Bismillahirrahmanirrahîm.
Yazımıza
besmele ile başlayalım.
Ne
demektir herkes bilir: Rahman ismi ile cümle varlığa rahmeden, Rahîm ismiyle de
ayrıca inananlarına özel inayet eden esirgeyici, koruyucu Rabb olan Allah’ın
adıyla ya da Allah’ın adına… demektir. Yani her ne yapacaksak O’nun adıyla ya
da adına olacaktır.
İnananlar
açısından böylesi bir başlangıç. Yapıp ettiklerimizde belirleyici olanın yaratılmışlara
karşı kucaklayıcı, esirgeyici bir şefkat olması gerektiğini ifade olmalıdır.
Ramazan’dayız.
Ha! Ramazan’ın R’si de Rahmet’in R’si imiş. Bir medya vaizemiz öyle
buyuruyordu. Öbür harfleri dinleyemedim. Uysa da uymasa da!
İbadetin
önemini vurgularken öyle bir dil ve üslup tutturuyoruz ki sonuçta ibadet mi
insan için yoksa insan mı ibadet için belli olmuyor. “Vemâ halaktu’l-cinne ve’l-inse
illâ liya’budûn” ayetindeki ubudiyeti de geniş anlamda kulluk yerine dar
anlamda ibadet olarak aldığımızda sonuç şu oluyor: İbadet için yaşayacaksın.
Namaz
kılmak, oruç tutmak… için yaşayacaksın. Sözgelimi oruç tutmak hayatına mal
olacak olsa bile gene orucunu tutacaksın çünkü zaten sen oruç için yaşamaktasın…
Oruç yoksa hayatının gayesi de zaten
yok.
Garibce
orucun faziletine dair çok şey söyledi ve yazdı. Ama gördü ki anlatılanlardan
ve yazılanlardan anlaşılan mana, yaşamımızın amacının ibadet olduğu. O yüzden
ibadetlerin ifası konusunda oldukça katı davranıyor ve asla müsamahalı
yaklaşmıyoruz. Ölümle cebelleşiyor olsak bile namazımızı kılacağız diyoruz,
yaşlı biri “Taburede oturarak namazımı kılabilir miyim?” diye gözümüze bakıyor,
işaret parmağımızı öyle bir sallıyoruz ki adam çaresizce var gücünü kullanarak vücudunu
indirip kaldırmaya çalışıyor. Kuşatıcı rahmetten eser yok.
Oruca
gelince, Garibce’nin “Oruç tut, ölün oruçlu olsun!” başlıklı yazısını belki
okumuşsunuzdur. Bundan bir önceki “Uzun yaz günlerinde oruç ve şefkat” başlıklı
yazı da aynı konudaydı.
Dün
köyden bir kadın bana telefon açtırmış, şeker hastası olduğu için orucu
tutamadığını söylemiş, arkasından da parasının da olmadığını ifade etmiş.
Anlaşılan
o ki orucu tutamayacağını ve bunun kendisi için bir mazeret olacağını biliyor.
Ama bu kez hocalar para vereceksin diye
tutturuyorlar. Yahu ne parası?
Tutamadığın
orucun parası? Galiba fidye kastediliyor.
Kadın
“Param yok!” diyor “Nerden bulayım!”
İmdi
madem ki besmele ile başladık ve yapacağımız her işte atacağımız her adımda
Allah’ın eşsiz rahmet ve merhametinin belirleyici olduğunu ilke olarak kabul
ettik o zaman soralım:
Her
hâlükârda Allah’ın kulu olacağız ve sadece O’na ubudiyette (kullukta)
bulunacağız ve bunun istisnası yok. Bu kabul. Ama ibadetlerin ifası söz konusu
olunca olabildiğince kolaylaştırıcı, ve herkesi kucaklayıcı olmamız gerekmez mi?
Şimdi
bu somut örnekte bu kadıncağıza “Madem hastasın, zorlanyorsun, sen de
tutmayıver… Allah zaten senin gibilerden ille de oruç tutmalarını istemiyor.
Sen de Allah’a seni böylesine esirgediği ve muaf tuttuğu için şükret, zikret,
fikret…” desek işte o zaman kuşatıcı ve esirgeyici rahmet ile hareket etmiş
oluruz.
Orucun
ille de tutulmasını sağalmak gibi bir amacımız var ise bu kez bu kadıncağıza “Yazın
bu uzun günlerinde tutamadığın belli, ama kışın kısa ve serin günlerde de
tutabilir misin? Eğer buna imkânın olursa sen de öyle yap!” desek, din elden
gider mi?
Yok
“Onu da yapacak durumda değilsen, fidye ver!” desek, bu kez diyecek ki “O da
ne!”
“-O
mu? Şey. O, bir fitre miktarı bir para!
Fitreyi
Din İşleri Yüksek Kurulu bu yıl için 10 TL olarak belirlemiş. Bu hesaba göre
30x10= 300 TL. vereceksin.”
Garibce
fitre konusunda geçen sene de eleştiri yazısı yazmıştı. Kurul, muhtemelen Türkiye
ortalama refah düzeyini esas alıyor. Bu hesaba göre dört kişilik bir ailenin
ortala sadece mutfak masrafı 1200 TL olmalıdır. Bu rakam ise asgari ücretin ve birçok
emekli maaşının üzerinde bir rakamdır. TÜİK’e göre 2014 Şubat ayı açlık sınırı
ise 1165 TL idi.
Bu
kadıncağızın erinin köyde sekiz yüz lira BAĞKUR emeklilik maaşı aldığını
düşünürsek, 10 liralık fitre miktarı onun için çok yüksek bir rakamı ifade
etmektedir.
Fitreyi
tespit ederken arpa, buğday gibi tahıl ölçülerinden niye vaz geçtik…? Herkesin “ailesine
yedirdiğinin ortalaması” esas alınsın ve ona göre belirlensin diye… Oysa Kurul,
tek rakam ilan etmekle sadece orta hallilerin haline uygun düşecek bir rakamı
ilan etmiş oluyor.
Her
neyse, bu kadıncağızın hem oruç tutması hem de Kurul hesabına göre üç yüz lira
para fidye vermesi zor.
Kaldı
ki mali durumu bu kadınınki gibi olanların fitre alabilmeleri bile mümkün. Yani
kendilerinden daha yoksul kimseler yoksa, fitrelerimizi bu halde olan yani
açlık sınırının altında bir gelirle hayatta kalmaya çalışan kimselere
verebiliriz.
Bu
kadının aslında bir şey vermesi de gerekmez. Hani Hz. Peygamber, oruç kefareti
için son çare olarak kendisine getirilen bir sepet hurmayı “Bari al bunu fakirlere dağıt!” deyince adamın “Bizim ev
halkından fakir kimse yok ki!” demesi üzerine
“O halde götür ve kendi ev halkına yedir!” demesi örneği de bu konuda
bize ışık tutar. Lakin bir de insan psikolojisi diye bir şey var. İnanan bir
kimse oruç tutmak ister. Tutamadı kazasını yapayım bari der. Onu da yapamayacak
bir durumda ise bu kez de onun için bir telafi ya da daha doğru bir ifade ile
bir ikâme kurumun devreye girmesi ve o kişinin psikolojik olarak rahatlatılması
icap eder.
İmdi
biz ona kendi durumuna göre sen üç yüz lira değil de mesela fitresi üç lira
hesabıyla 90 lira ver desek ya da eski usul ile tahıl ver desek o kadın açısından daha
merhametli ve şefkatli hareket etmiş oluruz. Buna göre şöyle bir hesap yaparız:
“Bir fidye eşittir yarım sâ’ buğday” hesabıyla 30x0.5 sâ= 15 sâ eder, dört sâ
bir şinik (yaklaşık sekiz kilo buğday alan bir ölçek) hesabıyla 15/4= 3.75
şinik eder. Bunun da parasal değeri buğdayın şiniği yuvarlak hesap 8 lira olsa,
toplam da 30 TL eder. O kadın da bu
meblağı zorlanmadan öder ve orucumu tutamadım amma hiç olmazsa fidyesini verdim
diye teselli bulur.
İnsanlar
dinin içinde ancak bu şekilde tutulur. Rahman ve Rahîm olan Allah’ın kullarının
hayatında her daim var olması ancak böyle bir anlayışın sonucunda söz konusu olabilir.
Aksi halde insanlar dinden koparlar. Eskiden annemiz pancar haşlardı ve onu
soyması dikkatimizi çekerdi. Haşlanmış pancarı bütün haliyle iki avucu arasına
alıp sıkınca pancar kabuğundan pörtleyip çıkar tümüyle soyulmuş olur, elinde
sadece bütün halde kabuğu kalırdı.
Din
ve hayat ilişkisi de böyle galiba. Dini hayatın içinde tutacaksak bilmeliyiz ki
bu sıkmaya gelmiyor.
Pamuk
ipliği ile de olsa insanların din ile olan bağlarını koparmak gibi bir lüksümüz
yok. O bağı güçlendirmek için çalışmamız lazım. Güçlendirebilmenin ilk ve temel
şartı da kopmasına izin vermemektir.
Bu
açıdan bakılınca acaba geçmişte gördüğümüz birtakım hiyel (çare arayışları)
uygulamalarının acaba böyle bir anlayışla ilgisi var mıydı diye bir soru sormak
da mümkün gözüküyor.
Haydi
hayırlısı!
Dua
ile!
03.07.2014
GARİBCE
Allah razı olsun hocam.Dini insanlara sevdirmek için çok güzel yolları işaret ediyorsunuz
YanıtlaSil