Selâm sana ey kutlu 
peygamber!
Selâm sana ey kul 
peygamber!
Selâm sana ey başı arşa kadar 
yükselse de ayakları hep yerde olan yüce insan, salâtü selâm olsun sana yüzlerce 
binlerce, küresel dünyanın mazlumlarının ahu eninleri adedince. 
Ne iyi etmiş de gelmiştin, dolunay 
gibi doğmuştun üzerimize ya Rasûlallah! Her taraf kapkaranlıktı, süflî arzular 
ulvî duyguları sarmala almış, belden aşağısına kilitlenmiş akıllar insanı şehvet 
çukuruna düşürmüş, doğruya iletmesi beklenirken dümeni her türlü denaetin boy 
verdiği bataklığa kırmıştı. Özünde küllenmiş, derununda saklı kalmış masum 
fıtratın can havliyle, maşeri vicdanın derinden gelen sızlamalarıyla uğraştıkça 
daha da çok batıyordu… Ufuk kap karanlıktı, ya Rasûlallah! İnsanlığın giriftar 
olduğu bu girizgahta tünelin ucunda en ufak bir ışık yoktu. İnsanlık güneşi 
tutulmuş, ayı uğursuzlar çalmış, yıldızları çapul edip gökten süpürmüşlerdi. 
Üstümüzde gök bile yoktu, sanki bir kâbus gibi çökmüştü üzerimize karanlık ve 
her şey el yordamıyla götürülüyordu, nice insan odun topluyorum diye kendi 
helâkini hazırlamak üzere hurcuna yılan dolduruyordu. 
Ve sen ey Peygamberim, ne kadar 
çok bekleniyordun. Seni herkes bekliyordu. Ama zayıflar, çaresizler, umudunu 
yitirmişler herkesten daha çok bekliyorlardı seni. Köleler vardı bunların 
başında! Anaları hür doğurmuş bu insanlar, nasıl olmuştu da gene kendileri gibi 
doğrulmuş diğerleri tarafından köleleştirilmiş, boyunduruk altına alınmışlar, 
insanlıkları unutturulmuş, mal muamelesi görmekteydiler. Alınıp satılır, 
efendisinin ödediği bedeli çıkartmak için hayvan gibi çalıştırılırlardı. Dişi 
ise şayet, gerekirse etini satıp efendisini doyurmak zorunda kalırdı. 
Kadınlar belki seni daha da çok 
beklemekteydiler. Onlara insaniyetlerini öğretecek, hayatı erkeklerle eş olarak 
paylaştıracak, onlara kucak açacak, merhamet kanatlarını gerecek, yüzlerine 
gülecek, doğum müjdesini sevinçle karşılamayı öğretecek, onları yetiştirip yuva 
kurmaları için gayret sarf edenleri cennetle müjdeleyecek, içlerinden çocuk 
doğuranlara anneliği, cennetin ayaklarına serileceği bir paye olarak lütfedecek, 
en insanî şekliyle onu nikâhla edinilen ve istendiği gibi kullanılan ve 
istendiği gibi atılan bir meta olmaktan çıkarıp evlilikte eş (zevce) kılacak ve 
hayatı paylaşacağı eşine karşı vazifeleri kadar haklarının da olduğunu 
haykıracak, evliliğin amacını hayvanî güdülerin tatmininden ibaret görmeyip, onu 
süflî arzuların giderilmesi olmaktan çıkarıp insanî kökten gelen “ünsiyet”le 
izah edecek ve “kadınların, erkeklerin diğer yarısı” olduğunu insanlığın 
sağır olmuş kulaklarına haykıracak ve bütün bunları sözde bırakmayıp hem kendi 
özünde, hem de insanlığa mal olacak şekilde önderlik ettiği toplumda uygulamaya 
koyacak bir kutlu eli ne kadar çok beklemedelerdi.
Ve sen ey sevgili Peygamberim! Ya 
mazlumlara, kimsesizlere ne demeli. Malını satmış, bedelini alamamış, haksızlığa 
uğramış, dava edecek bir merci bulamamış, birkaç bahadırın ve senin de içinde 
bulunduğun “Hılfulfudul”ların o cılız seslerinden medet umar hale gelmiş bu 
kimsesizlerin velisi, hamisi olacak, sadece haklarını isteyen, emeklerinin 
karşılığını almaya çalışan bu kimsesizlerin penahı, sığınağı olacak birini 
elbette beklemekteydiler. Onların imdadına yetişen de sendin ya 
Rasûlallah!
Ve sen ya Rasûlallah! Sen gelmeden 
insanların şerefi soyuyla, sopuyla, derisinin rengiyle, mallarının çokluğu ile 
ölçülüyordu. Sen gelmeseydin Bilal’i kim tanır, Suheyb’e, Selman’a kim itibar 
ederdi. Derisi kazan karası gibi olan Üsame, içlerinde Ebû Bekir’in de bulunduğu 
bir İslâm ordusuna nasıl komutan olurdu? Yoksulluktan ağızları kokan, açlıktan 
karınlarına taş bağlayan nice insanımız, senin önderliğinle kazandıkları 
erdemlerle, getirdiğin ilme kalplerini ve kafalarını açmalarıyla medeniyetimizin 
birer sütunları oldular ya Rasûlallah! 
Seni aslında herkes beklemedeydi, 
canlılar, cansızlar, cinler, melekler… bir şekilde yolunu gözlemekteydiler. 
Cinler seni dinlemeye geldiler ve uğurlu mesajını kendi âlemlerine taşıdılar. 
Yerde sürünen yılan, sevgilin Ebû 
Bekir’in ayağını neden sokmuştu? Sığındığınızda mağaraya o büyük insan etrafı 
kolaçan etmiş ve öylece içeri girmiştiniz. İçinde bulunduğunuz baskılar, yol 
yorgunluğu, sıkıntılar hep bir araya gelmiş ve onun dizine o kutlu başını 
koyarak dinlenmekteydin. O sırada yâr-ı gâr, orada bir delik olduğunu sezmiş ve 
herhangi bir haşarat çıkar da sana zarar verir diye, deliği yalın ayağı ile 
tıkamıştı. Ve o an büyük bir acı duydu, belli ki bir yılan ısırmıştı ayağını. 
Fakat sen dizi üstündeydin, hiç kıpırdamadı sen rahatsız olmayasın diye, ama o 
da bir can taşıyordu, gözünden yaş gelmesine engel olamamıştı, yanağından 
yuvarlanan sıcak göz yaşları senin gülden yanağına düşmüştü ve sen işte öyle 
anlamıştın onun ıstırabını. Meğer yılan da, yıllardır senin yolunu bekleyen 
binlercesi gibi seni görmek için ta oraya gelmişti. Ama seninle arana etten bir 
engel girmişti, sadece o engeli kaldırmak için ısırmıştı, yoksa senin can 
yoldaşını zehirlemek olur muydu ya Rasûlallah!
Kabe seni bekliyordu, temizlenmek 
için putlardan, fal oklarından, anlamsız merasimlerden, o Hz. İbrahim’in kutlu 
elleriyle inşa edilişinin amacından saptırılmış, işlevini yitirmiş, ticarî meta 
haline getirilmiş Kabe, neden karalar giymişti dersin ya Rasûlallah! Aslında 
etraftaki putlar da seni bekliyorlardı, anlamsız secdelere duvar olmaktan 
bıkmışlar, “Hak geldi bâtıl zail oldu” diye senin bir işaretini 
bekliyorlardı, Hakk’a secdeye kapanmak için… Ve de öyle olmuştu. Seninle daha 
nice putlar devrilecekti ya Rasûlallah!
Gençliğinde 
yük taşımış ve şimdi yaşlanmış olduğu için ölüme terkedilmiş develer, 
merkepler... senin âlemlere rahmet oluşunla ilgili olarak hayatlarını idame 
ettirebileceklerdi. Karnı doyurulmayan, haşarat tutup yemesi için serbest de 
bırakılmayan ve hapsedilerek açlığa ve ölüme mahkum edilen bir kedi yüzünden 
sahibesini cehennemle korkutan, susuzluktan dili sarkmış kehleyen bir köpeği, 
canını tehlikeye atarak ikinci kez kuyuya inen ve su doldurup ağzıyla taşıdığı 
ayakkabısı ile sulayan fuhuş bataklığına düşmüş bir kadını cennetle müjdeleyen 
bir peygamberi hangi canlı beklemezdi ki ya Rasûlallah!
Günahkârlar bekliyordu seni ya 
Rasûlallah! Eğer iş şu insanlara, senin kutlu mesajından gafil din adamlarına 
kalsaydı var ya, din adına ne kafalar kesilir, nice ümitvar insanlar umutsuzluk 
batağına atılırdı. “Gel! Gel! Her ne olursan ol yine gel!” davetini yapan 
Mevlanalar, Yunuslar… senin dergahından yetişti ya Rasûlallah! Eğer senin tövbe 
öğretin olmasaydı, herkesin tertemiz dünyaya geldiğini haykırmasaydın, tövbe 
edenin hiç günah işlememiş gibi olduğunu duyurmasaydın işlerimiz, akıbetimiz ne 
olurdu ya Rasûlallah! Günah batağına batmış, nice insan saplandıkları bataktan 
kendilerine uzanacak bir el beklerler ama hep tekme yerlerdi. Ve nihayet sen 
geldin de sevgiyle, şefkatle uzattın onlara gülden ellerini. O el tutulmaz mı, 
öpülmez mi, koklanmaz mı ya Rasûlallah! “Şefaatim, ümmetimden büyük günah 
işlemişlere olacak” buyuran da sensin. “Allah’ın ahlâkıyla 
ahlâklanmayı” öğrettin inananlara. Gecenin, karanlığı ile her şeyi örttüğü 
gibi, O’nun da rahmeti ve sevgisiyle nice günahları bürüdüğünü, dolayısıyla 
bizim de örtücü olmamız gerektiğini sen öğretmiştin. Hem günahsız olmak ne 
demek. Kula, insana yakışır mı acep. Mecdelli Meryem, senin peygamber kardeşin 
kul İsa’ya zina ettiği isnadıyla getirilip, taşlanarak öldürülmesi istendiğinde, 
o şefkat peygamberi, “ilk taşı içlerinden günahsız olan kişinin atmasını” 
istediği zaman, çıkan gitmiş, çıkan gitmiş ve nihayet yanında sadece kadıncağız 
kalmıştı. Düşünün bir kere Yaratıcının nasıl settâr olduğunu. Eğer, bütün 
günahlar, içki gibi sarhoşluk verseydi, acaba dünyada ayık kimse kalır mıydı? 
Ben kendi hesabıma söyleyeyim, Settâr olan Yüce Allah, eğer işlediğim günahları, 
kusurları, aklımdan geçen ve çoğu kez yüzüm kızararak hatırladığım düşünceleri 
kendime dahi unutturmasaydı, eminim ki insan olarak hiç kimsenin yüzüne 
bakamazdım. Allah, kendi yapıp ettiklerimizi bize bile unutturuyor ve böylece 
örtüyor. Örtüyor ki, biz de onun ahlâkıyla ahlâklanalım ve biz de örtücü olalım. 
Ve sen ey Peygamberim! Umut 
dağıtan rehberim! Nice kanları heder kılınanları, haklarında ölüm fermanı 
çıkarılmış olanları bile affetmiş bulunan yücelik timsalim, hoşgörünün adresi 
sultanım. Elimizde bir mühür, önümüze gelenin alnına kâfir damgası basma 
yarışına girmiş bizler, örnekliği senden almış olabilir miyiz? Bu nasıl mümkün 
olur ya Rasûlallah!
Tarih boyu insanlar senin 
getirdiğin dinin mayasıyla oluşan anlı şanlı bir medeniyetin içinde buldular 
kendilerini, yolun yolları oldu, huzur devşirdiler senden ve o huzuru Medine’den 
dalga dalga yayılan fetihlerle nice iklimlere taşıdılar, öyle oldu ki ya 
Rasûlallah, “dünyada en etkin kim?” sorusuna, insanlar hep bir ağızdan senin 
adınla cevap verdiler. Sanki dünya senin için dönüyor ve senin adın her dem 
semalarda çınlıyor, arşa yükseliyordu, hem de arşın sahibinin adının yanında ya 
Rasûlallah!
Öyle sevildin ki ey sevgi 
peygamberi, adın adları oldu. Dünyanın en muazzez ordusu ancak senin ocağında 
yetişirdi. Bu muazzez orduda sana yabancı olamazdı. Bu bilinçle, ordularımızda 
her nefer senin adını almış ve senin adınla anlı şanlı Mehmetçik olmuştu. Bu 
satırların yazarı 31 kişilik bir sınıftayken, yedi arkadaşının adı senin adındı 
ya Rasûlallah! İslâm ümmetinin hamisi Osmanlı Devlet-i Aliyyesi, o ulu çınar 
yıkılmış ve yerine taze bir fidan gibi yeniden dirilişi gerçekleştirmek için top 
yekûn yola çıkma arayışları belirmişti. Onların başında senin adını taşıyan 
birisi vardı ve sarıklılarla kalpaklıların birlikte yola baş koydukları istiklal 
sevdalısı, ümmetin yeni umudu yüce mecliste onlarca senin adını taşıyan mebus 
vardı ya Rasûlallah!
Zaman oldu insanlık, kendi öz 
değerlerine yabancılaştı, kendisine yabancılaştı. Neye yaradığı hiç de belli 
olmayan bir özgürlük ya da özerklik adına insanlık bütün kutsal değerlerden 
bağını kopardı ve tabir caizse ipsiz kaldı ya Rasûlallah! Bundan nice paydır 
bize de, senin kuzucuklarına da düştü ya Rasûlallah! Hani buyurmuştun ya, 
“Sizler, özünü ateşe atmak için üşüşen kelebekler gibisiniz, ben ise mani 
olmaya çalışıyorum, sizi bel kemerlerinizden yakalayıp, ateşe düşmemeniz için 
var gücümle çabalıyorum”. Bunlar bizim hayatımızda da gerçekleşti ya 
Rasûlallah! Hem öyle gerçekleşti ki, aydınlanma adını verdikleri bir 
furyaya kendisini kaptırmayanımız kalmadı, aydınlanmanın aydınlığı gözümüzü aldı 
ve hepimiz, adeta intihar eder gibi hem de top yekûn sözünü ettiğin kelebekler 
gibi kendimizi onun içine atmaya can attık. Aslında canımızı ateşe atıyorduk ama 
bilemedik ya Rasûlallah! Bu itibarla şimdi senin yeniden hayatımıza doğmanı öyle 
bekliyoruz ki! Senin olmadığın modern dünyada insanlık insanlığını kaybetti, 
yerini kaybetti, saygınlığını kaybetti, masumiyetini kaybetti, özerklik adına 
özgürlüğünü kaybetti. Sen, Hakka kullukla, kullara kulluktan özgürlüğü 
getirmiştin. Senin temel öğretini kaybeden insanlık, Hakkın güdümünden 
kurtulmaya bedel olarak kimlerin ve hatta nelerin güdümünde olduklarını 
kendileri bile bilemez hale düştüler. Senin tanıttığın Allah’a secde etmeyi, 
getirdiğin din adına dikilen mabede gitmeyi zül telakki edenler, bütün 
inananları aynı istikamette buluşturan kıbleyi terk edenler aman Allah’ım ne 
ağlamaklı hallere düştüler, kimlerin ayağına kapanmadılar, neler uğuruna nice 
taklalar atmadılar ve aşağılık balçığına battıkça battılar. Kıblelerini 
kendileri de şaşırdılar; kadın mı, para mı, şöhret mi, korku mu, umut mu… 
Ve sen ey Peygamberim! Ne olur 
artık gene gel ve ufkumuza yeniden doğ, Veda tepesinden Yesrib’e doğduğun gibi 
doğ. Yaşantınla medeniyet güneşi olup, orasını Medine’ye çevirdiğin gibi gel. Ne 
olur, insanlık olarak her gün ozon kâbusları gördüğümüz maddeten ve manen 
kirlenmiş şu dünyamız üzerine yeniden doğ, öyle aydınlat ki dünyamızı, ne 
doğu-batı ne de kuzey-güney ayrımları kalmasın, insanlık bloklara bölünmesin, ya 
kırk katır ya kırk satır gibi zora sokulmasın, bunca renge ve tonlara rağmen 
insanlık beyaz-siyah ikilemine atılmasın, üzerimize gök kuşağının bütün 
renklerini indir ki orada herkes kendisini bulsun ve herkes kendisi kalarak bir 
yerde buluşsun, insan olduğunun farkına varsın ve insan olmanın şerefine ersin 
ve bu şerefin Yüce Kudret tarafından insan olması hasebiyle özüne yerleştirilmiş 
olduğunu, birilerinin bahşetmiş olduğu, ya da kendisinin söke söke aldığı bir 
şey olmadığını bilsin ve o şuurla kendisinin bir kul ve bir naip (halife) olarak 
ne ye yapması gerektiğine gene kendisi karar versin ve elbette ki kendisine 
yakışanı yapsın. 

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder