Hicrî takvime
göre 1 Muharrem yılbaşı oluyor.
Eminim ki ben de
dahil, özel uyarıcılar olmasa çoğumuzun bundan haberi bile olmuyor.
Peki, bu niye
böyle?
Çünkü dünya
ölçeğinde baskın olan Batı kültürü ve egemen olan da Batılı değerler.
Bir “seyl-i huruşan”
gibi İslam ülkelerini ve tabii ki diğer dünyaları da istila eden Batı
Medeniyeti, kendi kültürel değerlerini de empoze ediyor. Kendi medeniyet
havzamızda, kendi değerlerimizi koruyamayan bizler de pek çok dünya milletleri
gibi bu istiladan nasibimizi alıyoruz ve hatta baktık olmuyor keyfini çıkarmayı
düşünenlerimiz bile oluyor.
İslam’ın evrensel
olduğu, Hz. Peygamber’in tüm âlemlere rahmet olduğu söylemleri, ağızlarda
çiğnenen sakız gibi karın doyurmuyor, gerçeklik dünyasında olması gerektiği
gibi makes bulmuyor.
“Evrensel yoktur
egemen vardır!” sözü hükmünü icra ediyor.
Sizin
peygamberinizin evrenselliği, onu evrene takdim edebildiğiniz kadarla sınırlı
oluyor.
İslam’ın ve onun
aziz peygamberinin “âlemlere rahmet!” oluşu, gerçek anlamda sizin onu insanlık
ufkuna bir örneklik olarak koyabilmenize bağlı oluyor.
Siz güçlü iseniz,
sizin değerleriniz de hâkim oluyor. Sizin en hakikatli şiarınız olan “kelime-i tevhid”iniz,
kendini Hristiyan bilen birinin boynundaki haçta hem de özgün haliyle kendine
yer bulabiliyor ve işte o zaman siz gerçek anlamda dünyada var oluyor,
kendinize biçilen rolü hakkıyla eda edebiliyorsunuz. Aksi takdirde ise tam
tersi oluyor.
Bu kez Batılı imgeler,
semboller, biz Müslümanların boyunlarındaki hilalleri süsleyen ögelere
dönüşebiliyor. Dahası haç şeklindeki kolyeleri göğsümüzde taşıyor olmaktan bir
havalara giriyoruz.
Vaktiyle Nuri Baba’dan
aldığım bir kazağın düğmeleri üzerinde çok sonraları İngiliz arması olduğunu
fark etmiştim. Üzerinde Haç da bulunan bu armanın benim kazağımın üzerinde işi
neydi? Oraya onu hangi aklı evvel koymuştu? Ve ne anlama gelirdi?
Bunların hiçbir
anlamı olması gerekmiyor, kazağımdaki düğmede bile yer alması için o şeyin dünya
ölçeğinde baskın bir kültüre ait olması yetiyor.
Şimdi hal böyle
olunca ben kime kızayım ve kimi ta’n edip ayıplayayım.
“İhsan”ın adaletten
üstte bir mertebe olduğunu söyleyen bir İslam’ın, her vesile ile “itkân”dan söz
eden bir Peygamberin tabileri üzerlerine
düşen işlerini doğru dürüst yapmıyor, işin hakkını vermiyor, çalıyor, çırpıyor,
yamuk yapıyor, aldatmayı marifet sayıyor… Aldattıkları insanları enayi sanıyor.
O yüzden de şaşkın ördek gibi hep gerisin
geriye gidiyor.
Asırlardır böyle
olmuş. Esnafın ahlakı bozulmuş. Zenaatkâr demek olan “harîf”, kaba sabalığı
temsil eden bir anlam kazanmış ve bizim “herif” olmuş. Hemşehrimiz Seyrani Baba’nın
Rüşvet ile yazar hâkim
hücceti
Hüccet ile alır kadı rüşveti
Halk bilmiyor dini, şer’i
sünneti
Bozuldu sikkenin tucuna
kaldık
dizelerinin de
içinde bulunduğu şiirinde ifade ettiği gibi genel bir ahlaki çöküş yaşadık. Bütün
bunların sonucunda da her alanda kaybettik.
Bu kayıp yılları birkaç
asırdır devam ediyor.
Artık bu gidişe
karşı kendimize gelmemiz ve kendi öz değerlerimizi yeniden ihya ve tervice çabalamamız gerekiyor.
Hicret çok önemli
bir olgu. Varoluşa açılan kapı. Bu anlamda ilk Müslümanlar için neredeyse bir
iman şartıydı. Hadarî (şehirli) olanlar,
eğer iman edeceklerse hicreti de göze almalıydılar.
Bu hicret siyaseti
oldukça başarılıydı ve bunun sonucunda Yesrib, Medinetü’n-nebî’ye döndü, İslam’ın
kendi öz devleti oldu ve bu, hilafet şeklinde Hz. Peygamber’in ardından devam
etti. İslam bütün ufuklara buradan yayıldı,
Hicret siyaseti
Fetih’e kadar sürdürüldü.
“Fetih’ten sonra
artık hicret yok!” denildi.
Bundan sonra
artık verilen ahidlerde “İslamlık ve
cihad!” olacaktı.
İnananlar
İslamlıklarını ortaya koyacaklar, herkese güven verecekler ve herkes onların
ellerinden ve dillerinden emin olacaktı. Allah’ın sevdiği “Muhsinlerden”
olacaklardı.
Ve de cihad
edeceklerdi.
Mallarını ve hatta
gerekirse canlarını Hak yolda fedaya hazır olacaklardı.
En büyük cihad ise
Kur’an ile olacaktı.
Tebliğde yöntem
olarak hikmet, mevize-i hasene ve en uygun/ güzel biçimde mücadele yolu tutulacaktı.
İtkanı, ihsanı
aldatmaca şeklinde anladığımız gibi cihadı da kelle kesmek olarak anladık.
Önümüze gelene, saldırganlığına bakmaksızın haklı haksız kâfir damgası vurup,
kelle almayı en büyük cihat bildik.
İnanmayanların
küfrünü büyüttük, kalbinde azıcık da olsa İslam’a bir sempatisi olanları
ürküttük.
Bugün şu kadar
İslam ülkesi var. Bunların bir kısmının bayrağında alem olarak, ilk inen
ayetlerdeki kalem yerine kılıç bulunmaktadır.
Bakın şu hale ki bugün
itibariyle şu kadar İslam ülkesinin genel dünya barışına katkısı yok gibidir.
Cadı kazanı gibi kaynayan yerler de genelde İslam ülkeleridir. Bunun yegane
sebebi elbette Müslümanların kendileri değildir. Ne var ki Müslümanlar zaafları
ve zayıflıkları yüzünden başkalarının düzenine gelebilmekte ve kendilerine empoze edilen rolleri oynamakta
mahir gözükmektedirler.
Bunun sonucunda Müslümanlardan
hareketle İslam karalanmakta, yaftalanmaktadır.
Müslümanların
yaşantısından hareketle, aziz peygamberleri olumsuz bir biçimde karikatürize
edilebilmektedir.
Bu türden karalama
hareketlerine karşı verilen tepkilerin çoğu da anlamsızdır, kin ve öfkenin dışa
vurulması biçimindedir.
Bu tepkisel fevrî
hareketler yüzünden işler daha iyiye gitmemektedir. Miladî yılbaşı
kutlamalarına tepki olarak Mekke’nin Fethini kutlamak gibi tepkiselliklerle
işlerimiz yoluna girmeyecektir. Çünkü bizi zaafa düşüren asıl sebepler, kutlamalarımızın
eksikliği ile değil, erdemsizliğimizle ilgilidir. Onlar sağlıklı bir biçimde tespit
edilip, giderilmediği, İslam’ın nihaî maksadı olan ahlakilik ilkesi fert ve
toplum olarak Müslümanlar arasında hâkim olmadığı sürece de bu olumsuz tablo
düzelecek gibi değildir.
Bu yazıyı yazmaya
başladığımda böylesine karamsar bir tablo çizeceğim hiç aklıma bile gelmemişti.
Güzel şeyler yazacağımı umut ederek makinenin başına oturmuştum. Neyleyim ki
aynaya bakınca bunlar göründü ve satırlara da haliyle onlar yansıdı.
Ne yani susuz yüreklere
seraptan su mu serpeydim. Olmadı işte.
Allah bizi iyi
etsin.
Dua ile.
24.10.2014
GARİBCE
Kıymetli Hocam, eleştirdiğiniz hususların Hz. Peygamber döneminde birebir yaşandığını en iyi siz biliyorsunuz. Henüz güç sahibi değilken "sizin dininiz size benim ki de bana" denirken, sonraki dönemlerde "müşriklerden yakaladığınızı katledin" durumuna gelinmiş; Medine'deki yahudiler yurtlarından yuvalarından kovulmuş ve bir kısmı öldürülmüş... Daha başka örnekler de var... Hele Semerkant'ın, Horasan'ın fetihlerini bir hatırlayın, İbni Kuteybe'nin özellikle Türklere yaptığı katliamları bir hatırlayın... İran ve Türk yurtlarında yapılan talanı bir hatırlayın... Bu gün de Işid aynı şeyi yapıyor... Yani kılıç her zaman kalemin önündeydi...
YanıtlaSil