarak yol
almak demektir. Bu yol kıldan ince kılıçtan keskincedir. Bu yolda yol almak saçı sakalı
ağartacak cinstendir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), saçını sakalını ağartan
şeyin Hûd suresinin istikāmet üzere
olmayı emreden 112. ayeti olduğunu ifade etmiştir.[18]
Yoldan sapmak ise fısktır. Fâsıklık
kişinin adaletini, istikāmet üzere
olmasını zedeleyici bir tutumdur. Adalet sırāt-ı
müstakīm üzere yol almak ve menzil-i maksuda ulaşmak için çabalamak, fısk
ise yoldan çıkmak, sapmak, sapıtmak demektir. Buna göre adaletin zıddı
fâsıklıktır.
Bazı şeylerin
istikāmeti dümdüz oluşu değil
işlevini yerine getirmesidir. Hz. Musa; “Rabbimiz her şeye yaratılışını
veren, sonra da doğru yolu gösterendir.”[19]
derken her şeyin varlık yapısına uygun bir istikāmete
sahip olduğunu anlatmak istemiştir. Şu halde evrende
sadece istikāmet vardır.[20]
Gazzâlî de adaleti açıklarken “istikāmetin,
aslî fıtratın gerektirdiği şey” olduğuna değinir.[21]
Evrende
mevcut olan bu istikāmetin/ düzenin
bozulması insanın zoraki kulluk yönüyle olmaz. Zira bu yönü ile insan mevcut
doğa yasaları doğrultusunda var olur ve varlığını sürdürür. Bozulma sadece ihtiyarî kulluk yönü ile olur.
İnsandan sırāt-ı müstakīm üzere olmasının
istenmesi, varlık amacını gerçekleştirme çabası içinde olarak, fıtratına uygun
davranması, mevcut yatkınlığının iradî olarak yetkinliğe evrilmesini sağlaması, en
azından bu yolda elden gelen çabayı göstermesi demektir.
İstikāmet kāme/ kıyâm fiilinden türetilmiştir. Bu fiilin kök anlamı
ayağa kalkmak, doğrulmak, geçişlisi de (ekāme/ ikāme) kaldırmak,
doğrultmaktır. Sin’de talep mânası olduğundan, istikāmet
doğrulmayı istemek demek olur. Doğrulup ayağa kalkabilmenin ön
şartı kişinin canlı olması, organların salim ve sağlıklı bulunmasıdır. Namazın
‘kaldırılması’ (ikāmetü’s-salât),[22]
onun ayakta durabilecek şekilde dört başının mamur hale getirilmesi demektir.
İnsan bedeni birtakım organlardan meydana gelir, ancak bunları bir arada
işlevsel halde tutan ruhu/ canıdır. İbadetler de birtakım şekil
şartlarından oluşur, onu ayağa kaldıracak olan ise ona ancak bir ruh verilmesi
ile mümkün olur. Amellerin ruhu niyettir, edasından gözetilen makāsıddır.
Yol
sizi istikāmet üzere Hakk’a götürecekse, bu ancak yolun hakkının
verilmesi ile olur; yola girmeden, duraklarına uğramadan, inişini inmeden, yokuşunu çıkmadan yol sizi bir yere götürmez. Bu mânada yolun
hakkını vermek istikāmet olmaktadır.
Her şeye hakkını vermek ise adalettir. Buna göre, bu iki kavram arasında
ayrılmazlık ilişkisi vardır. Adalet matluptur, adalet için de istikāmet şarttır.
Şecere-i tayyibemizde
meyve vermenin ön koşulu tutunulan dalın canlı olması, gövde ve köke
bağlılığının her dem sürdürülmesidir. Amellerimizin meyve vermesi de öyledir.
Söz gelimi namazın amacı zikir,[23]
meyvesi de her türlü kötülükten bizi alıkoymasıdır.[24]
Ayrıca namaz birtakım şekillerden meydana gelmektedir. Bu şekillere bakıldığı
zaman hepsinin namaz için amaçlanan sonucu doğurucu olabilmesi için ona
yoğunlaşmayı sağlayacak biçimde düzenlenmiş ve edası istenmiş olduğu görülür.
Ne
var ki namazın istikāmeti/ doğrulup
ayağa kalkabilmesi ve Hakk’a ulaşabilmesi onun ruhunun olması ile mümkündür. Bu
ise niyetle/ bilinçle olacak bir şeydir. Niyet kişinin yapıp
ettiğinin bilincinde olması demektir.
Böyle bir namazın baştan sona öylesi bir
niyetle/ her anına eşlik eden bilinçle sürdürülmesi gerçekten zordur ve bu
ancak huşu sahibi olmakla mümkün olabilecek bir şeydir.[25]
“Kıldan ince kılıçtan keskince” bir yolda (sırāt-ı
müstakīm) ilerleyebilmek ancak meşk[26]
ile; müthiş bir zihnî yoğunlaşma (konsantrasyon) ile ve her an dengenin
korunması ile mümkün olabilir.
Dengenin
sağlanması zor bir iştir, ancak onun sürdürülerek korunması daha da zor bir
iştir.
İstikamet,
uçlara yalpalamadan, sağa sola savrulmadan hedefe kitlenerek yol almayı ifade
eder.
Sırāt-ı
müstakīmden sapmada ve dengenin bozulmasında birtakım etkenler vardır: Bunları
şu başlıklar altında ele almak mümkündür:
“Tekvin-Teşrî‘ Dengesi”nden maksat ilahi hidayetin hem
tekvin hem de teşrî aşamasında birlikte gerçekleşmiş olmasıdır. “Rabbimiz
her şeye yaratılışını veren, sonra da doğru yolu gösterendir.”[27]
Tekvin aşamasında hidayet bize lazım olacak donanımların özümüze
yerleştirilmesi anlamındadır. Bunların başında da akıl gelir. İmdi bu aklın
işlemesi için onun birtakım ölçemlere ihtiyacı vardır. Göze nispetle ışık gibi
olan bu ölçemlerin aşkın/ mutlak ve müteâl olması gereği vardır.[28]
Aksi takdirde göreceli değerlerle sağlıklı sonuçlar almamız mümkün değildir.
Aklın istikāmeti sağlıklı ölçemlerle
doğru değerlendirmeler yapabilmesidir. Aşkın olan ölçemler teşrî yoluyla
insanlık dünyasına mal edilmiş olan değerlerdir.[29]
Fıtratta bu işe yatkın kılınan akıl bu değerleri dikkate alarak ölçme
değerlendirme yaparsa işte o zaman istikāmet
üzere yol alır.
Bu denge gözetilmez de akıl sanki teşrie
alternatif/ rakip firma acentesi imiş gibi itilir kakılırsa, onun aynen din
gibi insanların emanetini yüklenmede bir gerekçe olmak üzere Allah’ın hücceti[30]
olduğu kabul edilmeyip ahkâmın belirlenmesinde tek başına teşrie itimat
edilirse, teşrî (vahiy) insanları ilelebet sırāt-ı
müstakīme yönlendiremez, onları yolda tutamaz, yolda yol aldıramaz, yolda
kalanlar yolda olsalar bile menzil-i maksuda eremezler.
Tekvin/
Akıl ve teşri/ vahyin birbirine
nispeti makineye nispetle kullanım kılavuzu, ilaca nispetle prospektüs
yazımı gibidir. Her ikisi de tek başına yetersiz, bazen anlamsızdır. Her
ikisi birlikte ele alınıp değerlendirilmesi halinde denge kurulmuş, sırāt-ı müstakīm üzere yola girilmiş ve
yolda yol alınmış olur.
Tekvin
ve teşrî doğru okunması halinde tenakuz olmaz,
birbiri ile tetabuk eder ve sarih akıl ile sahih nakil nûrun alâ nûr
olur.[31]
Tenakuz var gibi görünmesi halinde tekvin/ makine öncelenir, teşrî
tevil edilir. İşin tabiatı bunu gerektirir. العقل
أول الأدلة (Akıl delillerin ilkidir ve diğer deliller akıl ile kavranır.)
Söz gelimi şaraba teşrî pislik (rics) derse ve akıl da onun temiz
olduğunu görürse akıl esas alınır ve teşrî tevil edilir; onun pislik oluşu
manevî yöne/ değer hükmü oluşuna yorulur.
Tababette
dahi olduğu gibi diyanette de vakıa öncelenir. Verilen hüküm vakıaya
uygun yani güncel ve olaya özgü olunca adaletli ve hikmetli olur.
2.
Gerçeklik hükümleri ve değer hükümleri ayrımı
gene bu başlık altında ele alınır. Dışkının pisliği gerçeklik hükmü, üzüm
suyundan üretilen ve içine herhangi bir necaset karışmayan şarabın pis (rics)
oluşu ise (içimi itibariyle) değer hükmüdür. Keza hariçten yenilecek
içilecek bir nesne alınmasının orucu bozması gerçeklik hükmü, gıybetin
ölü eti yemek şeklinde değerlendirilmesi ve orucu bozuyor sayılması[32]
değer hükmüdür.
Değer
hükümlerinin gerçeklik hükmü gibi algılanması ve bunun üzerine şerî ahkâm bina
edilmesi istikāmetin şaşırılması
demektir. Söz gelimi şarabın
rics olması içimi itibariyledir ve şerîdir, ama alkolün dışkı gibi necis
sayılması ve alkol içeren bütün ürünlerin (kolonya, ilaç ve sair kozmetik
ürünleri vb. gibi) necis sayılıp kullanılmasının haram sayılması böyle bir
dengesizliğin/ aşırılığın sonucudur.
İstikametten
sapmanın ikinci bir tezahürü de lafız ile mâna arasındaki dengenin lafız
lehine bozulmasıdır. Ruh - beden ilişkisinde olduğu gibi aslolan elbette ki
mânadır. Ancak onun bir lafız kalıbı içinde tutulması zorunluluğu vardır. Her
ikisinin de birlikte dengeli bir şekilde i‘mâli esastır. Buna rağmen, birini
diğerine öncelemek gerekirse mânanın öncelenmesi iktiza eder. Çünkü asıl maksat
odur. Bu konuda birtakım kurallar da geliştirilmiştir: “Ukûdda itibar,
makâsıd ve ma‘ânîyedir; elfâz ve mebânîye değildir.”[33]
Binâen alâ zâlik
bey‘ bi’l-vefâda rehin hükmü cereyan eder.
Lafız
mâna dengesinde birinin diğerinin aleyhine bozulması sonucu yorum ekolleri
de doğmuştur. Lafzı önceleyenler Zāhirîlik ve Selefîlik, mânayı önceleyenler
ehl-i tevil ve hatta lafzı tamamen kāle almayıp yorumda keyfiliğe kadar giden
Bâtınîlik[34]
gibi fırkaların ortaya çıkmasını intaç etmiştir. Tarihimizde bu konuda dengeyi
başarılı bir şekilde kuranların hem dirayeti hem de belli şartlar ile rivayeti
esas alan Ehl-i Rey ve özellikle de Hanefîlik[35]
olduğunu söyleyebiliriz.
Zāhirîlik
ve lafızcılık yanlıları genelde nasları
(ayet ve hadisleri) mutlaklaştırıp bağlamı itibara almazlar; onlara bir tür
zaman-dışılık, tarih-üstülük atfederler, her zamanda ve mekânda onları mutlak
doğrunun yegâne adresi olarak görürler; hangi bağlamda ve ne için nâzil/ vârit
olduğunu hesaba katmazlar. Katanları da aşağılarlar. Bunun sonucunda asr-ı
saadet, ufukta bir ideal olmak yerine tarihte yaşanmış özellikle ilk üç
neslin (kurûn-ı selâse) bilfiil yaşamış oldukları hayat/ tarih kesiti
olur ve dindarlığın ölçüsü, yaşanmış olan o tarihin yeniden aynen yaşanması
çabasıyla ölçülür. Karadāvî’nin ez-Zâhiriyyetü’l-Cüdüd
(Neo-Zāhirîlik) dediği bu selefi akım günümüzde bir hayli güçlenmiştir.
Bunların karakteristik özellikleri şunlardır:[36]
·
Lafza
harfi harfine bağlı kalma, nasları literal okuma ve anlama.
·
Şiddet
ve zorlaştırma yanlısı olma.
·
Kendi
görüşlerinin/ inançlarının doğruluğuna aşırı güven duyma.
·
Farklı
okumalara asla müsamaha göstermeme, muhaliflerine karşı şiddet yanlısı olma.
·
Muhaliflerini
kolaylıkla tekfir edebilme.
·
Dini
tebliğde katı olma ve doğabilecek fitne ve kargaşaya aldırmama.
Bunlar
kapalı, mutlak, her alanda kesin doğru, zaman ve tarih üstü, her zaman ve
mekânda duyulacak olan ihtiyacı en iyi, en güzel, en doğru şekilde karşılayan
ve dolayısıyla hariçten başka hiçbir şeye ihtiyaç duymayan bir din ve şeriat
inancını taşırlar. Yeni olan her şeyi bid‘at, değişimi sapıklık olarak
görürler; sözünü ettiğimiz tekvin - teşrî‘ dengesinde tekvine herhangi bir
değer atfetmezler, her şeyin cevabını naslarda ve nasların da zahirinde
ararlar. Hadislere aynen Kur'an gibi bir değer atfettikleri için, hadisleri
Kur'an’a arz etmek ve bir bütünlük içinde ele almak gibi bir dertleri olmaz. Vaktiyle Ebû Hanîfe’yi hedef
aldıkları gibi, hadisleri Kur'an ve Sünnet bütünlüğü içinde ele alma ve
umûmât-ı Kur'an ve sünnete arz etme gibi çabalara karşı çıkarlar. Naslardan bir
sistem oluşturmak yerine bizatihi onları sistem görürler. Mutlak doğruyu temsil
ettiklerine inandıkları için de farklı yorumlara karşı çok katı ve
müsamahasızdırlar. Kolayca tekfir edebilirler.[37]
Dengenin
bozulmasının diğer bir tezahür alanı da hükümlerde ta‘lîl
ta‘abbüd dengesinin
kurulamamasıdır. Mademki şeriat
Hakîm olan Allah Teâlâ’nın kullarının masālihini gerçekleştirmek için vazedilmiştir,
öyle ise bu hükümlerin tümünün hikmetli olması gereği vardır. Hikmetli olması,
hükümlerin yerli yerinde olması demektir. Hal böyle olunca da bunun
gerekçesinin akılla kavranabilir (ta‘lîl edilebilir) olması lâzım gelir. Ne var
ki, hükümlerin tümünün öyle de olmadığı, kısmen ta‘abbüdî denilen -yani
gerekçesi pek akılla izah edilemeyen ama yine en üst düzeyde hikmetle
açıklanabilen- hükümlerin de varlığını kabul etmek gerekir.
Genel
olarak ibadetlerde ta‘abbüdîlik, âdetlerle ilgili konularda ise ta‘lîl
edilebilirlik yönü ağır basmaktadır.[38]
Bu
konuda aslolanın ta‘abbüd olduğunu kabul etmek ahkâmın amacına ve doğasına
uygun düşmemektedir. Misal
olarak fıtır sadakası olarak bir sā‘ hurma ya da arpanın verilmesi
konusunu örnek verebiliriz.
Diğer
bir sapma tezahürü zarf - mazruf ayrımının yapılmaması ve her hükmün
aynı düzeyde ve değerde ele alınmasıdır. Oysa birtakım hükümler vardır ki
zarftır, aslolan ise onun içindeki (mazruf)tur. Zarf gidince içindeki
(mazruf)un da gideceğini söylemek, ilk etapta mantıklı gibi gözükse de
hakikatte sapla samanın karıştırılması gibi de olabilir. Zira zarf, mazruf için
ca‘lî olarak belirlenmiş, asıl maksat olana emare kılınmış (mu‘arrifât)[39]
gibi düzenleme de olabilir.
Makāsıddan olan namazlara nispetle vakitler, cevizin
özüne nispetle kabuğu gibi değildir;
kabuk olmadan ceviz özü oluşmaz; dolayısıyla, bunlar varlık yokluk bakımından
birbirine bağlıdırlar. Ancak namaz ve onun zarfı durumunda olan vakitler öyle
değildir. Biz namazı elbette ki vakitleri içinde kılarız. Ancak vakitler, namaz
için varlığını belirleyici ve gerektirici özellikte olmayıp, bir tür emare (mu‘arrifât,
adres) hükmündedir.
5. Vesâil - Makāsıd İlişkisi
Bir
diğer sapma göstergesi de vesâil ile makāsıdın aynı kefeye konulması ve
bu yüzden istikāmetten sapılmasıdır.
Makāsıd, Şâri‘ Teâlâ’nın bizatihi ifasını amaçladığı
hükümlerdir. Oysa vesâil, o maksatları gerçekleştirmede başvurulacak
araçlardır.
Araçlar
işlevsellikleri ile itibar görürler. Ne kadar değerli de olsa (antika eserler
gibi) pratik bir değeri olmayan vesileler hayatın dışına itilir, atılır,
kıymetli olanlar da müzelere kaldırılır. Aynı maksadı gerçekleştirmek için
birden fazla vesile olabilir. Bu durumda tercihi işlevsellik belirler. Maksadı
gerçekleştirmeyen vesileler itibardan düşer. Maksad düşünce onunla birlikte
vesile olan hüküm de düşer. Makāsıd ve vesâilin karşı karşıya gelmesi halinde
bunlar rütbe itibariyle farklı oldukları için (her ikisi de farz da olsa
mesela) maksat alınır, vesile terk edilir.[40]
Namazın
şartlarından olan farzlar (setr-i avret, necasetten taharet… gibi) bulunmuyor
diye namaz farzı düşmez.
İstikametin
iki anlamı vardı: Birincisi
fıtrat doğrultusunda hareket etmektir. Bir ayette dinin ne olduğu beyan
edilirken fıtrata atıfta bulunulur ve onunla özdeşleştirilir.[41]
Buna göre, “kişinin iradî davranışlarını fıtratın gereği doğrultusunda
kullanması ve eylem esnasında bunun bilincinde olması” istikāmet üzere olması demektir. Bu bilincin adı da niyettir.
Ameller niyete göre değer kazanır.
İkinci
anlamı da yaşantının dinin bizden istediği yol üzere olmasıdır. Dinin bizden
istediği ise fıtrata uygun davranmak, eşyanın hakikatine uygun hüküm vermek,
belirlenen dosdoğru yolda yol almaktır.
Her
iki halde de niyetin belirleyici önemi bulunmaktadır.
Niyet, sözlükte “yönelmek, ciddiyet ve kararlılık göstermek” gibi anlamlara
gelir. Daha çok “kalbin hemen veya sonucu itibariyle maksada uygun bulduğu,
yani bir yararı sağlayacağına yahut bir zararı savacağına hükmettiği fiile
yönelmesi” şeklinde tarif edilir.
Ameller fiil,
kavil, hareket, sükûn, celp, def‘, fikir, zikir gibi pek çok kısma
ayrılabilirse de niyetin etkisi bakımından üç ana grupta toplanabilir. a)
Yasaklanmış fiiller (ma‘âsî). Bunların hükmü niyetle değişmez.
Meselâ haram malla okul, mescit vb. hayır yollarına harcama yapmak böyledir.
Bunlar niyet iyi de olsa zulüm ve mâsiyet olmaktan çıkmaz. b) Yapılması emir
veya tavsiye edilmiş fiiller (tā‘ât). Bunlar gerek aslının
geçerliliği gerekse faziletinin katlanması bakımından niyetlerle ilişkilidir.
Aslın geçerliliğinden maksat kendisiyle sırf Allah’a kulluğa niyet edilmiş
olmasıdır, eğer riyâ niyeti taşıyorsa mâsiyet olur. Faziletinin katlanmasıyla kastedilen
ise tek bir tâatle birçok hayra niyet edilerek her bir niyet için sevap
kazanılabilmesidir. Zira her bir niyet bir hasenedir (iyi amel). Meselâ
mescitte oturma bir tâattir ve bununla Allah’a kulluğun özel mekânı olan mâbedi
ziyaret, kötü davranışlardan uzak duracağı bir zaman geçirmek, Allah için yeni
dostlar kazanmak, yanlış hareketi olanlara doğrusunu göstermek gibi birçok iyi
şeye niyet edilebilir. c) Serbest bırakılmış fiiller (mubâhât).
Bunlar sırf mubah kılındığı için işlenirse sevabı veya cezası olmaz; kötü
niyetle yapılırsa mâsiyete dönüşür ve cezayı gerektirir, iyi niyetle yapılırsa
bundan dolayı ecir alınır. Meselâ kişinin güzel bir kokuyu hoşlandığı
için sürünmesi mubah olup, fiil sırf bu gerekçeyle sınırlı kaldığında ödüle
veya muahazeye konu olmaz. Fakat bunu böbürlenmek gibi bir niyetle yaparsa
günaha girer; buna karşılık mescide saygı ve birlikte ibadet ettiği insanların
daha huzurlu olmasını sağlama maksadıyla veya cuma günü Resûlullah’ın
uygulamasına tâbi olma niyetiyle yaparsa sevabı hak eder. “Ameller tamamen
niyetlere göredir.” hadisi sadece tâat ve mubâhât ile ilgilidir. Tâat
niyetle mâsiyete dönüşebilir; mubah niyetle mâsiyet veya tâate dönüşebilir;
fakat mâsiyet niyetle tâate dönüşmez.[42]
Şâtıbî, Şâri‘in, şeriatın konuluşunda
gözetilen şer‘î maksadın, mükellefin hevâ ve hevesinden koparılarak, kendi
ihtiyarı ile Allah'a kul olmasını sağlamak, başka bir ifade ile zorunlu
kulluktan gönüllü kulluğa yüceltmek olduğu tespitini yapar.[43]
Hal böyle olunca da mutlak surette hevâ
ve hevese uyularak işlenen ve bu arada hakkında mevcut bulunan emir veya
yasağa, ya da ibâhaya itibar edilmeyen her amel kesin olarak bâtıl olur.
Burada özellikle âdetler açısından bâtıllıktan maksat onlara herhangi bir sevap
bağlanmamasıdır.
Ameller işlenirken aslî maksatların
bulundurulması niyeti ile işlenmesi halinde mükellefin gerek ibadet ve gerekse
âdet türünden olsun bütün davranışları ibadete dönüşür.[44]
İşlediği fiille kendisi için meşru
kılınmayan bir hakkı elde etmeye kalkışan, bu niyetiyle ve yerli yerince
(hikmetli) olan şer‘î hükümleri konuluş amacı (mâ vudı‘a leh)
doğrultusunda değil de bir başka amaca ulaşmak için alet eden kimse şeriata
ters düşer. Şeriata ters düşenin ameli ise bâtıldır.
Bu bağlamda hiyel (hîleler)
konusu önem arz eder.
Şer‘î hükümleri araçsallaştırmanın ve sırāt-ı
müstakīmden sapmanın en yaygın yolu hiyeldir. Asıl itibariyle
hîle kelimesi “çare” anlamındadır. Nitekim el-hîletü bintü’l-hâce
denir ve “çarenin ihtiyacın ürünü” olduğu ifade edilir. Ne var ki bu kelime
zamanla şer‘î yükümlülüklerden kurtulmanın ya da bir başka şeye alet etmenin
adı olarak kullanılmaya başlamıştır.
Bir sıkıntının içinden nasıl çıkılacağı
konusunda akıl
verici, yol gösterici çarelerin/ hîlelerin meşruiyetinde bir sorun yoktur. Nitekim
Kur’an’da da Yüce Allah iyileşmesi halinde karısına yüz sopa vuracağına dair
yemin eden Hz. Eyyûb’a yeminin bozmamasını ve karısına (yüz saplı) bir
ekin demeti ile vuruvermesini ve böylece sözünü yerine getirmiş olmasını
buyurur.[45]
Burada özellikle gayrın hukukunu iptale yeltenme gibi bir durum da yoktur. Ama bu zekâtın düşürülmesi, şuf‘a
hakkının ıskātı gibi başkalarının hukukunu ilgilendiren konularda oldu mu, hiyel
daha farklı bir mahiyet kazanır.
Mükellefin bir fiili işlerkenki
kastının, o fiil ile ilişkili hükmü vaz’ eden Şâri‘in kasdına uygun düşmemesi,
o hükmün meşru olmadığının önemli bir göstergesi idi. Hal böyle iken hiyel
hakkında nasıl bir değerlendirme yapılacaktır?
Hiyel, Şâtıbî’nin tanımında “bir
hükmün düşürülmesi ya da başka bir hükme çevrilmesi konusunda sureta meşru olan
bir yola/ sebebe başvurmak” demektir.
Şer‘î ameller, bir fiil oldukları için
değil aksine o fiillerin taşıdıkları anlamlar (mesalih) için amaçlanmış ve
konulmuşlardır.[46]
Dolayısıyla meşruiyet için kulun o fiili işlerken konuluş amacını kastederek
işlemesi gereği vardır.
Şeriatta yerilen, bâtıl olduğu
belirtilen ve yasaklanan hîleler, şer‘î bir esası ortadan kaldıran ve şer‘î bir
maslahatla ters düşen hîlelerdir.
Şâtıbî,
konu ile ilgili pek çok tikel delili serdettikten sonra bu delillerin tümünün
hükmü tersyüz etme amacı taşıyan hîlelerin caiz olmadığını gösterdiği
sonucuna varır.
Ona göre
hîleler üç kısımdır:
1) Bâtıl
olduğunda ihtilaf bulunmayan hîleler: Münafıkların ve mürâîlerin
hîleleri gibi.
2) Câizliği
konusunda ihtilaf bulunmayan hîleler: Zor altında inkâr kelimesini söylemek
gibi.
3) Üçüncü
kısım ise kapalılık ve dolayısıyla problem arz etmektedir. Bu kısım hakkında,
düşünürler farklı yaklaşımlarda bulunmuşlardır. Çünkü bu kısımdan olan
hîlelerin, birinci kısma ya da ikinci kısma katılacağı konusu açık bir delil
ile ortaya çıkmış değildir.
Şâtıbî,
konunun açıklık kazanabilmesi için hülle nikâhı ve büyü‘u'l-âcâl
(îyne ya da örtülü riba satışları) örneklerini verir:
İmdi bir
fiilin meşruiyetini, “Şâri‘in o fiili emretmesi ya da yasaklamasındaki
maksadına uygun düşmesi” olarak belirlediğimizde arkayı dolanma kabilinden bu
türden davranışların caiz olmaması gerekecektir.
Özetle
yasaklanan hîleler, şer‘î bir esası ortadan kaldıran ve şer‘î bir maslahatla
çelişen hîlelerdir. Başka bir ifadeyle şer‘î bir hükmün, amacı doğrultusunda
kullanılmayıp hevâ ve heves doğrultusunda başka bir amaca alet edilmesidir.[47]
Böyle değil
de zorlayan birtakım sebepler[48]
yüzünden bir çıkış yolu arama çabası şeklinde olan hiyel -ki ona mahâric
(çıkış yolu) denilmektedir- mahzurlu görülmemektedir.
Sonuç olarak şunu belirtelim ki kulluk,
Rabbe olan bağlılığı gerektirir. Bu bağlılık hem özde hem sözde hem de fiilde olur.
Sağlam bir inanç, o inançlardan kaynaklanan bir hayat boyu davranışlar/ eylemler
ve bunların hem amacı hem de tabii sonucu olan erdemler (mekârim-i
ahlâk) ile varlık amacımız gerçekleşmiş olur. İnanmış bir kulun Rabbini
kandırmaya çalışması düşünülemez. Bunu yapan –ki bu münafıklıktır- ancak
kendini kandırır. Bu itibarla, yeryüzünde tekvinî özellikleri sebebiyle halife
sıfatı ile konuşlanmış insanın varlık amacını gerçekleştirebilmesi,
yatkınlığını yetkinliğe evirebilmesi için teşrî‘de kendisine biçilen rolü elden
geldiğince yerine getirmesi, en azından bunun için çabalaması gerekir.
Kulun yapıp ederkenki amacı ile Şâri‘in
teşrî‘de gözettiği maksat birbiri ile tam bir uyum içinde olmalıdır. İşte o
zaman tevfîk gerçekleşmiş, insan kulluk dâvasında muvaffak olmuş, sırāt-ı müstakīm üzere yol almış olur.
Ve bi’llâhi’t-tevfîk!
*
Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi İslam Hukuku Anabilim Dalı emekli
öğretim üyesi
[1] “Göklerde,
yerde ne varsa hepsini Allah'ın sizin hizmetinize verdiğini ve açıkça yahut
gizlice üzerinizdeki nimetlerini tamamladığını görmediniz mi? Yine de insanlar
arasında, hiçbir bilgisi, yol göstericisi ve aydınlatıcı bir kitabı olmadan
Allah hakkında tartışıp duranlar vardır.” (Lokman 31/20)
[2]
el-Muvâfakāt, II, 3.
[3]
Bkz. el-Muvâfakāt, II, 37.
[4]
Şâtıbî, el-Muvâfakāt, II, 346.
[5]
Bakara 2/30.
[6]
Ahzâb 33/72.
[7]
A‘lâ 87/17.
[8]
Zilzâl 99/7-8.
[9]
Bk. Şâtıbî, el-Muvâfakāt, II, 169.
[10] İslam’a
Giriş Evrensel Mesajlar, s. 90-105.
[11]
Fâtiha 1/4.
[12]
Bu konuda bk. Zuhruf 43/45; Tevbe 9/59; Âl-i İmrân 3/173; Enfâl 8/64; Yunus
10/71-72.
[13]
el-‘Akkād, Allah, s. 106.
[14] “Yavrum!
Allah'a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak gerçekten vahim bir hatadır!”
(Lokman 31/13)
[15]
Bkz. ed-Debûsî, Takvîmu'l-edille fî
Usûli'l-Fıkh, I, 185, 186.
[16] “İşte
ben, hem benim, hem sizin Rabbiniz olan Allah'a dayandım. Yeryüzünde bulunan
hiçbir canlı yoktur ki, Allah, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim
dosdoğru bir yol üzerindedir.” (Hûd 11/ 56)
[17]
en-Nehhâs, Maʿâni'l-Kur'ân, III, 359 (قال
مجاهد: أي على الحق أي يجزي المحسن بإحسانه والمسئ بإساءته لا يظلم أحدا).
[18]
Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 432.
[19]
TāHâ 20/50.
[20] el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye,
II, 216-217’den. Uludağ, “İstikāmet”, DİA, XXIII, 348-349.
[21]
Gazâlî, el-Mustasfâ, s. 335 (الِاسْتِقَامَة
الَّتِي يَقْتَضِيهَا أَصْلُ الْفِطْرَةِ).
[22]
Örneği: “Namazı kılın, zekâtı verin; rükû edenlerle birlikte siz de rükû
edin.” (Bakara 2/43)
[23] "Şüphe
yok ki ben Allah'ım. Benden başka hiçbir ilah yoktur. O halde bana ibadet et ve
beni anmak için namaz kıl." (TāHâ 20/14)
[24] “(Ey
Muhammed!) Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz,
insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkor. Allah'ı anmak (olan namaz) elbette
en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı biliyor.” (Ankebût 29/45)
[25] “Sabrederek
ve namaz kılarak (Allah'tan) yardım dileyin. Şüphesiz namaz, Allah'a derinden
saygı duyanlardan başkasına ağır gelir.” (Bakara 2/45)
[26]
Eğitim ile anlamındadır. Ehl-i tasavvufun olmak/ ermek için seyr u sülûku şart
koşmaları bu arayışın bir tezahürü olmalıdır.
[27]
TāHâ 20/50.
[28]
Güngör, İslam’ın Bugünkü Meseleleri, s. 23 (Gerçekten hukukun ufkunda
insandan başka otorite bulunmayınca, insanlar arasındaki iktidar mücadelesi
sonunda hakim olan grubun değer sistemi hukuk haline gelmektedir).
[29]
Bu değerlerden maksat cüz’îler değil, onların tümünden çıkarılan küllîlerdir:
Bunlar da umdeler, ilkeler ve gayeler olmaktadır.
[30]
“Akıl ve din, Allah Teala’nın kişiye karşı iki hüccetidir.” (ed-Debûsî, Takvîmu'l-edille
fî Usûli'l-Fıkh, I, 186).
[31]
Bkz. İbnu'l-Kayyim, İctimâʿu'l-cuyûşi'l-İslâmiyye, s. 27.
[32]
“Hacamat eden de, hacamat olan da orucunu bozdu!” (Buhārî, III, 33)
[33] Mecelle,
Madde 3 (العبرة في العقود للمقاصد والمعاني، لا للألفاظ
والمباني).
[34]
Şâtıbî, el-Muvâfakāt. II 395.
[35]
es-Serahsî, Usûlu's-Serahsî, I, 351.
[36]
Karâdâvî, Dirâse fî fıkhı Makāsıdi’ş-şerî’a beyne’l-makâsıdı’l-külliyye
ve’n-nusûsi’l-cüz’iyye, III. Baskı, Kahire 2008, s. 52 vd.
[37]
Zāhirîlik hk. tebliğler ve müzakereler hakkında bkz. Zâhirî ve Selefî Din
Yorumu, İstanbul: KURAMER, 2019.
[38]
Şâtıbî, el-Muvâfakāt, II, 399.
[39]
İbnu’l-Hümâm, Fethu’l-kadîr, I, 156.
[40]
İbn Abdisselâm, Kavâ‘idü’l-ahkâm, s. I/104; İbn Âşûr, Makāsıd, s.
145 (221); Erdoğan, İslam Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, s. 107 vd.;
a.mlf., Vahiy Akıl Dengesi Açısından Sünnet, s. 268.
[41] “Hakka
yönelen bir kimse olarak yüzünü dine çevir. Allah'ın insanları üzerinde
yarattığı fıtrata sımsıkı tutun. Allah'ın yaratmasında hiçbir değiştirme
yoktur. İşte bu dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm
31/30)َ
[42]
Gazâlî, IV, 370-373’den İbrahim Kâfi Dönmez, “Niyet”, İstanbul: DİA,
2007, 33/169-172. Niyetin
etkisi hk. bkz. Ebû Abdullah Haldun b. Mahmud el-Hakvî, et-Tavdîh fî şerhi’t-Tevhîd, s. 146.
[43]
el-Muvâfakāt, II, 36, 170 vd.
[44]
el-Muvâfakāt, II, 203.
[45]
Sād 38/44.
[46]
el-Muvâfakāt, II, 388.
[47]el-Muvâfakāt,
II, 382-386.
[48]
Saffet Köse, hiyele başvurulması sonucunu intaç eden 14 kadar âmilden bahseder.
bk. Hile, s. 143 vd., 426.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder